Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Nisan '09

 
Kategori
Anılar
 

Acı tarlasında bir minik gonca !

Acı tarlasında bir minik gonca !
 

 

Berbat bir gündü. Sabah duşunu yol kenarındaki su birikintisiyle yaptı. Herkesin aksine, o teşekkür etti duşlamadan sorumlu kamyonete! Uzun zamandır yaşam uyumsuz insanlara karşı bu yöntemi kullanıyordu. Teşekkür ediyordu. Hem kavga çıkmıyor hem de deşarj oluyordu. Koltuğunu hazmetmekte zorlanan müdürüyle de arası hiç iyi olmamıştı. Yaptığı her iş, ağzından çıkan her söz yanlıştı. Akşamı iple çeker, saat 6 olmadan da çantasını toplamaya başlardı. İşteki huzura inanmayan müdürü, akşam mesaiye neden kalmadığını hep merak ederdi. Başını kaldırmadan onu izlerdi. Bunu bilirdi. Umrunda da değildi. Oldukça uzun sürerdi eve varışı. Gazetelere bakar, TV’de gezinirdi biraz. Sonra da bilgisayarının başına geçerdi. En sevdiği şey, mIRC’daki insan manzaralarıydı. Dünyayı gezmeye çıkardı. İlk sorunun a-s-l olmasına da fitil olurdu. O akşam da çayından bir yudum aldı ve “Marcelle” nick’ini tıkladı. O tıkla hayatının en üzüntülü günlerine ayak attığını bilemezdi. Marcelle 26 yaşında, evli ve 4 yaşında bir kız çocuk annesiydi. İtalyan asıllıydı ve Boston, ABD'de yaşıyordu. Bir markette kasiyerdi. Daha ilk satırlarda onunla konuşmaktan çok keyif aldığını fark etti. O da bir Pavarotti hayranıydı ve her ikisinin de favori parçaları aynıydı, “Nessun Dorma.” Belki de Akdenizli olmasından kaynaklanıyordu kolay kaynaşmaları. Marcelle gerçek ismiydi. Resmini de göndermişti. Çok hoş bir kadındı. Gün içinde yazışamıyorlardı ve akşamı iple çekiyordu. Akdeniz yemekleri konusunda da çok bilgiliydi ve muhteşem yemeklerden bahsediyordu. Belki bir gün ona da yapardı. Bir ay kadar sonra Marcelle’de bir durgunluk sezmeye başladı. Bazı akşamlar net’te olmuyordu. Ertesi gün de basit mazeretlerle geçiştiriyordu. Bir akşam, “Sesini duymak istiyorum.” dedi adama aniden. Beklenmedik bir hamleydi bu. Ertesi akşam konuşmak üzere sözleşip, telefon numaralarını değiştiler. İşten çıkmadan arayacaktı onu. Acaba nasıl bir ses tonu vardı, aksanlı mıydı; merak, endişe ve heyecan içinde uyudu. Sabahın köründe onu ezmeye çalışan arabaya gülümsedi. Hatta, sevimli müdürüne bile “Günaydın, nasılsınız bu sabah?” dedi.

İlk denemesinde numaraları çeviremedi, kapadı. Kalbi güm güm atıyordu. Konuşamayacağını düşündü; ama Marcelle de bekliyor olmalıydı. Üçüncü denemesinde başardı. Titreyen sağ kolunu da sol eliyle tuttu. Karşıdaki telefonun çaldığını duymasıyla kalp atışları yüz metre öteden duyulur hale geldi.

“Şey! Merhaba Marcelle, nasılsın? Tanrım, çok heyecanlıyım!” dedi. Diyebildi.

Marcelle’in sesi olağanüstü güzeldi. İngilizcesinde de İtalyan aksanı yoktu. Bir saate yakın konuştular. Suratsız müdürü hangi iş konuşmasını yaptığından emin değildi ve merak ediyordu.

“Son zamanlarda mutsuz olduğunu hissediyorum Marcelle. Hayrola, bir derdin mi var?” diye sordu ürkerek.

Sessiz kaldı bir süre kadın. Sonra da acı gerçeğini paylaştı. Ağlıyordu da sanki.

“Zaten eve sarhoş geliyor. Sonra da beni dövüyor hayvan! Hem de Hannah’ın gözü önünde.”

Duyduklarına inanamadı. Kulakları çınlıyordu. Kocasından bahsediyor olmalıydı. Marcelle de hıçkırarak ağlamaya başladı. Neden polise şikayet etmediğini sordu. İtalyandı ve kendi kuralları vardı. O’nun yanında olmak istiyordu; ama ondan binlerce mil uzakta kendini çaresiz hissetti. Artık akşam yazışmaları hep o gün ne kadar dayak yediğiyle ilgiliydi. Acaba polise o mu şikayet etseydi. Bir gece sabaha karşı çalan telefonla yataktan fırladı. Karşıdaki ses, “Kurtar beni.” diye çığlıklar atıyordu! Ne yapacağını bilemedi. Kendini dışarı attı. Son aylarda yaşadıklarına bir anlam veremiyordu. Bu çok karanlık bir manzaraydı ve nereden seyretmesi gerektiğini de bilemiyordu. Artık Marcelle’le haftada ancak 1-2 kez görüşmeye başladılar. Çok yorgun olduğunu ve kolunu kaldıracak hali olmadığından bahsediyordu. Genç kadın çok mutsuzdu. Bazen anneannesi gelip Hannah’ı alıyordu. Kafasında onlarca düşünceyle gidiyordu işine adam. Müdürünü filan da düşünecek hali yoktu. Marcelle de 5 gündür yoktu ortalarda. Cesaretini toplayıp, telefonu çevirdi. Küfür ederek açtı telefonu adamın biri. Marcelle’in bahsettiği hayvan olmalıydı. O’nun tanıdığı hayvanlarla hiçbir ilgisi olmadığını düşündü. Sürekli küfür ediyordu. Kapattı telefonu. Bir daha bunu denemeyecekti.

Üç hafta geçmişti, Marcelle’den haber alamıyordu! O’na neler olduğunu tahmin edemiyordu. Acaba annesinin yanına mı sığınmıştı. Merak ve endişe onu yiyip bitiriyordu.

Acı bir korna sesiyle durdu. Yolun ortasındaydı. Arabadan yarı beline kadar sarkan şöför, “Kafayı mı yedin birader, ne duruyorsun yolun ortasında?” diyordu. O’na baktı; ama gördüğünden emin değildi. Adam arabasından aşağı indi ve koluna girdi. “Abi, iyi misin, hasta mısın yoksa?” dedi. En kötü yerden izliyordu manzarayı. Masasına konan çay bardağına dokundu. Soğuktu. Epeyce süre geçmiş olmalıydı konulalı. İsteksizce açtı çalan telefonu. Hiç konuşacak hali yoktu. Müdürü çağırıyorsa da "Gelemeyeceğim.” diyecekti. Belki de askıda duran hayali şapkasını alıp çıkmalıydı.

“Çok merak etmiş olmalısın beni.” diyordu telefondaki kısık ses!

“Marcelle” diye attığı çığlık ofise yayıldı. Umursamıyordu. Gözyaşlarını tutamıyordu. Az sonra daha da kara günlerin gelmekte olduğunu öğrendi. Marcelle kanserdi. Duyduklarına inanamıyordu. Defalarca tekrarlattı. Gencecik insanın başına böyle bir şeyin nasıl gelebileceğini sorguladı. İsyan etti. Kemoterapiye başlanmıştı. Hastanede yattığı sürece de onu arayamadığı için çok üzgündü. Evdeki hayvan belki de ona acıyor ve o nedenle dokunmuyordu; ama hakaretlerini sürdürüyordu. Hannah’ın da çok ağladığını söylüyordu. Artık mIRC’daki yazışmaları hep hastalığı ve tedavisi üzerine oluyordu. Adam durmaksızın araştırmalar yapıyor ve çareler yaratmaya çalışıyordu. Geceleri de telefonla konuşmaya başlamışlardı. O'nun ağlamasına dayanamıyordu. Saçları dökülmüştü ve eşarp mı takmalıydı, yoksa peruk mu, adama soruyordu. Her ikisiyle de çektiği resimleri gönderip fikrini alıyordu. Marcelle’e çok üzülüyordu ve aklı onunla bu kadar meşgulken hiçbir şeyden zevk almıyordu.

Aylar geçiyordu. Kemoterapi onu çok yıpratıyordu. Radyoterapi de başlamıştı. İş yerinde onu daha hafif bir işe almak istediklerinde reddetmişti. O yetersiz biri değildi.

Cam kenarındaki koltuğa oturduğunda son 9 ayı düşünüyordu. Vakit geçirmek üzere karşısına oturduğu monitör onu hayatının en acı tecrübesine sürüklemişti. Şimdi de o acının kaynağına, Marcelle’e uçuyordu. Geleceğini söylememişti, sürpriz olsun istemişti. O’nu hiç tanıyamadan kaybetmek istemiyordu ve görüşmek ona da çok iyi gelecekti. Saatler süren uçuş boyu tüm yaşadıklarını düşündü. Yoksa gitmesi kötü mü olacaktı, sonra ayrılmak zor mu gelecekti. Yedi bitirdi bu düşünceler! Karmaşık duygularla indi uçaktan. Saat 3’e geliyordu. Kendini bitkin hissetti. Amerika uçuşlarında hep jetlag yerdi ve ilk gün kendini toparlayamazdı. Ama sabırsızlanıyordu. Beyaz taksilerden birine atladı. Marcelle’den çalıştığı supermarketin ismini ve nerede olduğunu öğrenmişti. Huntington Avenue’deydi. Yarım saat kadar sonra tamamen camlı, yuvarlak bir binanın önüne geldiler. Kırmızı kocaman harflerle yazılıydı supermarketin ismi. Görmemek mümkün değildi. Kalbi yine çok hızlı atmaya başlamıştı. “Ya bugün işe gelmediyse, vardiyası değilse.” diye korktu. Olsun, arkadaşlarından öğrenirdi durumunu. Hastanedeyse oraya giderdi. Evdeyse de telefon ederdi artık. Sürpriz ortadan kalkardı; ama olsundu. O’nu görmeden dönecek değildi ya. İçeri gireceklere yol verdi. Cesaretini toplaması gerekiyordu. Bir yandan da içeri bakıyordu, O’nu ararcasına. Çok kalabalıktı. Girdi sonunda. Alışveriş mi yapacaktı! Müze gezer gibi de gezemezdi ya. Eğer çalışıyorsa da direkt karşısına çıkması iyi olur muydu! Bugüne dek onlarca resmini göndermişti ona. Tanırdı herhalde; ama bekler miydi böyle bir çılgınlık yapmasını. Bir araba aldı. Dolaşmaya başladı rafların arasında. Bir yandan da kasalara bakıyordu. Tam o sırada kapari kavanozlarını gördü. Her ikisinin de en sevdiği meyveydi. Üzerine kapari serpmediği hiçbir yemek yok gibiydi. 3 kavanoz koydu arabaya. Alışverişini tamamlanmıştı. Kasaların önüne çıktı. Artık kalbine söz geçiremiyordu. Çıkarsa çıksındı. En uç kasadaki kasiyer farklıydı. Kırmızılı, lacivertli bir eşarp vardı başında. Oturarak çalışıyordu. Marcelle miydi! Oraya doğru yöneldi. Gözyaşları onu zorluyordu, "Sabret!" diyordu. O'nu ağlarken görmemeliydi. Kuyruğa girdi. Üç kişi vardı önünde. Evet Marcelle’di o. “Canım benim.” dedi içinden. Yüzü bembeyazdı. Gözlerinin etrafı da kıpkırmızı. Ellerine dikkat etti. Onlar da sağlıklı pembelikte değildi, damarları görünüyordu. Sol gözü dinlemedi onu, ilk damlayı serbest bıraktı. Telaşla sildi hemen. Önündeki kişi parasını ödüyordu. Kapari kavanozlarını kasa bandına koymaya başladı. “Next please.“ dedi kısık bir ses. Kavanozların sonuncusunun da konulmasından sonra hafifçe kaldırdı başını genç kadın. Kapari seven kişiyi merak etmişti. Belki de bir İtalyan olduğunu düşünmüştü. Gözleri birleşti. Sessiz kaldı yürekler. Konuştu gözler. Ellerindeki titreme arttı. Kadının attığı çatallı çığlık mağazaya yayıldı. O güçsüz, küçücük beden gelip adamla kucaklaştı. Hıçkıra hıçkıra ağladılar. Ne olduğunu anlayamayan insanlar da duygulandılar. İyi kalpli müdürü o gün izin verdi Marcelle’e. Öyle mutlu olmuştu ki. Durup durup sarılıyordu adama. Konuşmadığı bir saniye yoktu. Yüzüne de renk mi gelmişti ne! Evet, bu görüşme ona iyi gelmişti. Limana gittiler. Göstermek istediği bir yelkenli vardı adama. Binip gitmek istediğinden bahsetti. Elleri çok soğuktu. O mutluluktan uçuyordu; ama adamın içi yanıyordu. İçindeki hıçkırık fırtınaları dinmemişti. Hiç ayrılmak istemedi o akşam Marcelle. Geri geri gitti ayakları. Kocası o akşam eve gelmemişti. Muhtemelen sızıp kalmıştı bir yerlerde. Saatlerce konuştular telefonda. “Yarın da izin günüm ve seni Public Garden'a götüreceğim.” dedi. Kuğulu kayıklara da bineceklerdi. Hava da çok güzeldi şanslarından. Sabah otelin lobisinde onu elinde küçük bir kızla görünce çok şaşırdı. Hannah olmalıydı. Bir prenses edasında sıktı adamın elini küçük kız.

“Öyle mutluyum ki aylardır ilk kez bugün yaşamanın ne güzel olduğunu düşündüm.” dedi adama.

Dışarı çıktılar. Hannah annesinin elini bırakıp, adamın elini tuttu. Marcelle, bunu ilk kez yaptığını ve babasının bile elini tutmadığını söyledi. Onlarla yürümekten ne kadar keyif aldığını düşündü adam. Üç mutsuz insan en mutlu günlerini yaşıyordu. Asırlık park bir çiçek şöleniydi adeta. Kuğulu kayıkla gezmeye çıktılar. Göldeki kuğulara ekmek attı Hannah. Çiçekli patikalarda yürüdüler. Onlarca resim çektiler mutluluklarını ölümsüzleştiren. Bir banka oturdular. Marcelle başını omzuna dayadı adamın. Neden birbirlerini daha önce tanımadıkları için isyan ettiler. Az ileride Hannah çiçekleri kokluyordu. Marcelle’e baktı adam nemli gözlerle. Uzandı ve rengi koyulaşmış dudakları öptü hafifçe. Sarıldı kadın ona.

“Seni öpmeyi ben de çok istiyordum; ama morarmış, buz gibi dudaklarımla buna cesaret edemiyordum.“ dedi adama. Saklanmaktan nefret ediyordu gözyaşları.

Ayrılmaları çok zor oldu. Hannah da çok ağladı. “Yine geleceğim, merak etme.” dedi kadına. Adam da dönmek istemiyordu. Psikolojisi çok bozulmuştu. Keşke hep yanında olsaydı. Marcelle ile arasındaki ilişkinin tanımını yapamıyordu. Her şeydi belki de.

Günler geçtikçe ağrıları artmaya başlamıştı Marcelle’in. Telefonda da hissediliyordu bu. “Ne zaman geleceksin?” diye soruyordu adama devamlı. Belli ki kendini çok yalnız hissediyordu. Hastanede de çok daha uzun süreler yatmaya başlamıştı. Bazen de telefonu annesi açıyordu. Geriye gidiş hızlanmıştı. Oraya, yanına gitmeliydi. O’nunla olmalıydı, bunu hissediyordu. Bavulunu topladığı gece hastaneyi aradı. Saat gece yarısına geliyordu. “Sana koşuyorum.” diyecekti. Kim olduğunu sordu telefondaki hemşire. Bu soru onu kötü habere hazırlamak içindi. Marcelle hayata veda etmişti. Kalbinin durduğunu sandı. Telefon elinden düştü, olduğu yere yığıldı. Telefondaki ses, “Alo Alo.” demeye devam ediyordu. Göz pınarları kurumuştu sanki. Ne olduğunu henüz anlayamıştı belli ki. Kendini dışarı attı. Karanlık sokaklarda yürüyordu. Araba kornalarını duymuyordu, el kol hareketlerini de anlamıyordu. Deniz kıyısındaki, çocukluğundan beri oturduğu yere gitti. Başını kaldırıp yıldızlara baktı. Uzaktaki gemilerde olmayı hayal etti. “Marceellle!!" diye bağırışı karşı kıyıya ulaştı. Gök gürültüsü sonrasında boşalan yağmur misali çağladı gözyaşları. Kıvrıldı taşların üzerine, çekti dizlerini karnına. Doyasıya ağladı. Bazen güzel anlar geldi aklına, gülümsedi. Evsizlerden biri bira teklif etti ve yatacak bir kaya kovuğu gösterdi. Sabahın ilk ışıkları tüm gece üşüyen bedenini ısıtmaya başladı. Toplamalıydı kendini. O güçsüz bir insan değildi.

Daha sessiz olmuştu dünyası. Marcelle yoktu. Hayatın ne kadar boş olduğunu ve neden yaşadığını sorgulamaya başlamıştı. Birkaç kere Marcelle’in evini aramıştı, belki annesini yakalayabilir ve Hannah’ı sorabilirdi. Bir keresinde yine o insan müsveddesi açmıştı. Marcelle’in öldüğünden bile haberdar olmayabilirdi.

Gelen mektuplar arasındaki Amerikan pullu olan dikkatini çekti. Aceleyle açtı. Ellerinin titremesine mani olamıyordu. Marcelle’den geliyordu. Nefessiz kaldığını hissetti.

Canım, bu mektubu sizlere veda etmem durumunda göndermesini istemiştim bir arkadaşımdan. Kim bilir ne üzüntülüsündür şimdilerde. Sana da ne acılar yaşattım. Öyle duygulu öyle iyi bir insansın ki sen. Keşke seni daha önce tanısaydım, keşke seni daha çok yaşayabilseydim. Sana doyamadığım için öyle üzgünüm ki. Ben seni çok sevdim. Bir kadının bir erkeği sevmesinden çok öte bir duyguydu bu. Tanımlamaya ikimizin de vakti olmadı. Ne yazık! Hannah da seni ne kadar çok sevdi, gördün değil mi? Lütfen ara sıra onu arar mısın, benim adıma onu merak eder misin? Lütfen hep onun hayatında olur musun? Seninle olan yazışmalarımızı ve resimlerimizi de bir kutu içinde avukatıma verdim. Hannah 18 yaşına geldiğinde ona verilecek. Sana annemin telefon numarasını veriyorum. Hannah’ın devamlı olarak annemle yaşaması isteğimi de -avukatım kanalıyla- kocam olacak yaratığa bildirdim. Bu gerçekleşirse, belki onları ziyarete de gidersin. Mutlu ol ve seni burada beklediğimi bil; ama sakın gelmek için acele etme. Seni çok; ama pek çok seven Marcelle.

Gözyaşlarının mektubun üzerine düşmesine, o satırları bozmasına izin vermedi adam. Uzun süre arayamadı yaşlı kadını. Herhalde 2 ay kadar sonraydı cesaretini topladığında. Mahkeme Hannah’ı yaşlı kadına vermişti ve Salt Lake City’de yaşıyorlardı. Babası ne arayıp ne de soruyordu! En kısa zamanda onları ziyaret etmeye söz verdi. Bir Temmuz sabahı düştü yollara. Önce Marcelle’i ziyaret edecekti. İçine akıtarak ağladı uçuş boyu. O acıyla uykuya daldı. Taksiye bindiğinde, "Huntington Avenue'ye çek." demek istedi. Bir şeyler düğümlendi boğazına. Cedar Grove Mezarlığındaydı yeni evi Marcelle'in ve tam da nehre karşıydı. Sessizlik kucakladı adamı. Oturdu çimenlerin üzerine, “Merhaba canım. Bak ben geldim. Senden sonra da Hannah’ı görmeye gideceğim.” dedi. Dertleştiler eski günlerdeki gibi. Çiçekleri itinayla örttü üzerine. Mezar taşını öptü ayrılırken. Okşadı da. Sabah Salt Lake City’e doğru yola çıktı. 5 saatlik uçuş boyunca ömrünün bu duygu yoğun dönemini değerlendirdi. Okul döneminde bir sene yaşadığı şehre tekrar geldiği için buruk bir sevinç yaşıyordu. Araba kiraladı. Highland’e gidecekti. Geniş caddelerde anıları tazelendi. Lambs'de yediği romantik yemeği hatırladı. Bahçeli kocaman bir evin önünde durdu. Evin önünde oynayan da Hannah olmalıydı. Duran araba ilgisini çekmişti küçük kızın. Arabaya bakıyordu. Yavaşça indi arabadan adam. Gözleri Hannah'taydı. Minik gözler de ona bakıyordu. Emindi, o küçücük beyin olanları anlamaya, adamı tanımaya çalışıyordu. Bir küçük adım attı, sonra ikincisini ve adama doğru koşmaya başladı. Küçücük kollar sarıldı adamın beline ve bir anda kucakta yukarılara tırmandı. Ağlıyordu. Öptü o kırmızı yanaklardan, yaşlı gözlerden adam. Kendi gözyaşlarını gizlemeye çalıştı. Başarılı olamadı. Yaşlı kadın kapının önünde onları izliyordu. Hannah’ı yere bıraktı ve sarıldı yaşlı bedene. İçeri geçtiler birlikte. Doğma büyüme oralıydı Deanna. Yakışıklı İtalyana bir görüşte aşık olmuştu. Marcelle bir aşk çocuğuydu. Marcelle’in seçimi ise annesininki gibi doğru değildi. Deanna da hiç sevmemişti damadını. Hannah doğunca Boston’a, onların yanına gitmişti. Zaten Salt Lake City’de yalnız yaşıyordu. Deanna’nın yakışıklı İtalyanı torununu göremeden göçmüştü dünyadan. Yaşlı kadın, adama Marcelle’in odasını verdi. Dolabın üzerinde adamın resmi duruyordu. Yatağın kenarına oturdu usulca. Önce sessizce, sonra hıçkırıklarla ağladı. Kapıda onu izleyen Hannah da ağlamaya başladı. Marcelle’in resmini alarak yatağa uzandı, onun kokusunu duydu. Yaşlı kadın gelip Hannah'ı aldı, yavaşça kapadı kapıyı. Adamla kızını baş başa bıraktı, onları hatıralarına uğurladı.

Hannah artık bir genç kız. Üniversitede ekonomi okuyor. Aynı annesine benzedi. Deanna 82 yaşında bir pamuk nine oldu. Hannah’a annesinin emanetleri verildi ve adamla ilişkileri hiç kopmadı. Hâlâ telefonda ağlaşıyorlar, Marcelle'i anıyorlar. Mektuplardaki duygu yoğunluğunu, tanıyamadığı annesini adamdan dinliyor. "Keşke ben de böyle bir aşk yaşasam." diyor. Her seferinde, “N’olur gel bizimle yaşa.” demeyi de ihmal etmiyor!

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..