Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mayıs '08

 
Kategori
Sosyoloji
 

AB bir otorite olarak mı yoksa bir uzlaşı kültürü olarak mı algılanmalı?

Bu gün AB konusunda ulaştığım düşünsel noktayı, aşamayı sizlerle paylaşmak istiyorum. AB üyeliği yolu biraz da bireysel ve toplumsal olarak kendimizi tanıma ve algılama süreci olarak ortaya çıkıyor diye düşünüyorum.

Türk insanı olarak tarihte bir üst otoriteyi kabullenmekte zorlandığımız, sürekli göç etme ve yeni yurtlar edinme süreci içinde özgür bir tavır takındığımız ortada değil midir? Anadolu'ya girdiğimiz günden beri sürekli olarak Batıya gitme tutkumuzdan bir şeyler kaybettik mi? Atatürk bile ilk hedef olarak ordulara AKdeniz'i, Türk milletine de "muassır medeniyet" seviyesini göstermemiş midir? Şimdi hemen itiraz edecek olanlarımız olacak: muassır medeniyet ile Batı'nın ne ilgisi var diye. Ama medeniyet uluslararası siyasal düşüncede sürekli böyle algılanmıştır. Demokrasi ve kent kültürü oluşturma; farklı etnik ve dinsel kökenden gelenlerin birarada uyum içinde varlıklarını sürdürme anlayışını diğer toplumlara empoze etme yönünde Batı Avrupa'nın yadsınamaz bir öncüllüğü uluslararası literatürde kabul edilmektedir.

Şimdi ülke içinde bu kadar gerginlik ve kavgaya sebep olarak AB yolunda alınan kararlar, uygulamalar ve değişimler değil midir. Bu siyasal, kültürel ve sosyal değişimlere, sırf AB kökenli olduğu için tarihten gelen bir üst otoriteyi tanımama özelliğimiz nedeniyle karşı çıkmıyor muyuz? Otorite tanımazlığımız sanki kanımıza işlemiş.

Türk insanının kendini kural tanımama noktasında şu "medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar" karşısında nerede gördüğünü bir sorgulaması gerekir diye düşünüyorum.

Hem ulusal lider bazında Atatürk'ü düşünsel olarak da önder göreceğiz hem de göç etme, yeni yurtlar edinme, şu dünyanın ekonomik, sosyal getirilerinden daha fazla yararlanma güdümüzden (fütühat) vazgeçmeyeceğiz ve hem de ulaşmaya, edinmeye, ele geçirmeye çalıştığımız o büyülü hedef olan AB'nin bir kurallar bütünü olduğunu görmezden geleceğiz. O kurallar değil midir ki AB'yi düşünsel anlamda ve ekonomik anlamda büyük yapan...

Şimdi bu noktada madalyonun ters tarafından bakarak AB sürecini kendimiz açısından daha kabullenilebilir bir noktaya koymaya çalışalım. Türk insanı ulaştığı her yurt parçasını başkalarıyla paylaşma, başka kültür, din ve dillerle uzlaşmayı başarabildiğini tarihsel olarak ortaya koymuştur. Orta Asya'dan Anadoluya gelirken kendi kimliğimizi bir Fars etkisinden, bir Arap etkisinden koruyarak Anadoluya taşımadık mı. Bunun en büyük göstergesi. hâlâ TÜrkçe diye bir dilin varlığıdır. Pekala bunun yanında biz varlığımız sürdürüken bu toprakları bizden önce yurt edinen Yahudi, Ermeni, Sırp, Boşnak, Çerkez gibi milletler de hâlâ varlıklarını hem maddi hem de manevi anlamda sürdürmüyorlar mı? ELbette bazı sürtüşmeler, çatışmalar olmuştur. Ama hiç bir zaman tamamen bir asimilasyon ve soy sırım suçu TÜrk tarihinde belgelenememiştir.

Uzlaşma Türk toplumun genlerinde vardır. Bu uzlama kültürü sayesinde Türk kültürü hem maddi hem de manevi alanda çok zengin bir görünüm arzetmektedir.
İşte, zaman artık bu zenginiği daha da artırmanın ve evrensel anlamda kendi kültürümüzü dünya medeniyet ailesiyle paylaşmanın zamanındır. Türk insanı bu paylaşımdan daha zengin, daha varlıklı olarak çıkmayı başaracaktır. Atatürk cumhuriyetin ilk yılarında muassır medeniyeti ulaşılması ve aşılması gereken bir nokta olarak Türk insanının önüne koyarken, aynı zamanda oluşturduğu bazı sosyal kurumlara da benzer hedefleri göstermiştir. Söz gelimi Türk Dil Kurumu 1932 yılında kurulurken Atatürk'ün direktifiyle şu hedefi tüzüğüne almıştır: "Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek"

Görüldüğü üzere dünya dilleri ve dolayısıyla kültürleri arasında Türk dilinin ve kültürünün kendine yaraşır saygın yerini alması istenmektedir. Bu kendi içimizde öncelikle zenginliğimizin farkına varma ve bunu çağa uygun yöntemler ve çalışmalarla medeniyet ve kültürler ailesi ile paylaşma anlamına gelmektedir.
Burada İ. TEKELİ ve S. İLKİN hocalardan şu alıntıyı yapmama da izin verin: "...bizi ilgilendiren temel kuramsal soru, bu aşamada ortaya çıkar. Uluslara ayrılmış bir dünya içinde ulusüstü bir örgütlenme gereksinimi nasıl doğmaktadır? Bu soruyu yanıtlamak için yapılacak çözümlemenin yapı taşları ya da bireyleri uluslar olacaktır. Bu uluslararası işbirliğinin doğuş nedenlerini kavrayabilmek için uluslararası kurum kavramı yerine uluslararası uzlaşım kavramını kullanmakta yarar vardır. Toplumsal uzlaşımda bireyler işbirliği yapmakta özgürdür, ama toplumsal uzlaşım bir kurum haline dönüştüğünde, saptanan kurallar uymayı zorlayıcı mekanizmaları yani dıştan bir otoriteyi de yanında getirir."

Şimdi tekrar asıl nirengi noktamıza dönecek olursak, AB hedefi artık Türk insanı için, bir üst otoriteyi kabullenme seçeneği olarak değil de uzlaşılması ve bir zenginliğin paylaşılması gereken hedef olarak gösterilmelidir. Üstelik ekonomik olarak varolan pastanın çok adil şekilde paylaşılması zenginliğin artışına neden olacağı bütün ekonomistlerce de kabullenilmektedir. Türk insanının elindeki imkanları ve olanakları önce kendi içimizde adil olarak paylaşmamız gerektiği ortadadır.. Bu gereklilik, gelir dağılımında adaletin zorunlu olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Eğer Türk milletini çağdaş medeniyet seviyesine, ulaştırma, daha refah bir hayat içinde varlığını sürdürme gibi bir hedefimiz var ise, adaleti terk etmemeliyiz. Adalet duygusu yıprandığı ve terk edildiği an, asıl yıkım o zaman başlar.

Sonuç olarak AB bizim için bir üst otoriteyi kabullenme değil ulusların ulaştığı kültürel, sosyal ve ekonomik bir zengiliğin paylaşıldığı ve uzlaşı kültürünün yaşandığı bir biosfer olarak algılanmalıdır.
Mesut ÇETİNTAŞ

 
Toplam blog
: 14
: 691
Kayıt tarihi
: 24.03.08
 
 

1962 doğumlu, 1985 Gazi Üniv. İletişim Fakültesi Mezunu. 1985-88 arası Ajans Türk İşletme Müd. Yr..