Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Mart '19

 
Kategori
İnançlar
 

"Sana" İlk Mektubum,

Vakit hiç durmadan ilerliyor, Pazartesi, Cuma, Pazar, Pazartesi, Cuma, Pazar ... Günler saatin yelkovanı gibi hızlı akıyor.

Bu hızlıca geçen günler, aylar ve seneler boyunca sana hep anlatmak istediğim ama bir türlü açmak için belki kendimi belki de seni hazır hissetmediğim, belki de bir türlü denk getiremediğim için açamadığım bir konu var. Bu konuya yaşamın amacı da diyebiliriz, yaratılış da, Allah da, ahiret de, İslamiyet de.

Her ne dersek diyelim, bu konu benim için çok önemli, her şeyden daha önemli, adeta ölüm kalım meselesi çünkü sen benim için önemlisin. Çünkü bu işin sonunda ya ebedi bir saadet ya da ebedi bir nedamet, bir pişmanlık var. Çünkü bu geçici dünya hayatı bittikten sonra, burada yaptığımız her şeyin kaydedildiğini öğreneceğiz. Bunların hepsinden hesaba çekileceğiz. Bu hesabı geçenlere bir rahatlık, ferahlık, genişlik var. Geçemeyenlere ise, azap, pişmanlık ve darlık. Oradaki genişlik de darlık da bu dünyadakilere benzemiyor. Çünkü burada yüklenen ama farkında olamadığımız ve kıymetini bilemediğimiz sorumluluk çok büyük, çünkü orası ebedi devam ediyor. İşte ben bu hesaptan, en yakınlarımdan başlayıp herkesin geçmesini kendime dert edinmişim.

Bunları sana şimdiye kadar açamamamın üç sebebinden birisinin kendimi hazır hissetmeyişim olduğunu belirtmiştim. Ahiretin varlığını gerek evinde gerek okul sıralarında, senin benim tarzımda yetişmiş, pozitif ilimlerle yoğrulmuş, gözümle görmediğime inanmam diyen insanlara kanıtlayabilmek bir altyapı ve planlı bir düşünce gerektiriyordu. Şimdi kendimi biraz daha hazır hissediyorum, daha doğrusu bu mektup fikri aklıma geldi. Yüz yüze olmanın heyecanı, zaman sıkışıklığı, her şeyi bulduğum ilk fırsatta söyleme zorunluluğu, ters tepki görme korkusu, zaman darlığı gibi handikapları olmadığından, bildiklerimi peyderpey aktarabileceğim güzel bir mecra olacağını hissettim, ve böylece de başlıyorum işte...

Bilirsin ki, etrafımızdaki imkanı olan her insan bu dünyada hem şimdi, hem de gelecekte iyi bir hayat yaşamak için elinden geleni yapar; sağlığına dikkat eder, para biriktirir, ev alır, emeklilik fonu alır, çocuklarının güzel bir tahsil sahibi olmaları için onları özel okullara gönderir. Hepsi topu topu, taş çatlasa 80-90 sene için, gençlik yaşlarından itibaren uğraşır durur.

Bu süreçte, gelecekteki en ufak bir olumsuz duruma dair (hastalık, yanlış okul, yanlış yatırım) bir işaret görse, bir haber alsa, hemen onu bertaraf etmek için elinden geleni yapmaya çalışır. Tedaviler, ilaçlar, sağlığa pür dikkat etmeler, sporlar, evin taşınması, okulun değiştirilmesi, işin değiştirilmesi ve sair şeylere zor da olsa müracaat edebilir. Kesin bilmez ama bir emare gördü mü o kötü duruma düşmemek için elinden geleni yapmaya, kısacası riski hep minimize etmeye çalışır.

Gel gör ki, konu ahiret olunca, insanlarda bu hassasiyeti göremiyorum.

Kendi ebedi geleceğine dair yurdum insanının vurdum duymazlığının birçok sebebi olduğunu uzun tefekkürler sonucu teşhis ettim, seninle de zihinlerin kısa devre yaptığı bu tip durumları kısaca paylaşmaya çalışayım.

1. İnsan hazır lezzeti sever. Şu anda en rahat şekilde yaşamasına hangi inanç izin veriyorsa o yolda çok küçük deliller -ya da delil olmasa da delil zannettiği şeyler- görse, nefsinin işine geldiği, hoşuna gittiği için o yolu seçebilir.

2. Her insan otomatikman nasıl bir ortamda yaşayıp büyüdüyse, o ortamın düşünce ve inanç sistemini benimser. Kafasında çözemediği bazı dönüp dolaşan sorular olmadığı, ya da başına büyük bir musibet gelmediği müddetçe de, içinde bulunduğu mevcud durumu sorgulamaz. Böyle gelmiş böyle gidecek der. Putperest Mekke Müşriklerinin Peygamber Efendimize, ve Kuranı Kerim’de anılan birçok kavmin kendilerine gönderilen birçok peygambere demeleri gibi, sen bizi babalarımızın dinlerinden mi döndürmek istiyorsun ...derler, kendilerine Allah’ın bir merhameti olarak gönderilen sözcüsünü dinlemezler. Ya öldürürler, ya işkence ederler ya da memleketinden sürerler.

3. Her insana ona doğruyu bulduracak vicdan diye bir mekanizma fıtraten yerleştirilmiştir. Kişi ondan gelen sesi susturmazsa, ayrıca kibir yapmayıp bilmediklerini öğrenmek üzere, ilimle de onu taçlandırırsa, vicdanı onu doğruya götürür. Vicdan kısaca şöyle çalışır. Bir eylem yaparsın, o eylem bir yerlerde gizli temel değerlerinle çelişir ve kendini kötü hissetmeye başlarsın. Mesela birisine öfkelenip bağırırsın, sonra onu üzdüğün için kendini kötü hissedersin. Yaptığın ile hissettiğinin çarpışmasından vicdan azabı denilen yangın ortaya çıkar. Burada iki yol vardır. Ya yaptığını değiştirirsin, ki zamanı geriye alamadığına göre, buna en yakın şey, pişman olmak, bir daha yapmamaya gayret etmeye söz vermek, kırdığın kişiden özür dileyip, ona bir iyilikte bulunmaktır. Ya da hissettiğini değiştirirsin. Bunu da ancak aklileştirme denilen mekanizmayı çalıştırarak yapabilir insan ve şöyle şeyler der kendi kendine: “N’apıyım, o da öyle konuşmasaydı”, “Hak etti.”, “Dersini almıştır.”, “Şimdi öfkelenmezsem, bir daha yapar.”, “Yanlış yaptığını anlasın.”

Böylece vicdanını susturmaya, kendi ozmatik dengesine dönmeye çalışır ki, tekrar huzurlu bir şekilde yaşayabilsin, vicdanı rahat etsin.

Ancak, kişi nefsine ve enaniyetine (egosuna) yenik düşüp, vicdanını rahatlatmak için, ikinci yolu seçerse, o rahatlatmak istediği vicdanın bir kısmını fark etmeden öldürmüş olur.

Bu hayat tarzı devam ettikçe, artık zamanla vicdandan geriye bir şey kalmaz.

Peygamber Efendimiz demiş ki, insan günah işledikçe kalbinde siyah bir nokta oluşur, eğer tevbe etmez ve günah işlemeye devam ederse, o noktalar çoğala çoğala, kalp simsiyah kesilir.

Böyle bir insan da artık, ya gittiği yolun yanlış olduğunu anlayıp, yalnız başınayken bir gece vakti, hıçkırıklarla ağlayarak Rabbine tevbe edip, bu yıllarca kendi kendine yaptığı tahribatı düzeltir, ya yıllardır aç olduğu ilmi önce tadar, sonra peyderpey içer, içtikçe de kalbi saflaşmaya başlar, dünyası aydınlanır. Aslı olan ruhunu, nefs ve şeytanın cehalet harcıyla inşa ettiği hapishaneden kurtarıp, hürriyetine kavuşturur.

Ya da 3. yol, kararmış, katılaşmış, mühürlenmiş bir kalple yaşar ve ölür.

İşte ben de sana dilim döndüğünce, 2. yoldaki bu ilim şarabını içirmeye çalışmak istiyorum.

4. (Zihnin dördüncü kısa devresi) : İnsan dünyevi konularda, aldığı her hizmeti, kullandığı her ürünü işin ehlinden almak ister. Örneğin, kötü bir müteahhitin inşa ettiği evde oturmak istemez. Tahsili nakıs bir öğretmen kadrosunun olduğu okula çocuğunu yazdırmaz, tavsiye edilmeyen bir doktora profesör olsa dahi tedavi olmaz. Dünyevi işlerde hal böyleyken, uhrevi konulara gelince iş değişir. Herkes Allah’a dair, ahirete, İslama, peygambere dair fikir yürütmeye başlar. Yürüttüğü fikirlerin ne kadar sağlam bir zemine oturduğuna bakmadan, bu konuda yıllarca tahsil yapmış, usul-u mantık bilen akaid alimlerinin sözleriyle ne derece örtüşüp örtüşmediğini tartmadan kendine yol edinir. Oysa bu karar sağlığından da, oturduğu evin kalitesinden de, çocuğunu vereceği okuldan da daha ciddi bir karardır. Bu ilmi temellere dayanmayan, tamamen yanlı ve bireysel muhakeme sonucu, kendince oluşturduğu gerçeği “Hakikat” addeden insan, sırf bu dünya hayatını değil, ahiret hayatını da mahvetmiş olur. En fazla 80-90 senelik dünya hayatı için -ki onun 20-30 senesi de aklın bali olmadığı şuursuz çocukluk yılları + yaşlılıkla geçiyor- koşturup dururken, ebedi hayatı için hiçbir şey yapmadan bu dünya misafirhanesinden göçüp gider. Bu durum, Kuranı Kerim’de şu şekilde tarif edilmiştir. “Ey insan! Şübhesiz ki sen (o gün), Rabbine (kavuşuncaya) kadar çabalamakla didinip durucusun! Nihayet onunla (o yaptığın amelle) karşılaşacak olansın.” (İnşikak, 6)

Eğer ki, yukarıda anlatılanlardan sonra, ilahi dinlere dair herhangi bir ilim sahibi olmadan, sadece kendi aklı muhakememiz, içinde bulunduğumuz çevre, yetiştiğimiz okullar ve arkadaş çevresi gibi unsurlardan dolayı kendimize çizdiğimiz yolun ne kadar riskli olduğunu düşünmeye başladıysan, bana bir fırsat vermeni istiyorum. Sana senin anlayabileceğin şekilde bu konuyu delilleriyle peyderpey sunmak istiyorum.

Sizlerin anlayışınıza, mantığınıza uygun bir şekilde Allah kavramıyla gerçekten nasıl bir yaratıcının kast edildiğini anlatmaya çalışacağım. Bu yaratıcı ile sizlerin zihinlerinde olan yaratıcının sıfatları arasında farklılıklar olacaktır. Buna da değinip, neden öyle değil de böyle olması gerektiğinin mantıki delilleriyle izahını yapacağım. Bunu yaparken bu aciz ve günahkar insanın parmaklarından dökülen yazıları değerli kılan şey, Allah tarafından gönderilmiş, 1400 yıldır aslını koruyan , ilahı kitaba dayanıyor olmasıdır. Tabi bunu yapmadan önce Kuranı Kerim’in kesinlikle Allah kelamı olduğunu, kesinlikle herhangi bir insan eliyle yazılamayacak olduğunu ve bir kelimesinin bile değiştirilmediğini kanıtlayacağım. Artık bunu kanıtladıktan sonra, orada tarif edilen Allah’ın sıfatları gibi, ahiret inancını da, kainatta cereyan eden diğer olayların arkasında yatan hikmetleri de rahatlıkla ona dayanarak açıklayabilirim, öyle değil mi? Bir kez, çok sağlam delillerle bir şeyi kanıtladıktan sonra artık içerisindeki her şey için tekrar tekrar onu ve içindekileri kanıtlamaya gerek kalmaz, öyle değil mi?

Bu ilk mektubum biraz uzun oldu. Malum, yılların birikmişliği, bundan sonrakileri daha kısa, senin yoğun tempona uygun şekilde yazmaya gayret edeceğim.


Sevgilerle

 
Toplam blog
: 39
: 757
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Mühendislik eğitimimden sonra (2002), örgütsel davranış alanında yüksek lisans yaptım (2005). 15 ..