Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mart '09

 
Kategori
İş Yaşamı - Kariyer
 

Açık ofis mahkûmları

Açık ofis mahkûmları
 

Açık ofis, iş yerindeki çalışma yerlerinin, duvarlarla oda oda olarak ayrılmayıp, paravanlarla ayrılan, beş altı masa ile oluşturulan masa blokları, kübikler yuvası şeklinde, kapısız açık çalışma alanlarıdır. Kübikler arası sınır teşkil eden paravanlar çok yüksek değildir. Ayağa kalktığınızda tüm ofisi görebilirsiniz.
Duvar olmadığı için, bir odaya yerleşir gibi oturamazsınız. Sırtınızı bir duvara yaslama şansınız yoktur. Kübiklerin içinde, nerede olursanız olun, masanızla beraber uluortasınızdır ofis içinde. Bilgisayar ekranınız herkes tarafından görülmektedir. Çalışma saatleri içerisinde, ne yaptığınız, herkes tarafından, her saniye bilinmektedir yani. Açık ofislerin asıl amacı da budur zaten. İş dışında başka şeylerle uğraşmanızı açık bir gözetimle engellemek ister. Açık ofis sayesinde, güya, iş verimliliğinin artacağı düşüncesi vardır işverende. Güya diyorum, çünkü benim verimliliğimi azalttığını düşünüyorum. Neden mi?

Onlarca kişinin çalıştığı bu mekânda, havasız kaldığınızı hissettiğinizde, pencereyi açıp hava alamazsınız, çünkü pencere açık ofisin size ait olmayan yerindedir.
Masa lambanız yetmez, yüksek tavanlı ofisin, tepesindeki ışıkları açarken bile, en az dört beş kişinin rızasını almak zorunda kalırsınız.
Sabahın ilk saatlerinde öyle bir sessiz olur ki (tam olarak uyanma gerçekleşmemiştir), masanızda çubuk kraker yerken çıkan sesten rahatsız olan var mı diye korkarsınız. Yok artık demeyin. Bir de yere dökülen kırıntılar ve bu kırıntıları görme ihtimali olan onlarca göz vardır etrafınızda.
Müzik dinlemek için herkes kocaman kulaklıklardan takar. Ama çalan müziğin gazına gelip de, müziğin sesini birazcık açınca, çalan telefonlar duyulmaz olur. Bu da ayrı bir derttir. Zaten açık ofis ve telefon konusu başlı başına bir sorundur.
Sahipsiz çalan cep telefonları, sokak köpekleri gibi hem korkutur hem de nefret ettirir. Hele ki melodisi, bir kaç saniye bile tahammül edemediğiniz iğrenç TopTen bir numara pop arabesk müzik parçalarıysa. Bir de şirket içi dâhili telefonlarınız vardır ki, iş dışında kullanmayı hiç sevmem. Çünkü tüm konuşulanlar beş metre karelik bir alan içerisinde duyulmaktadır. Dinlemek istemeseniz bile aynı kübikteki arkadaşınızın tüm konuşmalarını duyarsınız. Bu yüzden, telefonun karşı tarafında, evinde ya da kendine özel odasında paşalar gibi koltuğuna yayılmış olan arkadaşınız, size küfür bile etse karşılık veremezsiniz. “Tamam canım. Oldu canım, ben seni sonra ararım” diye kapatmak durumunda kalırsınız.

İş dışında gelen her elektronik postayı gönül rahatlığıyla açamazsınız. Esprili(!) bir arkadaşınız sayesinde, birden ekranınızda nahoş(toplum açısından:) bir fotoğrafla karşı karşıya kalabilirsiniz. Tekil konuştum ama açık ofiste, bir tek siz değil herkes görür bunu. Bunun stresi altında arkadaşlarınızı fişlersiniz. Bundan gelen mailleri aç, şundan gelenleri açma! Gelen mailler, virüs kontrolünden geçtikten sonra, bir de sizin öngörü filtrenizden geçer. Bir tek mail değil, internetteki dolaştığınız adresler de takiptedir. Yoğun bir dönemde çalıştığınız zamanlar için sorun yok, ama işlerin yavaşladığı ve “boş zaman”ların ortaya çıktığı dönemlerde, internetten bir gazete açıp okumaktan daha doğal bir şey düşünemiyorum. Ama ne zaman bir gazete açsanız ya da başka bir sayfa, kafanızın üzerinden birinin daha ekranınıza baktığını fark edersiniz. Bu da farkında olmadan üzerinizde bir savunma mekanizması geliştirir; acil durumlarda tıklanmak üzere işle ilgili bir dosya, her zaman hâlihazırda ekranınızın bir köşesinde açıktır. Ama bu ihtiyacı hissetmenin sebebi, sahtekarlık mı, yoksa farkında olmadan altında kaldığımız açık ofis baskısı mı bilemem. Sahtekarlık kelimesi biraz ağır olmuş olabilir. Ancak o an için işi olmayan birinin bu tarz bir harekete ihtiyaç duyması pek kolay tanımlanamaz bir davranıştır. Ben işimin olmadığı bir zaman, göğsümü gere gere, hatta ekranımı gere gere istediğimi yapabileceğime inanıyorum. O yüzden de, bu tarz bir hareketi “sahtekarlık” olarak nitelendiriyorum. Beyin gücüyle çalışan insanların, iş dışındaki başka şeylerle kafalarını arada bir hareketlendirmesi gerektiğini düşünüyorum.

Eğer kübiğin köşesinde iseniz sırtınız dönüktür cümle âleme. Kim geldi, kim gitti anlamazsınız. Hele bir de kulaklık varsa kulağınızda, sizin yanınıza gelen kişiden bihaber, gece sokakta saldırıya uğrayan biriyle eş duyguları yaşarsınız. Çığlık, korku, panikle “ne zaman geldin sen?” diyebilirsiniz ancak. Sonra garip bir ruh haliyle, aynı saldırıya uğramamak için birkaç saat, sağınıza solunuza dönüp durursunuz. Bu ne gelen kişinin, ne de sizin suçunuzdur. Bu durumun tek sorumlu vardır; Açık Ofis!

Kendimi labirente konulmuş fare gibi hissettiğim zamanlar da oluyor. Kahve almak için kalkınca kübiğin dar koridorunda, ikinci bir kişi ile burun buruna gelebiliyorsunuz. Ve bir kişinin kibar olup yana çekilmesi gerekiyor böyle durumlarda.

Açık ofiste, kimi üşürken, kimi arkadaşlarımız durmaksızın terler ve sürekli klimayı açarlar. Bu sebeplerden dolayı, yazın hırka, kışın kısa kollu t-shirtlerle kalırsınız ofiste. Yüzyılın en kötü icadı olan klimalar yüzünden, içerinin havası, dışarı ile birebir terstir. Yazın üşür, kışın terlersiniz. Klimaları bizi kandırdıkları için hiç sevmem ama açık ofislerin en gözde elemanlarıdır kendileri.

Her açık ofisin, bir yüksek sesli konuşanı vardır. Sizin her hareketinizde “Birini rahatsız eder miyim?” çekince ve paranoyalarınıza karşın, bazı çalışanların kendilerinde bulduğu yüksek özgüven(!) sayesinde, kendi evlerinde konuşuyormuş rahatlığı olanlar da vardır. Bu şekilde tüm özel hayatlarını öğrenmiş olursunuz. Hiç, hem de hiç istemeseniz de…
Eşiyle hafta sonu yaptıkları, çocuğunun kreş sorunları ve hatta birkaç ay sonra, elektrik faturalarının son ödeme gününü bile öğrenirsiniz. Eş, dost telefon konuşmaları da eklenince, o kişiye ait puzzle’ın tüm parçaları tamamlanmış olur. Kulaklığınızı takarsınız, müziğin sesini arttırırsınız ama nafile… Açık ofiste çalışan birinin sahip olması gereken ya da sahip değilse bile öğrenmesi gereken en önemli özellik kısık sesle konuşma inceliğidir. Yüksek sesle konuşmaya devam eden, daha birkaç aydır beraber çalıştığınız açık ofis arkadaşınızın hayatı hakkında, on yıllık arkadaşınızın hayatındaki bilmediğiniz sırlarından daha fazlasını öğrenirsiniz. Normalde beraber yaşayarak kişileri adım adım tanırken, açık ofislerde, dolaylı yollarla tanırsınız. “Günaydın”, “İyi akşamlar” klasikleri dışında iki üç cümle bile konuşmadığınız bir kişinin, etrafındakilere nasıl kaba davrandığını, telefonda eşi ile kavgasına tanık olmak zorunda kaldığınız anları düşününce, o kişi size bir şey yapmamış olmasına rağmen, bir ön yargı ve tahammülsüzlük oluşur, ki bu da hiç doğru bir davranış değildir. Ve günün birinde bu kişi ile alakasız bir konuda, kendinizi ona karşı acımasız bir şekilde tartışırken bulabilirsiniz. O kişinin daha önce ezdiğini gördüğünüz onlarca insanın intikamını alıyormuşçasına! Açık ofisteki çalışma arkadaşlarınızı dolaylı yollarla tanımamız, ruh sağlığımızı ve verdiğimiz tepkileri bozabilir.

Bir de açık ofiste yaşanan kadın terörü vardır. Bir kadın olarak, topuklu ayakkabılardan ciddi anlamda nefret etmemde etkisi büyüktür. Açık ofisin yarattığı akustik ile topuklu ayakkabı tık tıkları sayesinde, kübiğe 20 metre uzaktan bir bayan yaklaştığını ve her adımını kafanıza kafanıza vurarak size doğru yaklaştığını duyarsınız. Bazen ağır bir kokuya sahip ve çok sıkılan parfüm de cabasıdır. Resmen baş ağrısına sebep olur ve malesef açacak bir pencereniz de yoktur.

Geç kaldığınız, erken çıktığınız, çubuk kraker yediğiniz, kahveyi masaya döktüğünüz, oturmaktan yorulunca bir bacağınızı kıvırıp üstüne oturduğunuz herkes tarafından görülür, herkes tarafından bilinir, utanırsınız.

Kalabalık bir grup içerisinde çalışırken yaşanan en büyük sorun konsantrasyon iken, açık ofiste çalışanların her gün sayısız kez çalan telefon ve gelen mesaj sesleriyle verimliliklerinin düştüğüne inanıyorum. İnternette okuduğum bir haberde de, buna yakın şeyler yazılmıştı;
Fast Company'nin Temmuz 2005 sayısında yazan bir habere göre; “Telefon sesi, gelen epostalar gibi dış etkenler, ortalama bir çalışanın IQ’sunu 10 puan düşürüyor. Marihuana içmenin etkisinden 2 kat daha fazla (Marihuana'da 4 puan düşüyor).”

Tüm bu şikayetlerim ve mızmızlanmalarımı bir tarafa koyup, açık ofisin bir süre sonra insanlar üzerinde yarattığı en kötü etkiyi paylaşmak istiyorum. Açık ofiste dikkatinizi dağıtan, o kadar çok dış faktör vardır ki, bir süre sonra işinize odaklanmayı öğrenip, etrafınızda çalışan insanlara karşı son derece duyarsız biri haline gelebiliyorsunuz. Yalnız kalmanızın tek imkanı, etraftaki insanları yok saymanız olabiliyor. Yanınızdaki masada oturan kişi hasta mı, umrunuzda bile olmuyor. Üzülmüş mü, ağlamış mı, ruhunuz bile duymuyor. İşe mi gelmemiş, nedendir diye merak bile etmiyorsunuz.
Yakınınızdaki kişiler sadece gürültü çıkarttıklarında, dikkatinizi dağıtacak bir şey yaptığında, bir insan olarak değil, bir dış unsurlar olarak algılanıyor. Hatta bir gün birisi masasının başında ölse, sekiz saat sonra etrafa kötü kokular yaymaya başladığı an dikkat çeker diye düşünüyorum.

Açık ofiste çalıştığımdan beri, işe giderken ve iş çıkışında arabada bağıra bağıra, en iğrenç sesimle şarkılar söylerek rehabilite ediyorum kendimi. Eve gelince yüksek sesle müziğimi açıyor, iş yerinde kendimi zorla tuttuğum hareketli parçalarda, kalkıp dans ediyorum. Oturduğum zamanlar bağdaş kurarak ya da bir ayağımı çekinmeden özgürce, altıma alarak oturuyorum.

Severek çalıştığım bir işim var. Ancak açık ofis yüzünden, kendimi mahkûm gibi hissettiğimi, ofis dışına çıktığımda anlıyorum. İstediğim gibi konuştuğum, telefonumu sessizden çıkartıp, çaldığını duyduğumda heyecanlandığım ve konuşmak için kaçacak bir yer aramadığım zaman özgür olduğumu fark ediyorum.
Açık ofiste bu kadar dip dibe yaşayıpta, birbirlerine bu kadar uzak duran, etrafındaki insanlara yabancılaşan, duygu ve hislerini kaybeden, büyükşehir ve büyük şirketlerin, açık ofis tutsaklarından biri olup, bu yabancılaşmanın beni de yutmasından korkuyorum. Sırf bu yüzden, bazen yolda tanımadığım kişilere selam veriyor, günaydın ve iyi akşamlar gibi basit insancıl cümleler kuruyorum.

Hapishanelerdeki duvarlarla sağlanan denetim, modern çağda duvarsız ofislerle bizleri mahkûm etmiş durumda. İnsanların özgür, yaratıcı ve verimli olabilmeleri için kendine ait bir mekânın olması gerektiğini düşünüyorum. Hep yıkmayı düşündüğümüz o duvarlar, belki düşündüğümüz kadar kötü değillerdir.

Açık ofis sayesinde, artık duvarları sevmeye başlıyorum.

Bu blog Milliyet.com.tr sitesinden 12758 kez görüntülenmiştir

 
Toplam blog
: 73
: 5913
Kayıt tarihi
: 06.09.06
 
 

Yılın en uzun gecesinde doğmuşum. Bu yüzden midir bilinmez ruhlarımızın özgür kaldığı geceleri se..