Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Nisan '12

 
Kategori
Öykü
 

Açık Hava Tımarhanesi

Açık Hava Tımarhanesi
 

Bu üç kelime bizim semtimizin fotoğrafını tüm doğallığı ile yansıtır. Zaten belgesi de ayrıca mevcuttur. Geçmiş yıllarda bir gazetede yer almıştı. İstanbul ilinde yapılan bir araştırmada deli oranının en yüsek olduğu yer Rami semti çıkmıştı. Çocukluk yıllarımda bu semte taşındığımızda, daha gelir gelmez dikkatimi çekmişti. Tek katlı, iki, üç katlı olan eski bahçeli evlerin pencerelerinden bakan bazı simaların bakışları çok ürkütücü gelirdi. Her yaş grubundan, cinsinden olan bu insanlar bir tuhaftı. Pencerelerden, balkondan ellerini sallayan insanlar adeta inliyordu.

Manyakça gülenler vardı. Bağıranlar, haykıranlar da oluyordu. Aile bireyleri bu insanları zorunlu olmadıkça kolay kolay dışarı çıkarmazdı. Bir çoğu sakattı yahut felç geçirmiş gibiydi. Kamburu, cücesi vardı. Bazıları daha sokağa çıkar çıkmaz insanlara saldırıyordu. İnsanları ısırmak için çaba sarf ederlerdi. Hemen her evde ya bir özürlü ya da deli olduğu bilinirdi. Çoğunluğu balkan göçmeni olan bu insanlar sanki göçlerle doğu Avrupa döneminin bir tarihini insanları ile beraber buralara kadar taşımıştı.

Yaşama bakış açıları, felsefeleri acımasız ve bir o kadarda sertti. Dram ve mizah en önemli bir olayda bile bir saniyelik sürede yer değiştirebilirdi. Anadolu saf köylü kurnazlığının zerresine rastlanmazdı. Ağlama, sızlama, veryansın, bir gel bana, iki geleyim sana, yalakalık kültürü de olmazdı. Hiç kimseye boyun bükmeyen, ağlamayan, sızlamayan, üstelik ilahi güçlere, öbür dünyaya inanmayan insanlar çoğunluğu teşkil ediyordu.

O dönemin yokluk yılları, ülke şartlarının zorlukları gibi bir çok faktör, her yerde olduğu gibi buraları da fazlasıyla etkilemişti. Haliyle geçim sıkıntısından dolayı acımasız yaşam düzeni tavan yaparken bir çoğuda egomanyak olmuştu. Sayılı bir kaç bakkal, kasap gibi küçük esnaflar da çok gaddardı. Az bir ölçü de hayvancılık, tarım dışında,şehir merkezinde fabrika da, balıkhane, mezbaha da çalışanlar olurdu. Kamçıyla, kemerle biricik evlatlarını döven babalar vardı. Daha sonraki yıllarda bu çocuklarda babalarını aratmayacaktı. Otoriter, sert adamların belkide tek ortak yönü içki sofrasıydı. Öyle bir içilirdi ki bazen bir masanın ya da ortamın muhabbeti iki, üç gün aralıksız sürerdi. Sayısız şişeler, kilolarca et, peynir bu zaman diliminde acımasızca tüketilirdi. Sıra daha sonra tabii ki nara atmaya, kavga etmeye, adam dövmeye gelirdi.

İşte bu anlarda korkak, zayıf bedenler ortalıktan toz olurdu.Bir tilki bir sansar gibi. İri yarı vücutlar çevrelerinde sadece kendi gövdelerini görünce hayal kırıklığına uğrardı. Sıra pehlivan yoklamasına, el ense çekmeye gelirdi. Koca Yusuf gibi bir pehlivanın hayatındaki tek mağlubiyetini Rami meydanında aldığını eskiler çok iyi bilirdi ve kimse yenilmezde değildi. En güzel yasa gücün kime yetiyorsa yasasıydı. Tabiat kanununu da zaten bunu emretmiyor muydu?.. Bir inasın ölümü çoğunlukla bir diğerinin mutluluğu olurdu. Çünkü o artık vazifesini tamamlamış üstelik sorun yaratmayan bir boyuta geçmiş iyi bir insandı.Sevinenler de çoğunlukla ölenin en yakını belkide can arkadaşı olurdu. Biraz üzülenler ise en uzağındaki insanlardı. O yüzden olacakki "taş uzaktan gelmez, yakından gelir" meşhur atasözü sık sık tekrar da edilirdi.

İnsanlar tam sevinirken bazen hayal kırıklığına da uğrayabilirdi. Ölen adamın oğulları babalarından daha beter çıkardı. Şimdi sıra veliahlara gelmişti. Baba cimri ise oğlu daha da beter çıkardı. Yahut baba psikopatsa oğlu ondan beter çıkardı. Ölenlerin bu yüzden olacakki yüzünde tatlı bir tebessüm olurdu. Cenaze gömülürken son kez o yüze bakanlar, konuşurdu." Görmüyor musun be ya Tahir amca çok mutlu gitti" fısıltıları kulaktan kulağa yayılırdı.
Güzel semtimiz de bir çok gün tiyatro sahnesi değişirdi. O yıllarda özellikle camiye namaza gitmek her babayiğidin harcı değildi. Bir kaç tana doksanlık sevimli dedeye izin verilmişti. Günümüzün azılı müslümanları henüz sahnede yoktu. Zaten o yıllar da o fırsatı da hiç kimseye vermezlerdi. Aniden genç veya orta yaş seviyesinden birinin avluda yer alması hemen dedikodulara, eleştirilere neden olurdu. "Bu adam kendisini çok mu akıllı zannediyordu. Bu kurnaz aklı sıra aradan sıyrılıp cennete gidecekti. Yoktu öyle yağma... Bütün gözler o adama bu soruları sorarcasına bakardı. "Seni zaten tanımıyor muyuz..Bırak lan bu ayakları sahtekar herif" diye suçlanırdı. Eğer hala ısrar ederse dayak yeme ihtimali çoğalırdı ve o kişi dayağı bir gün mutlaka yerdi.

Ramazan ayında özellikle sahne daha çok hareketlenirdi. Bazen davulcu sahurda davulunu son sürat çalarken bir sokağı döndüğünde bir grup insanı görürdü. Ellerinde şişelerle ayakta zor duran adamlar ona bakıyordu. Ve adamların bakışları hiç de iyi olmazdı. Bir tanesi davulcuya gülümserken "Çal bir oyun havası da oynayalım" diye seslenmişti. Sahura kalkan insanlar davulun anormal ritmini duyduğunda şaşırırdı. Pencerelerden bakanlar görürdü...Davucuya bir gitar eşlik ederken, bir grup insan halay çekiyordu. Davulcu dayak yemediğine şükür ederken aldığı bahşişle, sevinçle, mutlulukla o sokaktan ayrılırdı.
Teravih namazı bile bazıları için bir eğlence olmuştu. Özellikle başka bir grup sadece Ramazan ayında ortaya çıkardı. Bunların ilgi alanı teravih namazıydı. Cemaatin en arka sırasında yerini alan grup insanların yatıp kalkmalarını taklit eder sonra da avluya çıkarak kahkahlarla gülerdi. Sabah namazında camiden çıkan üç beş ihtiyarda onları görmüştü. Beyoğlunda pavyondan dönen arkadaş grubu ayakta zor durmalarına rağmen namaz kılmak istiyordu. Bir tanesi ise çoktan minareye hocanın arkasından fırlamıştı. Arkasından beliren adamı gören hoca korkudan titriyordu. Saçı sakalı dağınık perişan yüzlü adam elindeki şişeyi zorla ona vermek, isterken ezanı kendisinin okumasını rica ediyordu.

Karakol bu zamanlarda tabii ki uyuyordu. sterse uyumasın?.. Dayak yemeyen gece bekçisi parmakla gösterilirdi. Bu hareketleri yapanları semt ahalisi çok iyi bilirdi. Bunlar hem deli hem de içkici takımı genç kuşaktı. Babaları, amcaları, dayıları hala bunalımda sayılırdı. Bir çoğu hala Balkan savaşının, ilk cihan harbinin stresinden kurtulamamıştı. Varyemez bir yaşam sürerken yeni bir savaşın çokmasından korkanlar, endişe edenler vardı.
Altmışlı yıllarda başlayan yoğun göçten bu semtte ister istemez nasibini alıyordu.Çeşitli vilayetlerden akınlar halinde gelen bu insanlardan hiç kimse hoşnut değildi. Kısa boylu, kıllı suratlı yassı burunlu, koca ayaklı, ecüş bücüş misali insanlar sanki bir Pers saldırısının öncü kuvvetleriydi. Semt ahalisi atalarından kalan o direnişçi son kan gücünü de tabii ki sergileyecekti.Şimdi sıra "300 Ispartalı" direnişindeydi. Uzun yıllar bu insanlara çok sert duruş gösterdiler. Öyle ya, bu yeni gelen insanların paçası sıkıştığı zaman dönecek bir köyü, kasabası, evi, tarlası mutlaka vardı. Peki bu yerli halkın dönecek bir yeri var mıydı?.. Elbette yoktu. Bu saatten sonra allahın belası Atina,ya Sofya, ya Bosna,ya nasıl döneceklerdi?.. Kin ve nefret ile bakan gözler yabancılara bu soruları hep sorardı.. Bir zenci gibi dışlanan yeni sakinler bol bol dayak yemektende kurtulamadılar. Onların sürekli ayrı kahvesi, ayrı grupları oluyordu.

"Tantana Mustafa" işte bu yıllar da sahneye çıktı. Bir çoğumuzun daha sonra "reis" diye hitap edeceği çok önemli bir değer di Tantana Mustafa. Manastır göçmeni olan bu insan Rami gençliğinin idolü oluyordu. Yetmişli yılların başılarında açtığı kahvesi aynı zamanda İstanbulun ilk rock kafesi olacaktı. O yıllarda kahvelerde bira satışı serbestti. Çok iyi gitar çalması bir yana bir rock grubu kurmuştu. Uzun saçlı, üstelik gitar çalan bu gençlere çok geçmeden Erkin Koray, Seyyal Taner gibi sanatçılar da eşlik ediyordu. Peş peşe üç rock grubu daha faaliyete geçiyordu.

Reisin Almanya dan getirttiği pink floyd, deep purple, led zeplin, rolling stones plakları sabahtan akşama kadar Rami sokaklarını inletiyordu. Cahit Kukul, Aydın Buyar Şencan gibi usta yetenekler de sahnede yer aldı. Farkında olmadan belki de Avrupa ırkının iç dinamiği sahneye çıkıyordu. Zaten bu özellikler fazlası ile vardı. Göçler ile gelen bu insanların müzik yeteneklerinin yanı sıra yanlarında getirdiği çeşitli müzik aletler vardı. Bunun yanı sıra semtte Kanir İnanır tipler de çoğunluğu oluşturuyordu ve çatışmada kaçınılmazdı. Meyhane kültürünün, kabadayı felsefesinin gençleri bu yeni akıma sert tepki gösteriyordu.

"Delikanlı adam uzun saç bırakmazdı. Bıyık sakal bırakırdı, tespih sallardı"
Bu güruhlar tabii ki bu semtin maganda kısmını temsil ediyordu. Çok geçmeden sokaklarda kavga başladı. Hemen her gün bir çatışma yaşanıyordu. Bu olayların belkide tek nedeni semtte ki kızların bu uzun saçlı gençlere ilgi göstermesiydi. Kıskançlık, fesatlık, çekememezlik gibi görünmeyen unsurlar da vardı. Savaşı sonunda maganda kesimi kaybedecekti. Uzun saçlılar daha cesur çıkıyordu.. Onların zaten bir savaşı vardı bu toplumda.

Bu dönemler de semtimiz günümüz Beyoğlu nun küçük bir örneği sayılırdı. Roman mahallesinin çalgıcıları bile sık sık ziyarete gelirdi. Uzun saçlı gençler Sarıgöl roman mahallesinde görüldüğü zaman bütün evler saygı gösterirken, ellerinden gelen yardımı da yapardı. Pink Floyd o kadar beste yaparken ne içiyordu acaba?.. Esrar. Bu akımda ister istemez gençliğin gözdesi oluyordu...

Anadolu turnelerinde bile değişik sorunları yaşıyordu müzisyenler. Gelişmek de zorlanan vilayetler de, kasabalar da konser vermek dahada zordu. Erkin Koray belinde silahı olmadan kesinlikle sahneye çıkmazdı. Aynı şekilde grubun diğer elemanları için geçerliydi. Bazı konserler mutlaka yarıda kalırdı. Ramide ki sorunların benzeri hemen kendisini gösterirdi. Kızların, kadınların ön sıralar da oturup grup elemanlarına ilgi göstermesi, hayranlık duyması, kara yağız köylülerin zoruna giderken, yazlık sinemanın tahata sandalyeleri hava da uçardı.. Polis, asker çıkan hadiseyi önlemekte zorlanırdı. Bu yüzden olacak ki bazı vilayetler de verilen konserler iptal edilir, turne otobüsü daha şehrin girişinde yetkililer tarafından geri çevrilirdi...

Buna rağmen inatçı insanlardı. Bir davaları vardı bunu sonuna kadar götüreceklerdi..Yeni edebiyata, sanata gösterilen tepki bu yeni müzik akımına da gösteriliyordu...
Bir uzun saçlı gençlik grubu daha vardı semtimizde. Rami spor kulübünün gençleri futbolcuları da kendi alanlarında bir mücadele içersinde savaşıyordu. Üstelik hem kabadayı, hem de içkici takımının üyeleri de sert mücadeleci insanlardan oluşuyordu... Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra kurulan bu klüp 73-74 sezonunda dudak uçuklatan bir başarı gösterdi. Dünya tarihinde bir ilki onlar başarmıştı. O sezonda hiç yenilmeden, puan kaybetmeden, üstelik gol yemeden lig şampiyonu oluyordu. İtalyan Della Sport gazetesine haber olmasının yanı sıra bir televizyon kanalının spor stüdyosuna konu oldu.

İtalyanlar Türk takımı diyordu ama yanılıyordu... Onlar Yugoslavya milli takımını oyuncularından farksızdı ve o kalitedeydi. Zaten oralardan göçler ile buralara gelmişlerdi.
 

 
Toplam blog
: 39
: 393
Kayıt tarihi
: 19.01.12
 
 

Serbest ticaret ile iştigal ediyorum. Çeşitli sivil toplum örgütlerinde aktif görevlerde bulundum..