Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '14

 
Kategori
Edebiyat
 

Türkmen kızı

Türkmen kızı
 

Sekiz dokuz yaşlarındaydım. Köyden çok uzakta ekin tarlalarımız vardı. Sabahleyin gün ışırken amcam ve babamın peşine takılarak amcamın çocukları benim kardeşlerim ve dört beş tane buğday saplarını taşımak için kullanılan, binilen, tarımın hamalları eşeklerle tarlaya doğru yola çıkardık. Alacakaranlıkta bir saate yakın yürüdükten sonra tarlaya varırdık. Babam amcam ve benden büyük olan çocuklar elbiselerini değiştirirler, toprağa, toza dayanıklı en eski elbiselerini giydikten sonra kafalarına hasır şapkaları takarlar, ellerine ellikleri alırlar. Bu ellik dediğimiz şey parmakların alt tarafına gelen kısmı deriden yapılma, üst tarafı eğri, uzun tahtadan yapılma, bir aletti. Parmaklara geçirilirdi ve bunu kullanmaktaki amaç az bir miktar parmakları dikenden korumak olmakla beraber parmakları suni olarak uzatmaktı. Bu elliklerle insanın normalde kavrayabileceği buğday sapları daha azken elliklerle bu iki üç katına çıkabiliyordu.

Ellikler sol el parmaklarına takılır, sağ elle ekini biçmek için orak tutulurdu. Amcamın çocukları ellerine orak alıp ellerine ellik geçirirken ben hep bana bakıp nispet yaptıklarını, sen daha küçüksün bunları şimdi tutamazsın, ekin biçemezsin dediklerini duyar gibi olurdum. Bi de bunu perçinlemek için benim küçüklüğümden bahisle kendileri direk emir vermek yerine amcama ya da babama benim testiyi alıp Akpınar’ a suya gitmem gerektiğini söylerlerdi. Amcam ve babam da onaylayıp işaret edince zorlu yolculuğum başlardı. Bu Akpınar denen yer o zaman bembeyaz kireç taşlarının ortasında bir kaynak suyuydu. Bir delikten gelirdi ve önünde küçük bir yalak vardı. Testiyi yalağın içine eğrice yatırırdınız ve kaynaktan ağzına su dolmasını beklerdiniz. Çeşmeye giderken ne kadar düşmanım varsa tek tek ortaya çıkardı. İri kertenkeleler, çekirge sürüleri, kartal benzeri iri kuşlar, tıslayan yılanlar, bunlar hep önüme çıkardı. Ben bunlardan hepsinden çok korkardım. Islık çalarsam ya da şarkı söylersem gideceklerine inanırdım. Ne bileyim belki de ıslığa ve şarkıya geliyorlardı. Çeşmeye vardığımda asıl yılanlarla mücadelemiz o zaman başlardı. Üç dört yılan ayağa kalkmış şekilde çeşmenin bir tarafında üç dört tanesi bir tarafında yarımar metre arayla dizilmiş olarak beni bekler gibi hazır olurlardı. Şimdi ben bunların arasından geçip çeşmeye uzanıp suyu dolduracağım. Felaket korkardım. Öyle dümdüz durmazlardı. Ben yaklaşınca havada hareket yaparlar, ağızlarının içerisinden incecik bir dil çıkarıp tıslamalı sesler çıkarırlardı. Çeşmeye yaklaşırdım. Bunların hareketleri artınca geri çekilir bir süre beklerdim. Bunlar da beklerdi. Sonra tekrar bir daha hücum eder suyu doldurur testiyi alıp oradan ayrılırken bu sefer hep beraber peşime düşerler, beni kovalarlardı. Tabi onların kovalamasına dayanamayıp yumuşak tarlalara düşer, testideki su akar, haydi! tekrar yeniden suyu doldurma mücadelesine girerdim. Suyu doldurup ayrılacakken biraz önce beni çok hızlı kovalayanlar bu sefer, düşmemem için arkamdan yavaş yavaş gelirlerdi. Bir süre sonra peşimi bırakırlar, bu sefer eski düşmanlarımızla mücadele ederek tarlaya doğru yol alırdım. Ben bu yılanların benimle dalga geçtiğine inanıyordum. Çeşmeye aynı saatlerde gittiğimde onlar olduğu halde, bir defasında saatlerini değiştirmiştim. Farklı saatte gittiğimde hiç yılan yoktu. Yeni saate uygun ikinci gidişimde ise geçen sefer seni elimizden kaçırdık, biz yoktuk, sen gelmişsin, saatini değiştirmişindir diye ikinci gelişimde yine onları gördüm. Bana hiçbir şey yapmadılar inanıyorum ki her gittiğimde beni kovalayıp düşürmelerine rağmen taşlık kayalık yerlerde beni düşürmeyip yumuşak topraklara, çimlere benim düşmeme sebep olmaları dahi onlar için düşünülmüş, planlanmış bir şeydi. Benim tarlaya dönüp suyu getirmem kuşluğu bulurdu kuşluk demek kahvaltı demekti. Birazdan kızkardeşlerim, amcamın kızları uzaktan bohçalarla ve ellerinde bakraçlarla yemek getirecek demekti. Ve hakikaten uzaktan görünürlerdi. Tarlanın etrafındaki yabani ahlat, yemişen türü ağaçların dibinde, onların gölgesinde kuşluk yemeğimizi yerdik.

Kuşluk büyükler için sabah yenilen ilk yemek, kahvaltı idi. Biz çocuklar, gençler çok daha önceleri sabah ilk gözlerimizi açtığımızda hemen yüzümüzü yıkadıktan sonra amcamın eşinin başına toplanırdık. Ben amcamın eşinin ve kız kardeşlerimin sabahları hangi saatte ne zaman kalktığını hiç bilemedim. Onlar biz ne zaman kalkarsak kalkalım mutlaka ayakta olurlardı. Amcamın eşi büyük ihtimalle ocakta sacın başında ekmek pişiriyor olurdu. Biz onun tepesine dikilip bütün çocuklar bir araya geldikten sonra o kalkar dal parçalarından örülmüş sepetin altında akşamdan mayaladığı yoğurdun kaymağını küçük parçalara bölerek birer parça taze sac ekmeğiyle bize verirdi. Bu verdiği yiyecek en fazla iki ya da üç lokmalık ‘ Tütün altı’ denilen sabahın çocuklar için ilk yiyeceği idi.

Tarlada kuşluk kahvaltımızı yaptıktan sonra o ana kadar derilmiş olan ekinler şahra dediğimiz içine ekin sıkıştırılan tahtadan yapılmış eşeklerin üzerine göre dizayn edilmiş eşek palanlarının üzerine yerleştirilen aletlere ekinleri koyduktan ve üst kısmından iplerle iyice bağladıktan sonra işte o zaman asıl üretimdeki benim rolüm başlardı. Şimdi ben bunları kız kardeşlerimle beraber köye kadar götüreceğim, sonra onlar eve gidecekler ben ise harman yerinde eşeklerin üzerindeki ekinleri harman yerine boşalttıktan sonra bu şahraları eşeklerin üzerinde tekrar tarlaya getireceğim ve yeniden doldurulacak yeniden harman yerine gidecek ve günde en az beş sefer köydeki harman yerine gidip ordan tarlaya gidip geleceğim. Son gelişimde karanlık yavaş yavaş kendini belli etmeye başlardı. Bizimkiler tarlanın büyük kısmını biçmiş olurlardı. Kalanlar yarın ve daha sonraki günler biçilecek, son biçilmiş ekinler de harman yerine götürülecek, hep beraber oradan evlere gidilecek, yıkanılacak, yemek yenilecek, elektriksiz, ışıksız, gaz lambalarının altında bir köy gecesi başlayacak. Amcam evinin geniş odasında bağlamasını eline alırdı, köy gençleri, çocukluktan ergenliğe geçmiş, bıyığı terlemeye başlamış gençler, İstanbullarda İzmirlerde çalışıp yaz için köye gelmiş gençler, okuyanlar, ve bütün hayali İstanbul’ a gitmek olan diğerleri sıra sıra duvar diplerine edeplice sessizce otururlardı. Her gencin kafasında çok yakınlarda ya da uzaklarda bir sevgili, hiçbir zaman söylenmemiş aşklar, kendi kendilerine bile doğru dürüst söylemedikleri sıcak seviler… Amcam bağlamaya başlardı, türküler çağırırdı. Herkes sessizce dinlerdi. Amcam kızlarının diğer bölümlerde yaptığı çaylar kapıdan gençlerden biri tarafından alınır tepsiyle dağıtılırdı. Ben ise hep amcamın gözünün içine bakar sen ne zaman benim türkümü söyleyeceksin der gibi…Amcam benim kendi türkümü beklediğimi bilirdi. Ara sıra vakti daha var der gibi bana işaret eder. Ya da ben öyle anlardım. Benim türküm, Türkmenkızı diye bir türkü idi. Türküde geçen haliyle bir kadın tek başına atına binmiş kucağında bebesi uzaklardan gelmektedir. Nereli olduğu sorulduğunda Türkmen kızı olduğunu söylemiş çocuğuna meme vermiş ağlamış. Ben niye bu türküyü çok severdim? Çocuğuna meme verip ağlayan uzaktan atıyla gelen o kadın beni niye bu kadar çok ilgilendirirdi? Onu niçin kendime çok daha yakın görürdüm? Bu türküyü duyduğumda niçin anne sütü kokusu alırdım? Benim de annem ölmüştü. Ben de annemi hiç görmemiştim. Acaba Türkmen kızı türküsündeki süt kokan o bebeli anneyi kendi annem olarak mı düşünmüştüm? Amcam türkü söylerdi. Ben kafamı ellerimin arasına saklayarak ağlardım.

Gençler, köy gençleri hepsi nasıl da masum günahsız pırıl pırıl insanlar… İstanbul da en alt işlerde çalışırlar hamallık yaparlar, seyyar satıcılık yaparlar. Bir han odasında on kişi birden kalırlar. Peynirle zeytini hiçbir zaman bir arada göremezler. Ya yedikleri ekmek helvadır, ya ekmek peynirdir ya da ekmek zeytin. Para biriktirirler. Memlekete gelecekleri zaman mutlaka siyah bir takımları vardır ve beyaz gömlekleri, iskarpin ayakkabıları, beyaz çorapları, briyantinli saçları ve arka ceplerinde aynalı tarakları ve diğer arka ceplerinde tertemiz bir mendil. Çok şanslılarından birilerine bu mendil işlemeli olarak yavuklusu tarafından verilmiştir. Ama nerde. Bitişik köyden bir davul sesi gelse bunların kaç tanesi ağlamaya başlar biliyor musun? Acaba yavuklusu gelin mi oluyordur? Bunların bütün bildikleri fotoğraflarının arkasına yazılmış ‘ Hayat bir gemi- yoktur dümeni- bu cansız hayalimi gördükçe- hatırla beni’ bunun dışında şiir bilmezler. Harama el uzatmazlar. Kimsenin namusunda gözleri yoktur. Gece bağlama tınıları altında, gaz lambasının camının ucu iyice siyahlaşıncaya kadar devam eder, sonra yavaş yavaş gençler birer ikişer müsaade isterler evlerine giderler. Çünkü yarın sabahleyin herkes çok erken kalkacaktır. Yeniden ekine tarlaya gidilecektir. Ya kendi işine gideceksin ya da kocası ölmüş ya da gurbette, çocukları küçük bir kadının ekinlerini kaldırmak için imece yapacaksın.

Son idare lambası iyice kısılıp üstündeki camın deliğinden söndürüldükten sonra artık köy uykudadır.

  

 
Toplam blog
: 6
: 336
Kayıt tarihi
: 01.12.14
 
 

 1952 Malatya doğumluyum. İlkokulu Malatya'nın Narmikan Köyü'nde, Orduzu'da ve Malatya Merkez Hid..