Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ocak '17

 
Kategori
Anılar
 

Yıllandıkça Güzelleşir Anılar

Yıllandıkça Güzelleşir Anılar
 

Hafta sonu -kırk yıllık dostlarımız- Edwin ve eşi Callie Antalya’da misafirimizdi. Yılların neden bu kadar çabuk geçtiğine cevap bulamazken duygu-yoğun anlar da yaşadık.

Seksenli yılların başı, Soho-West End bizden sorulurdu! Her köşede Peep Show ve Penny Pusher Machine salonları vardı ve şamata eksik olmazdı. Sokak çetesi değildik de -iri kıyım dört kanka- namımız yürümüştü. Cuma-cumartesi akşamları Covent Garden’daki -Charles Dickens’ın da müdavimi olduğu- Fuller’s Lamb & Flag’de takılırdık. Menüsü çok zengin değildi; ama iki asırlık pub’ın ambiyansı ve tarihi kokusu muhteşemdi. Bağımlılık yapıyordu. Ben bifteklerinin tutkunuydum. Kanlı canlı az pişmiş olurdu ve Tabasco’yu boca ederdim! Patates kızartmasından korkmadığımız, Karatay Hoca’yı tanımadığımız günlerdi. Genellikle pub’ın -yüksek alkollü- kendi birası Fuller’s içerdik. Özel akşamlarda ise yemek sonrası Lagavulin viski ritüelimizdi. L&F’in tek dezavantajı erken kapanmasıydı ve biz geceyi uzatacaksak The Ship’e geçerdik. Orası da Fullers’ındı ve damak tadımız değişmezdi. Vesselam, gece yarısı olmadan her yer kapanmış olurdu. Dağılmazdık elbette, Londra’da gece yeni başlardı ve Trafalgar’a doğru yollanırdık. Nedeni kesinlikle -Amiral Nelson’ın zaferini dinlemek isteyen- Fransız hatunlar değildi:)

Edwin o zaman da iştahlıydı, hâlâ da öyle olduğunu görünce “Genç değiliz artık dostum, kilona dikkat etmelisin!” dedim. Hünkârbeğendi’ye iyice gömüldü, göbeğin nedeni bira deyip Boğazkere’den irice bir yudum aldı. Oysa böylesi yemekler yok bizim beslenmemizde! Hünkârbeğendi’yi en son 2005’te yemiştim. Ama dostlarımız gelince karı koca şov yapıyoruz, onlar beğenip yedikçe de motive oluyoruz.

Yemek sonrası kahve eşliğinde eski defterler açılmaya başladı. Elçin’le tanışma şeklimiz Callie’yi çok etkiledi, yazın Hualien’e gitmeye karar verdiler! Ve benim çoktan unuttuğum bir hikayenin girizgâhını yaptı Edwin;

“Senin bu kocan ve diğer ikisi bana ne yaptılar Elchy, biliyor musun?”

Öyle çok anı var ki geçmişimde, zaman zaman anlatıyorum Elçin’e; ama Edwin’in anlatacağını tahmin ettiğim hikaye aklımdan çıkmıştı; hatırladım, masum bir tebessüm yerleşmeye başladı yüzüme. Callie de kıkırdadı, hadi anlatın dedi.

“Dur Edwin, ilk bölümünü ben anlatayım, sonrasını da sen.”

Herkes arkasına yaslanırken ben ayağa kalktım. Nedense, -kendimi bildim bileli- önemli konuları ayakta anlatmayı severim. Belki de dinleyenlere tepeden bakarak etkiyi artırmaktır niyetim. Neyse;

“Aslında bir hafta önceden başlamıştık planlamaya. Edwin bizim tontonumuzdu ve gamzeli tombul yanaklarını sıkıştırıp dururduk. İçince kızarırdı da. Alkol eşiği düşüktü, üçüncü bardak birada göz kapakları düşerdi. O’na okkalı bir şaka yapacaktık. Planımız şuydu: Cumartesi akşamı Edwin’i iyice içirecektik ve sızacaktı. Sonra da onu arabayla 80 km ötedeki Brighton’a götürecektik. Ben içer gibi yapacaktım; ama içmeyecektim, çünkü arabayı kullanacaktım. Oliver’ın kuzeni deniz kıyısındaki -24 saat açık- pub’lardan birini işletiyordu. O’na planımızı anlatacaktık ve Edwin’i oraya bırakıp Londra’ya dönecektik. Cuma akşamı kakara kikiri geçti. Cumartesi akşamı bizimkini ağır yedirmeyecek, bol içirecektik. Öyle de yaptık: Garibime bir dilim balık eşliğinde -votkalı- dört pint bira içirdik. Üstüne de iki tekila shot çekti ve bizimkinin kafa masaya düşmekte gecikmedi. Sızdığından emin oluncaya kadar bekledik ve arabaya taşıdık, arka koltuğa yatırdık. Diğerleri ayrıldı; Oliver, Edwin ve ben Brighton’a doğru yola çıktık. Saat 01’e geliyordu vardığımızda. Bardan sarhoş çıkılırdı da -iki kişinin kolunda- sızmış olarak gireni ilk kez görüyordu insanlar! Kuzen sota bir masa ayırmıştı ve masanın bir tarafı kanepeydi. Edwin’i oraya yatırdık ve ayrıldık. Gece boyunca garsonlardan biri pışpışlayacaktı ve kuzen de erkenden gelecekti. Ertesi gün şenlik vardı:) Hadi Edwin, sen devam et."

“Gözlerimi açtığımda sırt üstü yatıyordum. Tavanda -kanatları açık halde- asılı iki tane ördek bana bakıyordu! Gözlerimi kapadım, çünkü rüya gördüğümü düşündüm ve uyumaya devam etmeliydim. Tekrar gözümü açtığımda ortam iyice aydınlanmıştı ve insan sesleri geliyordu. Ördekler hâlâ tepemdeydi. Rüya görmüyordum! Doğruldum, etrafa bakındım. Başım müthiş ağrıyordu. Ne olmuştu bana ve burası neresiydi! Ayağa kalktım, başım dönüyordu. Masaya tutundum, camdan dışarı baktım. Martılar uçuşuyordu ve deniz vardı. Londra’da deniz ne arasındı! Korkmaya başladım. Belki de ölmüştüm! Bana doğru gelen biri vardı;

Günaydın Bayım, nasılsınız; size sert bir kahve yapayım, iyice ayılırsınız.

Neredeyim ben, neresi burası; dün akşam arkadaşlarımla L&F’te yemek yiyordum, sonrasını hatırlamıyorum!

Yanılıyorsunuz efendim! Dün akşam 18:00 civarında buraya geldiniz. Önce beef fajitas, üzerine de jambonlu sandviç yediniz ve sürekli içtiniz! Saat 23’e geliyordu, sızdınız ve biz de sizi misafir ettik.

Burası neresi?

Blacky, Brighton’dasınız.

Ne Brighton’ı ya, ben Londra’da yaşıyorum, uçmadım ya buraya! Hem arkadaşlarım nerede?

Yalnız geldiniz, kimse yoktu yanınızda.

Çıldıracağım şimdi! Telefon nerede?

Nereden bileceğim şakalandığımı, Ata’yı aradım telaşla!

Ata, beni iyi dinle ve lütfen doğru bir cevabın olsun, yoksa delirdiğime inanacağım!

Aa, selam Edwin, nerelerdesin dostum; dün bütün gün ulaşamadık sana!

Nasıl ulaşamadınız! Öğleden sonra buluşup Soho’da takıldık ya, sonra da Lamb & Flag’de yemek yedik, içiyorduk filan!

Edwin, dostum sen iyi misin? Biz seni cuma akşamından sonra bir daha görmedik! Evde misin sen, geleyim yanına.

……….

Edwin, iyi misin, susmasana; n’oldu sana?

………. Bu sabah gözlerimi bar gibi bir yerde açtım. Deniz kıyısında ve martılar ciyaklıyor. Brighton’dayım! Buraya neden ve nasıl geldiğim konusunda hiçbir fikrim yok. Görevli, akşam 18:00 civarında geldiğimi ve tıka basa yiyip içtiğimi sonra da sızıp kaldığımı söylüyor.

Hoppalaa, nasıl gittin oraya, dün neden hiç aramadın bizi; meraktan deliye döndük! Tanımadığın insanlarla filan mı takıldın? Ben de korkmaya başladım şimdi. Çabuk gömleğini sıyır ve böbreklerine bak, almış olmasınlar!

Kalbim yerinden çıkacakmışçasına atıyordu. Gömleğimi çıkardım, pantolonumu indirdim ve görevliye beni kontrol etmesini söyledim. Herkes bize bakıyordu. Neyse ki yara bere yoktu.

Vücudumda bir şey yok Ata. Dostum, ben uykuda mı geziyorum yoksa? Belki de Alzheimer başlangıcı filandır!

Getirme aklına öyle şeyler! İnsan uykuda 80 km öteye gitmez! Vardır mantıklı bir açıklaması. Sen şimdi bir kahve iç, sonra da trene atla gel. Çocukları da arayayım, Waterloo’da karşılarız seni.

Masama döndüğümde kahvem gelmişti. Suyla aspirin de istedim. Camdan dışarı baktım. Neler oluyordu! Pazartesi doktora gitmeliydim mutlaka. Bundan sonrasını da sen anlat Ata.”

“Sağ olsun kuzen istasyona kadar bırakmış. Sonra da beni arayıp tren saatini söyledi. Bizimki hesap ödemeye kalkınca da bu seferlik bizden olsun, kafanı toplayınca arkadaşlarınla gel demiş.

Edwin’i beklerken son perdeye rötuşlar yaptık. Telaşlı, meraklı, şaşkın ve üzgün görünecektik. 1.5 saat sonra indi bizimki. Boş gözlerle bize doğru geliyordu. Hepimize sarıldı, ağlamaya başladı, içimiz cız etti; seni eve bırakalım da duş al, dinlen biraz; akşam yemekte konuşuruz dedim.

Almaya gittiğimizde sabahki bitkinliği yoktu. Ön koltuğu ona ayırmıştık. Biraz ansiklopedi karıştırdım, bende lityum eksikliği olabilir dedi oturur oturmaz! Yarın doktora gider, rahatlarsın deyip avuttuk. Hafif yiyecekti ve bir bardak bira içecekti, bizden söz aldı.

Yemeklerimizi, biralarımızı söyledik ve Edwin’i dinlemeye hazırdık.

Dediğim gibi, sabah gözümü o pub’da açtım. Önce rüya sandım ve biraz daha uyudum; ama uyandığımda aynı yerdeydim. Dün akşam altıda gitmişim ve yiyip içip sızmışım. Peki, altıya kadar ben neredeydim! Sizinle olduğumu biliyorum; ama siz dün hiç görüşmediğimizi ve bana ulaşamadığınızı söylüyorsunuz. Ve ben Brighton’a nasıl gittim! Çıldıracağım çocuklar, bu çok tehlikeli bir durum! Bundan sonra hiç yalnız kalmamalıyım. Sabah hastaneye gideceğim. Beynimde bir şey çıkmasa bari:(

Üç muzır işaretleştik ve tombişimizi daha fazla üzmeye yüreğimiz dayanmadı.

Edwin, Brighton’a nasıl gittiğini biz biliyoruz!

Nasıl biliyorsunuz?

Dün akşam burada çok yedin ve bira, votka, tekila derken kafayı bulup sızdın. Biz de deniz havasının sana iyi geleceğini düşündük ve gece yarısı Brighton’a götürdük. O pub’ın sahibi Oliver’ın kuzeni, yani sabah konuştuğun görevli. Şakamızdan haberdar olduğu için de sana rol yaptı.

Sonunu da sen anlat Edwin.”

“Hani tam gömülmek üzereyken canlanıp tabutu yumruklarsın ya, aynen öyle hissettim! Biramın içine patates atarlardı, altımdan sandalyeyi çekerlerdi filan da bu yaptıkları şaka ötesiydi. Dilim tutulmuştu. Teker teker hepsinin gözlerine baktım, pis pis sırıtıyorlardı ve bir anda biramı üzerlerine boşalttım! Yeniden doğmuştum sanki; ağlar gibi oldum önce, ardından gülme krizi tuttu. Birkaç dakika sonra sarmaş dolaş olduk yine.”

İki eski dost öyle kendimizden geçmiştik ki hanımları unutmuştuk. Elçin Callie’nin yanına gitmişti ve ikisi de nemli gözlerle gülümsüyordu!

Biz de -Waterloo’daki gibi- kucaklaştık. Gözyaşlarımızı sakladık.

 

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..