Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ocak '17

 
Kategori
Anılar
 

Yandan çarklı

Yandan çarklı
 

1970 yılları


1970 yılının son günüydü. Okuldan çıkınca doğruca Ömürlere uğradım. Sema Teyze bana her hafta verdiği harçlığın iki mislini verdi. Ömür evde yoktu; ben de onu beklemedim, akşam olmadan ayrıldım. Cebimde param varken biraz dolaşmak istedim. Yürüyerek Şişli’den Taksim’e geldiğimde hava kararmaya başlamıştı. Hava lodostu; çekirdek çıtlatarak üşümeden yürüyebiliyordum. Sokaklar ve meydanlar hiç de yeni yıl akşamına yakışacak kadar kalabalık değildi. Sinema önleri de boştu. Ancak gazino, otel ve lokanta çevreleri oldukça kalabalıktı. Demek oluyordu ki yılbaşı keyfi biraz da zenginliğin bayramıydı.”
 
-Yeni yıl kutlamalarından nedense hiç haz etmemişimdir, Köpüş. Her hâlde çocukluğumdan gelen bir kutlama kültürüm olmadığındandır. Zaten yeni yıl yenilenmiş bir takvimden başka bir şey değil; yeni olabilecek olan insanın kendisidir. Yılbaşı gecesinde geçen yıldan bereketli ve yenilenmiş çıkmanın başarısı kutlanmalıdır. Fakat biz ne yapıyoruz? Başlayan yeni takvimden dilenmeye başlıyoruz. Bence yeni yıl gecesinden önce herkes kendi öz eleştirisini bitirmeli ve kutlamaya değer bir şey bulduysa bunu yeni yıl bahanesiyle çılgınca kutlamalı.
 
Neyi kutluyorsun be adam? Sen eski kalmışsan, yeni bir yılın başlangıcını kırmızı don giyerek kutlasan ne yazar? Ne zıplar durursun havalara saat gece yarısını vurduğunda? Koluna takıp ta götüreceğin yeni yıl diye bir şey mi var? Ertesi gün ortalıkta kendinden başkasını bulamayacaksın zaten. İlk kutlamanın başladığı dünya noktasından yola çıkıp gece yarısını batıya doğru takip ettiğini bir düşün; bütün yeni yılları toplayabilir miydin? Kaç tane don üstüne don giymen gerekirdi, hesapladın mı?
 
Zaman yürür kendinden
Aklım döner kendimden
Döne düşe takvimden
Geçerim yeni yıl ateşinden…
***
 
-Neyse biz devam edelim eskilerden. Nerede kalmıştım? Tamam, Taksim’de yürüyordum.
 
“Deri ceketli, kara uzun bıyıklı esmer bir genç, bir elma sandığının üstüne üç iskambil kâğıdı açmış, “Bul karayı, al parayı” diye bağırıyordu. Durup seyrettim. Çok kolay görünüyordu. Bir adam geldi on lira bastırdı, karayı buldu yirmi lira aldı. Kalabalıktan birkaç kişi daha denedi, kimse karayı bulamadı. Oysa ben de olsam aynı kâğıtları açtırırdım; apaçık belliydi. Bir adam daha geldi karayı buldu parayı aldı. Ben de olsam aynı kâğıdı açardım. Bu da apaçık belliydi. Bu işte bir numara vardı ama şeytan da beni dürtüyordu. İçimden bir ses, “Sen de bulursun; adam nasıl bulmuştu?” diye kışkırtıyordu. Elimi cebime soktum, tam parayı çıkarıp bastıracakken adam kalktı sandığını kapıp koşmaya başladı; az ilerideki karanlık sokağa sapıp kayboldu. Kalabalık da birden toz olmuştu.
 
“-Bırak ya! O kadar kolay bulunsa adam bu işi yapar mı hiç? O kazanan da arkadaşıdır belki!” diye söylenerek dönüp yürüyecekken elleri arkasında dikilen iki polisle burun buruna geldim. “Pardon!” diyerek yollarından çekildim. Bakışlarından benden hoşlanmadıkları hemen anlaşılıyordu. Yavaş adımlarla Gümüşsuyu tarafına doğru yürüdüm. Hızlı yürürsem polisler şüphelenip ensemden yakalayacaklar sanıyordum. “Pardon!” lafına mı kızdılar acaba? Niye öyle tutup götüreceklermiş gibi baktılar ki? Sonradan dank etti kafama; üçkâğıtçı yaklaşan polislerden kaçmış olmalıydı. Kaçan kaçmış bir ben kalmışım ortada sap gibi dikilen. Neyse ki polisler beni karakola çekmeye değer görmediler.
 
Polisten ve jandarmadan çok korkardık biz. Biraz uzaklaşınca vitrine bakacakmış gibi yaparak yarım bir dönüş esnasında gördüm ki polisler yok olmuştu. Şimdi rahatlatan bir sevinçle sekerek ve ıslık çalarak yürümeye başlamıştım. Uzun saçlı bir genç oğlan ile deri pantolon giymiş, kırmızı bereli bir kız el ele, güle oynaya önümde yürüyorlardı. Âşık olmak böyle bir şeydi galiba. Birden durup öpüşmeye başladılar. Olacak şey değildi! Bu ne densizlik, bu ne terbiyesizlikti. Herkesin içinde insan nasıl öpüşebilir ki? Bize kutsanan ahlâk kahrından gebermek üzereyken yanlarından geçen arabaların şoförleri, “Hop! Hop! Yeme kızı!” diye bağırıp korna basmaya başladılar. Gençler de öpüşmeyi bırakıp gülen yüzleriyle el sallamaya başladılar. Bunlar kesin Türk değillerdi. Hangi Türk böyle bir laf atmaya gülerek el sallar ki?
 
Dolmuştan şişman bir kadın indi, baloncudan kocaman sarı bir balon aldı. Ben de çocuk olmak istedim, gittim kırmızı bir balon aldım. Parmaklarımın ucunu balonun üstünde kaydırarak çekince, “gcrrt, gııırç!” diye ses çıkıyordu. Yanımdan geçenler gülümseyerek bir balona bir de bana bakıyorlardı. “Koca bebek!” diyorlardı belki de. Bebekler koca bebek, çocuklar koca çocuk, gençler koca adam olurlar. Koca adam ne olur? Koca adam çocuk olmak ister. Belki de epey yaşlanınca mümkündür çocuk olmak.
 
Gümüşsuyu’ndan Dolmabahçe’yi seyrediyorum. Kabataş rıhtımı karşıya geçecek vapurun yolcularıyla dolmuş. Yandan çarklı arabalı vapur yanaşmak üzere. Hızlı bir koşu tuttursam yetişebilirim diye düşünmüşken vazgeçtim birden. Gereği yoktu; bu akşamı yavaş ve tadına vara vara, hani bir şarkıda vardır ya, “…çek kürekleri aheste aheste..”, işte öyle yaşamak istedim zamanı.
 
İlerideki helvacının camekânı ağzına kadar dolu. İşleri kesat anlaşılan. Geçerken, “hayırlı işler amca!” deyip bir liralık susamlı helva alayım. Susamlı helvamı geveleyerek salına salına rıhtıma indiğimde burnuma nefis kokular doldu. Sağlı sollu seyyar tezgâhlardan ızgara köfte ve kokoreç dumanları savruluyordu; cızırdayarak yağlarını salan kimyon ve kekik kokulu ızgara köfteler ağzımı sulandırdı. Kokoreçin kokusu hepsini bastırıyordu. Kokoreççinin az ötesinde kapkara bir köpek oturmuş kokoreç yiyenleri izliyordu; bir şey batmış gibi sol patisini hep havada tutuyordu. Çeyrek porsiyon kokoreç alıp köpeğin önüne koydum. Hemen yemeye dalmadan teşekkür eder gibi yüzüme baktı; ya da bana öyle geldi; belki de karnı toktu, çünkü nazlı nazlı pek kibarca yiyordu. Akşamın yemek vakti geçmişti ama ben hiç açlık duymuyordum. Gene de dayanamadım; bir çeyrek de kendime yaptırdım. Kekik ve yağ kokuları ağzımı sulandırmıştı. Bir parça ısırdım, çiğnemeye başlayınca midem bulandı. Hem iyi pişmemişti hem de çiğneyince idrar kokusu alıyordum. Kokoreçleri ekmeğin içinden çıkarıp köpeğe verdim. Köpeğin yemeyeceğini düşünerek elimde kalan ekmeği denize attım. Bir sürü balık üşüştü ekmeği didiklemeye. “Bunlar kefal” dedi adamın biri. Bir martı daldı, ekmeği kaptı gitti. Ağzımın tadını geri getirmek için gidip büfeden çikolatalı gofret aldım.
 
İki serseri şıpırdayan dalgaların burnunda çilingir sofrasını kurmuş şarap içiyordu. İki şişe ucuz şarap, uzunlamasına dilimlenmiş iki hıyar, bir domates, iki uskumru kurusu, kaşar peyniri ve iki parça ekmekle arkalarındaki koca İstanbul’u umursamadan Boğaz’ın keyfini yaşıyorlardı. Şarapçılardan zayıf ve uzun olanı mızıka çalıyordu; öbürü de başladı hoplayıp zıplamaya. Karadeniz havalarına benzettim.
 
Yandan çarklı kapaklarını açınca sıralı biçimde vapura bindik. Korkuluk demirlerine yaslanıp sulara düşen şehir ışıklarını seyre daldım. Şarapçılar şarkı söylemeye de başlamışlardı. Yan rıhtıma demirli Bulgar yük gemisinden ara sıra alkış sesleri geliyordu. Şarapçı, iskele babasının üstüne çıkıp olduğu yerde horon tepmeye başladı. Adam o kafayla denize düşmedi be! Helal olsun valla!
 
Kapaklar kapandı. Yandan çarklı iskeleden ayrıldı. “Üsküdar’da bir de bol tarçınlı salep içmelisin” dedi içimden bir mutlu ses…
***
Muharrem Soyek
 
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..