Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Nisan '19

 
Kategori
Kitap
 

Aç Ayı Oynamaz Ama!

                Söyleyecek ne kadar güzel
                               sözlerim vardı insanlara
                bana hiçbirini söyletmediler.
                Hep aynı bokun soyudur
                               en kötünüz, en iyiniz.

                                            NÂZIM HİKMET

                1940’lı yılların ilk yarısı… Bütün hızıyla devam etmektedir; 2. Dünya Savaşı. Düşman sınırımıza dayanmış.         

                Eli silah tutan tüm erkekler asker… Onca asker nasıl beslenecek?

                Tarlaları kim ekip biçecek, harmanı kim savuracak? Bir de kuraklık olmasın mı?

                Sonuç mu?

                Sonuç ekmek kıtlığı…

                Ve karneyle verilmeye başlanır ekmek.

                O savaş ve kıtlık yıllarında açılan Köy Enstitüleri’ne de yansır bu durum.

                Günde ancak 300 gr ekmek verilebilir öğrencilere. Hem büyüme ve gelişme çağındadır öğrenciler, hem de kendilerine gerekli olan derslik, yatakhane, hamam gibi binaları yapmak için var güçleriyle çalışmaktalar.

                Düşünün bir, 300 gr ekmek nesine yeter; o delikanlıların?

                Yurdun her yerinde yaşanan bu ekmek kıtlığı Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde de yaşanır elbet. Açlık insana neler yaptırmaz?

                Mevsim bahardan yaza dönüp de ekinler başağa dönüştüğünde, açlıktan mideleri kazınan öğrencilerin çoğu, çevre tarlalardan topladıkları buğday başaklarından, buğday taneleriyle doyurur karınlarını.

                Köylüler, gerçeği öğrenince kıyamet kopar: Topluca okul yönetimine gelip, “Öğrencileriniz ekinlerimizi yiyor.”  diye şikâyet ederler.

                Ninem ve anneannem gibi annem de, “Tanrı kimseyi açlıkla terbiye etmesin!” diye dua ederdi hep. Kıtlık yıllarında yaşadıkları için, açlığın ne kötü, ne felaket bir şey olduğunu çok iyi biliyordu çünkü onlar.

                Sözgelişi, şimdi size, içinde 5-6 kg buğday olan bir torba hediye etseler, ne düşünürsünüz?

                Sevinip memnun olur, teşekkür üstüne teşekkür mü edersiniz, yoksa?..

                Ya da siz bir akrabanızı, bir dostunuzu ziyarete giderken, bir torba buğday götürür müsünüz?

                Ne size böyle bir hediye getiren olur, ne de siz böyle bir hediye götürürsünüz, değil mi?

                “Neden böyle bir soru sordun öyleyse?” diyeceksiniz.

                Kepirtepe Köy Enstitüsü ilk mezunlarından öğretmen Yusuf Asıl’ın bir anısını anlatmak için:

                1940’lı yılların ilk yarısı… Yusuf Asıl, birkaç arkadaşıyla birlikte ahır çatısı yapımında çalışmakta… Ahırlar, derslik olarak kullanılan ana binadan oldukça uzakta, yamacın arkasındadır. Bu yüzden, işi yaptırmakla görevli olan öğretmen İrfan Bey, pek seyrek uğramaktadır oraya.

                Bir gün, İpsala’dan İbriktepeli Hüseyin Serin, elinde 5-6 kg’lık bir torba ile gelmesin mi?

                Bütün arkadaşları merak içinde…

                -Ne var bu torbada?

                -Buğday, buğday!..

Çatıda çalışan öğrenciler için, bundan daha güzel bir haber mi olur!

İyi de, nerden bulmuştur Hüseyin bu torbayı?

Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim! Ama bakla ıslanmaz ki bizim ağzımızda. Söylüyorum işte:

“Okula tohumluk olarak getirilen buğdaylardan aşırma…”

İbriktepeli Hüseyin’in bu davranışını onaylamışlar mıdır arkadaşları; yoksa:

“Ne yaptın sen arkadaş? Ayıp değil mi bu senin yaptığın? Tohum olmazsa, ne ekeceğiz biz tarlaya? Beş kilo tohumdan en az 100 kilo buğday üretiriz. Senin bu yanlış davranışın yüzünden ne büyük kaybımız olacak. Düşünemedin, hesap edemedin mi bunu? Yazık değil mi? Günah değil mi? Bunu nasıl düşünemezsin sen? Ülkemizde kıtlık olduğundan haberin yok mu senin? Bu torbayı nerden aldıysan, derhal götürüp koy oraya!” mı demişlerdir?

                Var mı bir tahmininiz?

                Demek istiyorum ki, siz olsanız ne yapardınız? Yani:

                “Aferin Hüseyin, çok iyi yapmışsın?” mı derdiniz, yoksa:

                 “Hiç yakıştıramadım bu davranışı sana” deyip ayıplar mıydınız O’nu?

                “Sen olsan ne düşünür, ne yapardın?” deyip siz de bana mı soruyorsunuz?

                Bu sorular bir kenarda dursun da, Yusuf Asıl öğretmenin anlattıklarına bakalım biz:

                Ahır çatısında çalışan gençler, arkadaşları Hüseyin’in bir torba buğday bulup getirmesine çok sevinirler. Tümü açtır çünkü.

                Önce kavurarak yemeyi denerler. Bu mutlu etmez onları. Çabucak tükenme tehlikesi vardır.

                Bereketli olması için, pişirerek yemeyi düşünürler. Bir teneke bulup ateşte kaynatırlar. Su içinde pişen buğday, bulgur haline gelince çoğalır. Neredeyse bir teneke pişmiş buğday! Oh be!..

                İştahla yiyip doyururlar karınlarını. Hem de üç gün boyunca.

                Normal bir zamanda, tohumluk buğdayın yenmesine hiç kimse razı olmaz.

                Böyle yanlış bir iş yapmak isteyene pek çok insan engel olur. Engel olamazsa bile ayıplar. Ama aç insan, doğru düşünemez.

                Açlık, insana her türlü yanlışı yaptırır. İşte bu yüzden, aç olan İbriktepeli Hüseyin ve arkadaşlarının, yaptıklarının yanlış olduğu düşüncesi akıllarının ucundan bile geçmemiştir hiç.

                Aç insana her türlü kötülüğü yaptırabilirsiniz.

                “Aç ayı oynamaz”  demiş atalarımız.

                Evet, bence de oynamaz.

                Ama şunu asla unutmayalım:

                Aç ayı, açlığını gidermek için boğazımızı sıkar, ciğerimizi çıkarıp yer.

 

 

-------------------------------------------------------------------

 Not: Bu yazının iskeletini oluşturan anı, eğitimci yazar Ayhan Tunca’nın Köy Enstitülerive Kepirtepe adlı kitabında yer almaktadır.  

                                                                                                             

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..