Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Kasım '19

 
Kategori
Anılar
 

Acı Acı Güldük

1 Kasım. Cuma. Yıl 1985. Bursa E Tipi’ den cezası on iki ayın altına düşen Siyasi Tutsakların, tarihinde ilk kez yarı açık bir cezaevine gönderilmeleri…

      Mudanya. Sıcacık bir sonbahar güneşi, parıldayan denizin yüzünü yalayarak geminin güvertesine çıkıyor, selam duruyor, gülümsüyor yüzümüze.  On kişi kadarız. Başımızda bir astsubay ve birkaç silahlı asker duruyor.  İki kişiye bir kelepçe takıyorlar. Yolcuların gözleri üzerimize yoğunlaşmış. Acımayla karışık farklı bir duyguyla bakıyorlar... Geminin rotası İmralı Yarı Açık Cezaevi… Armutlu’da Yunus sürüsü geminin peşine düşüyor, yarış halindeler.  Dalıp dalıp çıkıyor, neşeyle yüzüyorlar. Uzun zamandır ilk kez denizi ve yunusları görüyoruz. Bir umutlanıyoruz ki; kelimelerle anlatılmaz. Deniz, hava, tost, çay her şey yanı başımızda mis gibi kokuyor. İçimize çekiyoruz... Manzara müthiş, çivileniyor benliğimize âdeta. Üzerimizdeki mahpus psikolojisini fırlatıp atıyoruz. Yeni, yepyeni bir insanız artık.
Karanlık erken çöküyor. Uzakta birkaç ışık kümesi göz kırpıyor. Gitgide yaklaşıyor. Gemi yavaşlıyor gibi. İskeleye yanaşıyor. Yanaştı. Ve iniyoruz. Mahpuslardan oluşmuş bir kalabalık koşarak karşılıyor bizi. Tek tek yüzlerimize bakıyorlar. Arada bir tanıdık bulurum umuduyla. “Hoş geldiniz” diyerek elleri boş geriye dönüyorlar.
İmralı’dan bir yetkili: “Hoş geldiniz.” diyor gülümseyerek. Önümüze düşüyor, takip ediyoruz onu. Büyükçe bir binanın içine giriyoruz. Önce kelepçelerimiz çözülüyor, ardından üst baş araması yapılıyor. İşleri bitince, bizi karşılamaya gelen arkadaşlardan birine teslim ediyorlar.
“Önce bir şeyler yiyelim.” diyor sarı saçlı, mavi gözlü, saçları özenle taranmış, güleç yüzlü biri. “Cengiz ben,” deyip kendini tanıştırıyor.  Yeni gelenlerin alıkonulduğu, misafirhaneye götürüyor bizi. Yere gazete kâğıtlarının üzerine sofra kurulmuş, dizlerimizin üzerine çöküyoruz. Tavuk butları, köfte, lahmacun, yeşil soğan, roka, maydanoz, marul, domates… Yumuluyoruz hemen.  Cengiz bakıp bakıp gülüyor. Ardından bir çatal ve bıçağı eline alıp, “Arkadaşlar bu bir çatal, bu da bıçaktır!” diyor. Herkes önce şaşırıyor sonra kıkır kıkır gülüşüyoruz. Kimse elini çatala ve bıçağa sürmüyor yine de.
Yemekten sonra bir demlik çay geliyor. Cam bardaklarda çay içmenin zevkini yaşıyoruz. Dışarda köpek havlamaları duyuluyor, ardından kuş sesleri…
“Bu gecelik burada idare edin.” diyor Cengiz arkadaş, “yarına beton binaya geçersiniz.”
Koğuş birkaç odadan oluşuyor. Tavan kontrplakla kaplı. Odalarda iki katlı ranzalar var. Kimi ranzaların elle tutulur yanı yok. Yayları bozuk, bir bez parçası gibi yere sarkık. Yataklar ve çarşafları temiz ama. Upuzun bir koridoru var. Tuvaleti ve lavabosu koridorun en sonunda. Musluktan deniz suyu akıyor. Adanın temiz su şebekesi yok gibi.  Zemini tahta kaplama. Yürürken gıcırdıyor, yıkılacakmış gibi sarsılıyor.
Herkes kendini bir ranzaya atıyor. Odanın penceresini aralıyorum. İstanbul’un ışıkları görünüyor uzaktan. Denizde yakamozlar parıldıyor, balıkçı motorlarının sesi doluşuyor odaya. Seviniyorum, içim bir hoş oluyor. Soğuk orada fazlaca kalmama engel oluyor. Yatağıma uzanıp bir süre hayaller kurarken, uykuya dalıyorum... Gecenin ilerleyen bir vaktinde uyanıyorum. Koridora çıkıyorum, parmak uçlarıma basarak sessizce ilerliyorum. Yine de sesler çıkıyor.Tahtanın gıcırtısı kulağımı tırmalamıyor yine de. Özlemden olsa gerek. Lavaboda yüzümü yıkarken musluktan deniz akıyor. Sessizce odaya dönüp ranzama yatıyorum.
Sabah uyanıp sırayla lavaboya gidiyoruz. El yüz yıkandıktan sonra pencereye koşmak için aramızda bir yarış başlıyor. Manzara muhteşem güzel... Deniz, köpüklü dalgalar, kum gemileri, balıkçı tekneleri, martı sesleri… Dışarı çıkıyoruz sonra. Etrafımız yemyeşil; yeşilinin her tonu var neredeyse. Ağaçlar; çam, servi, akasya…
Hafif bir yel deniz kokusunu taşıyor... Derin bir oh çekiyoruz. “Ulan “ diyor Sarı Ahmet, “cennete mi düştük ne?”
Gülüşüyoruz.
Güneş yüzünü gülümseyerek gösteriyor. Sahile doğru iniyoruz. Ağaçlar yapraklarını döküyor hâlâ. Yerlerde biriken bir yaprak denizi. Yaşlı bir adam, yere eğilmiş, elindeki süpürgeyle yaprakları süpürüyor, diğer elinde tuttuğu uzun saplı, tenekeden bozma çöp tenekesine dolduruyordu. Bizi fark edince, doğruldu. Selam verip selam aldı. O sırada bir rüzgâr çıktı. Âdeta bir hortum gibi döne döne yerdeki her şeyi dağıtıp önüne kattı. Adam süpürgesiyle yaprakların üzerini kapatmak istediyse de gücü yetmedi. Tenekedeki yapraklar havaya savruldu. Onları yakalamak istercesine yaşlı adam elinde süpürgesi ve çöp tenekesiyle arkalarından koşmaya başladı. Gülmeye başladık. Gülmekten ağrıyan karnımızı tutuyorduk.
Sonbaharı yaşıyorduk. Bu bir imge değil, gerçekti. Yaşamak her şeye karşın güzeldi.
İskeleye indik. Gençten biri hızla koşarak yanımızdan geçti. Neredeyse Kadir’e çarpıp denize düşürecekti. Bir yandan da bağırıyordu:
“Elini çabuk tut oğlum!” diyordu.
“Tamam, ulen patlama, geliyorum.” diyordu ötekisi. Yirmi beş yaşlarında, göz torbaları şiş şiş, akşamcılara benziyordu. Yanımızdan hızla geçti. Geriye döndü sonra. “Siz yeni gelenler olmalısınız. Hoş geldiniz,” dedi, “ama hiç zamanım yok. İşimiz bitince yanınıza gelirim. Bol bol lak lak yaparız. Hadi eyvallah.”
“Güle güle…” dedik. Gözümüz iskele üzerinde telaşla sağa sola hareket eden bu iki kişide.
“Çabuk oğlum, tut şunun ucundan.” diyordu, yine aynı kişi. “Görmüyor musun karabatak suya daldı.”
 Karabataktan kaçan gümüş balıkları birazdan iskelenin altından geçecek. İki ucuna kalın ip takılı, bir süzgeç gibi delikli, dikdörtgen şeklindeki ağı suya bıraktılar. Gözleri suda. “Şimdi kaldır!” diye bağırdı, göz torbaları şiş şiş olan. Aynı anda sudaki ağı çekip iskelenin üzerine boşalttılar. Gördüğümüz manzara karşısında şaşırmadık değil. İşin içinde iyi  bir gözlem, ince bir çalışma vardı. İskele üzerinde binlerce balık raks ediyor gibiydi. Birkaç kedi bitiverdi birden. Ötekisi kedilere bir tekme savurdu: “Sıranızı bekleyin ulan!” diye bağırdı. Kediler onu anlamış gibi oldukları yere pustu.
Gümüş balıklarını ayıklamaya başladılar. Yenilemeyecek durumdaki küçük balıkları hızla denize geri atıyorlardı.
Onları izlediğimizi fark edince ikisi de yanımıza kadar geldi.
 “Naci ben.” dedi gözaltları şiş şiş olan.
“Ben de Kadir.” dedi ötekisi.
Tanıştık. Kadir uzakta gördüğü birine doğru bağırdı:
“Len bir kova kap da gel!”
Kova tepeleme gümüş balıklarıyla doldu. Kalanı kedilere kaldı.
Ellerinde balık dolu kovayla sahile indiler. Biz de iskelede boyaları dökülmüş, paslı, demir bir banka oturduk. Gözlerimiz önümüzde gelip geçen gemilere takıldı.
Masmavi bir deniz, martılar, kuşlar, balıklar… Su berrak ve ortalık çok sakindi.
“Huzur bu olmalı.” dedik aynı anda.  Acı acı güldük. 

 
Toplam blog
: 62
: 233
Kayıt tarihi
: 12.01.12
 
 

1977-78 İzmir Namık Kemal Lisesi Edebiyat Bölümü mezunuyum. Çesitli dergi ve sayfalarda öykü, den..