Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ocak '13

 
Kategori
Futurizm
 

Abu Yemendir

Abu Yemendir
 

Bulunduğumuz yerden deniz üssü ve karayı çepeçevre kuşatan Aden Körfezi kuşbakışı görünüyordu. Aşağıdaki üsse göre mahrumiyet bölgesinde yaşıyorduk ama çektiğimiz zorlukların dolgun bir ücreti vardı: Güneşin doğuşunu ve batışını izlemek… Bu saatlerde gözlerini dört açmaları gereken nöbetçiler hariç, herkes işini gücünü bırakıyor, bu emsalsız doğa manzarasını seyretmeye koyuluyordu. Dört boyutlu çekim yapan son model kameralarla yaptığımız çekimler bütün donanmada meşhur olmuştu. Hatta o kadar ki Hint Filosu komutanı bile bizim mütevazı karakola çıkmış, elciğimizle demlediğimiz Rize çayını yudumlayarak güneşin batışını izlemişti.

Tabiatıyla buradaki işimiz nöbet tutmak ve güneşin doğup batışını izlemekten ibaret değildi. Zaman zaman şehre ve hatta üsse saldırmaktan çekinmeyen teröristleri gözetleyen en önemli karakol bizimkiydi. Tıpkı bir zamanların Güneydoğu Anadolu'sunda olduğu gibi gündüzleri uyuyor, geceleri gözlerimizi dört açarak aşağıdaki zorlu araziyi taramaya başlıyorduk. Gerçi silah teknolojisi ve elektronik gözetleme teknikleri o yıllara göre çok çok gelişmişti ama iş sonunda gelip Mehmetçiğin kas ve sinir gücüne dayanıyordu. Teknoloji harikası gözetleme cihazlarımız aşağıda şüpheli bir durum tespit eder etmez operasyon gücü harekete geçiyor, sinsice şehre sokulmaya yeltenen teröristlerin önünü kesmeye çalışıyordu. Eğer sıkıyı görüp hemen geri dönmezlerse kumların üzerinde ölümcül bir mücadele yaşanıyordu. Operasyonlarımız hemen her zaman teröristlerin geri püskürtülmesiyle sonuçlanıyordu ama bu arada da acı dolu o Yemen türküsü bir kez daha tekrarlanmış oluyordu.

Abu yemendir, gülü çemendir / Giden gelmiyor, acep nedendir.

Son zamanlarda kendimize yeni bir görev daha edinmiştik. Asıl işimiz olan halkın güvenliğini sağlamak için hükümet kuvvetlerine yardım etmek ve üssümüzü korumak dışında, uzak yakın çevrede yitip gitmiş Eski Türk mezarlarını bulmaya çalışıyorduk. Çünkü burası bir zamanlar “ gidip de gelmeyenlerin “ acı yurdu olmuştu. Anadolu’nun dört bir yanından buraya gönderilen fidanlar; Yemenli asilerin bitip tükenmeyen saldırılarıyla birer birer erimişler, sonunda da Osmanlı buraları terk edince dağa taşa karışan mezarlıklarda yapayalnız kalmışlardı.

İşte biz bu mezarlıkları buluyor, yeniden düzenleyerek onlara olan minnet borcumuzu çok gecikmiş olsa da yerine getirmeye çalışıyorduk.

Arazi taramalarında yerli rehberlerden yararlanıyor, Türk mezarlığı hakkında bir şeyler bilen yaşlılara danışıyorduk. Sonra da bu rehberlerin öncülüğünde araziyi karış karış tarıyor, mezarlıklara bakıyor, şehitlerimizden bir iz bulmaya çalışıyorduk.

Hesapta sağda solda gizlenen teröristlerle çatışmak ihtimali de vardı. Herşeye rağmen yeni bir şehit mezarı keşfedince çocuklar gibi sevinç duyuyorduk.

Bulunduğumuz yerden elli kilometre kadar uzakta yeni bir mezarlık bulunduğu haber verilince yirmi kişilik bir rangere doluşarak, koordinatları tespit edilen yere doğru yola çıktık. Rangerler her tarafı zırhla kaplı, üzerinde monteli etkili silahlara sahip uçan tanklardı. Airmobil denilen uçan otomobillerin geliştirilmesiyle icad edilmişti. Savaş meydanlarının en vurucu silahlarından biriydi. İçindeki savaşçıları her türlü saldırıdan koruduğu gibi hızla uçabilmesi nedeniyle çok kısa zamanda hedefe ulaşabiliyor ve taşıdığı komandoları istediği yere indirebiliyordu. Klasik tanklar hâlâ kara birliklerinin bel kemiğini oluşturmakla birlikte yerlerini yavaş yavaş rangerlere bırakacak gibi görünüyorlardı.

Belirlenen noktaya vardığımızda dikkatlice etrafı tarayarak güvenli bir yere iniş yaptık. Derhal çevre güvenliğini sağlayarak mezarları aramaya başladık.

Gerçekten de küçük bir taşlık tepenin üzerinde eskiden kalma olduğu anlaşılan bir grup mezar vardı. Yanımıza getirdiğimiz portatif kazı makineleriyle toprağı eşelediğimizde bu yer hakkında bilgi veren kişinin yanılmadığını anladık. Mezarlar yerli mezarlarına benzemiyordu. Biraz daha kazınca kemiklerin üzerinde lime lime olmuş asker giysilerini bulmakta gecikmedik. Hiç şüphesiz bunlar şehit Mehmetçiklerdi ve şehit düştükleri için elbiseleriyle birlikte gömülmüşlerdi.

Tam mezarları kapatıp, düzenleme işlemlerine başlıyorduk ki ortalık birden silah sesleriyle inlemeye başladı. Aldığımız onca tedbire rağmen bulunduğumuz yere sızan birkaç terörist üzerimize şiddetli bir ateş açmışlardı. Çok şükür ki Mehmetçiğin açık mezarları delik teşik olmamızı engellemişti. Ardından da 130 yıl önceki silah arkadaşlarımızla omuz omuza çarpışarak saldırganları çok kısa bir zamanda saf dışı bırakmıştık. Tabii bu arada bizim ranger de havalanmış, yukarıdan tabak gibi gördüğü düşmanı lazer yağmuruna tutmuştu.

Mezar içerisine yatmış, teröristlere karşılık verirken yanımda yatan kemikleri kalmış Mehmetçiği düşündüm. Acaba nasıl şehit olmuştu? Belki de yakındaki bir Türk karakoluna saldırı haberi almışlar, yardıma giderlerken de asilerin tuzağına düşmüşlerdi. Bütün Arap yarımadasında cirit atan Lawrenslerin dağıttığı çil çil altınlarla gözü dönmüş bedeviler; binlerce kilometre öteden buralara gönderilmiş Mehmetçiğe “ Din kardeşiyiz” dememişler, sağda solda pusular kurarak acımasızca katletmişlerdi.

Teröristler bertaraf edilince mezarları rahatça düzenleyebildik. Başuçlarına birer ay yıldızlı mezar taşı dikip geri dönmek için toparlanmaya başladık. Düzenlediğimiz bu mezarlar zaman zaman, malum eller tarafından tarumar ediliyor ama inadına tekrar gelinip yapılıyordu.

Rangerle karakola doğru uçarken ufukta güneşin batışı vardı. Çok uzakta olduğumuzdan körfeze yaptığı o muhteşem dalışı göremiyorduk.

Kısa bir süre sonra karakola ulaştığımızda üssün açığında o bildik ışık denizini gördük. Piri Reis uçak gemisi uzun bir sefer görevinden daha Yemen üssüne geri dönmüştü.

             

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..