Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Mayıs '07

 
Kategori
Sosyoloji
 

Acı haber

Acı haber
 

Posta kutuma öyle pek sık bakmam. İşim düştükçe, birine mail göndermem gerektiğinde, gelen maillere de bir göz atarım. Sabah sabah bir telefon geldi. Dün akşam göndermem gereken bir mailin gelmediğinden şikâyetçiydi karşıdaki ses. “Gönderdim” dedim, güvenle ve ısrarla. Çünkü gönderdiğime emindim.

Hemen giden kutusunu açıp kontrol etmek istedim. Mail sayfamı açtığımda, bir dakika önce gelmiş acı bir haberle karşılaştım: Yıllardır kanserle boğuşan sınıf arkadaşımız vefat etmişti. Has çocuktu, can dosttu Nuri. Ortaokul ve liseyi birlikte okumuştuk. O tahsiline Fransa’da devam etme kararı alınca üniversite hayatı bizi birbirimizden ayırdı. Daha sonra da evlenip oraya yerleşti. Ama hiç kopmadık. Hep haberleştik, görüştük.Biz liseden mezun olduğumuzda (1969) Üniversitede olaylar yeni başlamıştı. Liseler henüz masumdu. Belki bazı yerlerde lokal olaylar olsa da, genelde durum daha az siyasiydi. Hele bizim okulumuz bu anlamda daha da kültürel ağırlığını hissettiren bir yapıya sahipti.

Gerçi şimdilerde gençlerin siyasal görüşe sahip olması gerektiğinden yola çıkılarak, okullarda öğrencilerin de politik olaylara karışmaları övünülecek bir şeymiş gibi abartılıyor ama, ben öğrencinin daha çok okulu ve dersiyle ilgilenmesi gerektiğini düşünenlerdenim.Üniversite fikir bazında siyasal görüşlerin belirlendiği bir dönem olabilir. Ancak bu belirlenme, fakültede egemen olan güçlerin etkisi, baskısı veya tepkisiyle değil, tam tersine düşünce ekseninde insanın artık kendi kendine bir şeyler üretebilme, gördüğü, yaşadığı olaylardan ders çıkarabilme, bütün bu olup bitenlerin bir mukayesesini ve muhakemesini yaparak bir kanaat oluşturma yeteneğini geliştirmesi şeklinde olmalıdır.

Nuri’yle ayrı düştükten bir müddet sonra onunla fikirlerimizin ayrı noktalara sürüklendiğini farkettik. Herkes hür iradesiyle kendi hayatını biçimlendirme özgürlüğüne sahiptir. Buna hiç kimsenin karışmaya hakkı yok. Aslında gerçekten üniversite çağına kadar keşke çocuklara hiçbir ideolojik anlamda baskı yapılmasa. Sonra onlar kendi inançlarını, felsefelerini, dünya görüşlerini kendileri seçseler, ne kadar demokratik olurdu?


Ancak ülkemizde bu görüş savunuluyor gibi görünse de, herkes kendi inanç, düşünce ve siyasi görüşünü takım ruhu aşılar gibi çocuğuna telkin etmekten geri durmuyor. Çünkü aksi takdirde farklı görüşte bir evlatla karşı karşıya kalma riski var.Sanırım 12 Eylül 1980 harekâtında bir-kaç ay önceydi. Bir yaz günü Sirkeci’de Büyük postane önünde yine liseden bir arkadaşıma rastladım. Fakat onunla yaklaşık 10-12 yıldır görüşmüyordum. Ortalığın karmakarışık olduğu günler. Sağcı, solcu, milliyetçi, adlarını hatırlayamadığım sadece sessiz harflerden oluşmuş kısaltmaları olan bir sürü örgüt, hepsi de gençlik adına ortada kol geziyor.

Selam kelam faslından sonra havadan sudan konuşup ufak elenselerle arkadaşımın hangi gruba ve hangi fraksiyona mensup olduğunu keşfetmeye çalışıyorum. Verdiği cevaplar ve karşı sorularla aynı numarayı o da bana çekiyor.O kadar iğrenmiştim ki o gün insanlığımdan, kaç yıl aynı sınıfta beraber okuduğum arkadaşımın, arkadaş olması, daha da önemlisi insan olması yetmiyor, hangi gruptan diye onu incelemeye alıyordum.

Böylesine insanlık dışı olayların yaşandığı o karmaşa günlerinden 5000 evladımızı maalesef boşu boşuna şehit vererek 12 Eylül’e geldik.Fraksiyonlar arasında da pek çok olaylar yaşanmış olmakla beraber, ölümcül olayların kahir ekseriyeti, rahmetli Ecevit’in savunduğu solcularla, rahmetli Türkeş’in koruduğu ülkücüler arasında çıkıyordu.

Türkeş göremedi ama, Ecevit MHP ile koalisyon yaparak ülkeyi yönettiği günleri gördü. Ne için ölmüştü o kadar insan, o kadar genç, o kadar asker, kim için ölmüştü, öldürülmüştü? Kendi kendime sorup hâlâ cevaplayamadığım bir sorudur.

Başta üniversiteler olmak üzere, sokaklarda, caddelerde olaysız, cenazesiz bir gün geçmezdi. İnsanlar karanlık basmadan evlerinin yolunu tutar, kimse dışarıya çıkamazdı. Kurtarılmış bölgeler o günlerden kalma acı bir hatıradır.

Kutuplaşmanın iyi bir sonuç doğurduğuna örnek verilebilecek dünyada hiçbir olay yoktur. En basit aileler arasındaki kan davası bile sürekli bir o taraftan bir bu taraftan öldürülen insanların acılarıyla devam eder.Sağcı ve solcu ayırımıyla milleti ikiye bölmenin, bu iki kesimi şimdi bir de iktidar kavgasının tarafları haline getirmenin, “kazansan da sana kazandırmam” tehdidiyle seçimlere ve Türkiye’nin geleceğine ipotek koydurmanın, bu ülkeye, bu topluma kazandıracağı zerre kadar iyi bir şey olamaz.

Vatandaşın cumhuriyete sahip çıktığı bayrak mitinglerinde, gelincik tarlasını andıran güzelliklerle bir araya gelen yüz binlerce insan, müthiş bir başarı gerçekleştirmişti. Bu mitinglerin tek yanlış tarafı, solu birleşmeye çağıran sloganlarıydı. Sol belki bundan bedava bir güç kazandığını düşünüyor olabilir ama, cumhuriyet ve bayrak aşkıyla oraya gelenlerin hepsini solcu kabul etmek gibi sosyal bir yanlışlığın ceremesini de çekecektir.

Daha da acısı ve daha da önemlisi, bu mitingleri sadece sol görüşlü insanların oluşturduğu tek bir kesimin desteklediği izlenimi verilerek, halkın sağ ve sol şeklinde yeniden ikiye bölünmesi gibi bir faciaya çanak tutulmuştur. Bu keskin ayrımın hiç kimseye faydası olmayacak, ama çok zararı dokunacaktır.

Geçmişte yaşadığımız acıların benzerini bir daha yaşamak istiyor muyuz ki, aynı hatayı tekrarlamaktan kaçınmıyoruz. Şu anda öyle bir dönemdeyiz ki, o günleri birebir yaşayanlar henüz aramızda. Burada bilenlerin bilmeyenlere bu ayırımcılığın sonunda ortaya çıkan ciddi tehlikeleri anlatması lazım.

Böyle bir durumda bu tehlikeyi önleyemezsek, yıllar sonra, unutulup giden 1980 öncesi, gençler için yaşanması gereken bir macera olarak görülecektir. Yaşama hakkının kutsallığına inanan hiç kimse için, ölümüne maceraların imrenilecek ve teşvik edilecek bir tarafı olamaz.

Tabii bu tür olaylardan asla kendisine bir zarar gelmeyecek olanlar hariç…

Fakat bu sefer çok daha farklı, çok daha kanlı olayların olması bile önlenemeyebilir. Bir “iç savaş” ihtimalini dillendirenlerin tahminleri tutarsa, neler yaşayabileceğimizi varın siz hesap edin.

Herkesin eninde sonunda mutlaka ölümü tadacağı bir dünyada, insanın hem kendisinin hem başkasının yaşam hakkına tecavüz etmek, onun mutlu olmasını kıskanmak, hayatı insanlara zehir etmek, yaşanılacak bir dünyayı başına geçirmek için nasıl bir sebebi olabilir? Ruhen sağlıklı olan hiçbir insanın böyle aykırı bir yaşama “evet” demesinin mümkün olabileceğini sanmıyorum.

Hepimiz ancak ölünceye kadar yaşayabiliyoruz. Hayatta olduğu sürece insanın hem hakkı hem görevi olan tek şey, daha iyi yaşamak ve yaşatmaktır. Bu kadar kısa bir hayatın başka da bir anlamı ve gayesi zaten yoktur. Kırk küsur yıllık bir arkadaşımı kaybetmenin hüznüyle, aklımdan geçenleri sizlerle paylaşmak istedim.

Sevinçli, neşeli, hayat dolu, ölümü hiç aklıma bile getirmediğim günlerde de bunlardan farklı bir şey düşünebileceğimi sanmıyorum.

Hayat güzel, yaşamak güzel, her can için, her canlı için… Herkesi bu güzelliği paylaşmaya davet ediyorum.

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..