Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Temmuz '08

 
Kategori
Felsefe
 

Acılarımızın (nöro-)biyolojisi ve (nöro-)psikolojisi

2. Bölüm: Biyolojik ve psikoljik ‚acı’

Bir elinizdeki çiviyi gözünüze kestirdiğiniz duvardaki yerine çakmak için diğer elinizdeki çekici kazara çivinin kafası yerine parmaklarınızdan lakabı ‚baş’ olanına indirdiğinizi farz edin, ya da dumanı üstünde kuru fasulyenizin yanına dayanamayıp bolca acı biber yediğinizi ve bu yüzden gastritinizin azdığını, ya da az önce çay bardağı almak içip açıp, bardağı aldıktan sonra tekrar kapatmayı unuttuğunuz için az sonra kafanızı ‚daaaank!’ diye mutfak dolabının kapısına vurduğunuzu ve elinizle sızlayan yeri sıvazladığınızı, ya da ne bileyim, soğan doğrarken kazara kestiğinizi fark etmediğiniz parmağınızın kestiğiniz soğana (salata yapıyorsunuz ya...) limon sıkarken ‚aman aman’ yandığını farz edin.

Acaba biz acımızdan ‘aaahhh!’, ya da ‚ooofff!’, ya da ne bileyim ‚uuuyyy!’ diye inim inim inlerken vücudumuzda (nöro-)biyolojik anlamda neler oluyor? Bedensel acılarımızın mikrobiyolojik, nörobiyolojik açılım(lar)ı ne(ler)dir?

Acı deyince hemen hemen herkesin aklına binbir şekliyle ünlü fransız filozof Descartes’ın kilise çanı benzetmesi gelir. Descartes’a göre acı bir kilise çanı gibidir: aşağıdan ipi çekerseniz yukarda çanın çalışına tanık olursunuz. Dedim ya, çekiçle duvara çivi yerine ‚aaahhh!’ınıza başparmağınızı çaktığınızı düşünün. Bu durumda Descartes’ın mantığıyla konuşcak olursak ipi çektiğiniz an çekici başparmağınıza vurduğunuz, kilisenin çanının öttüğü an da ‚aaahhh!’ınızı bağırdığınız andır.

Kabaca akla yatan bu mantık acıyı iyice irdelediğimizde pek işe yaramaz. Acı sadece bir reflex değildir; duruma ve acıya maaruz kalanın özelliklerine göre farklılıklar gösteren bir fenomendir. Birinin acı olarak algıladığı bir durumu, bir başkası ancak dört beş katı sonra öyle olarak algılamaktadır. Örneğin aşırı ilginin acıyı arttırıcı bir etken olduğu da ispatlanmıştır. Acısı olana gösterdiğimiz yoğun ilgi o anlık da olsa ‚hissedilen’ acının artmasına neden olmaktadır. Bunun böyle olduğunu nöro(biyo)loglar beyin aktivitelerini resimlendirme sistemleri yardımıyla kanıtlamışlardır. Bu acının biyolojik olduğu gibi psikolojik boyutunun olduğu savını da sağlam temellere taşıyan bir bulgudur.

Demek ki acının bir ‚şahsiyet’i olduğu söylenebilir. Birkaç sene öncesine kadar bilim adamları acının biyolojisinin ve nörolojisinin katı anatomik kurallara göre işlediğini, acının objektivitesinden söz edilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Yani türü ve dozajı aynı olmak şartıyla acı herkeste ve her yaşta aynıydı. Ancak bu bağlamda son yıllarda yapılan araştırmalar sonucu kesinleşen ‚beynin değişkenliği’ bulgusunun acının ‚hissedilir hassasiyet’ine de etkisi olduğu görülmüştür. Hatta bu hassasiyetin kalıtsal olabileceğine dair ilmî veriler bile bulunmaktadır. Yani babası annesi acıya dayanıklı bir çocuğun acıya olan hassasiyetinin de aynı şekilde dayanıklı olacağı savı ileri sürülmektedir. Bu savın aşırı uç noktası genetik anormallikler sonucu acıya bağışıklı insanların varlığıdır (bu insanlarda genetik kodlamada genomdan acıyla ilgili gen(ler)in deaktive edildiği, yani işlem dışı bırakıldığı saptanmıştır). Cinsiyetin de mevzubahis hassasiyetin derecesinde önemi vardır. Kadınların sinir sistemlerinin özelliğinden kaynaklanan farklılıklar sonucu acıya karşı daha hassas oldukları bilimsel verilerle iddia edilir. Ama kızıl saçlı kadınların diğer bütün insanlara nazaran acı konusunda avantajları vardır. Çünkü bir gen bozukluğu sonucu vücutları (daha doğrusu beynin belli bir bölümü) doğal afyonlu (özbedenî) ilaçlar salgılar (uyuşturucu) ve kızıl saçlı kadınlar bedensel acılara daha dayanıklıdırlar. Yani her insanın beyninde bir şahsî uyuşturucu laboratuvarı vardır ve kızıl saçlı kadınların laborantları diğer insanların laborantlarına nazaran daha fazla mesaiye kalmaktadırlar. Hatta insan, ister kızıl saçlı kadın olsun ister siyah saçlı erkek olsun, gerçek anlamda acıya maaruz kalmadan dahi beynine gerekli uyuşturucuyu hazırlamasını emredebiliyor. Yani tıp dilinde ‚placebo’ denilen şu ‚güya’ durumu. Bu güya durumuna meditasyon ve yoga ile de ulaşılabilir.

Bu arada mikrobiyolojik olarak acının büyüğü daha makbuldür çünkü vücut acıların büyüklerine salgıladığı uyuşturucularla ya da bayılmayı ya da komayı beraberinde getiren fizyolojik tedbirlerle karşı koyar. Asıl kötü olan zamanla sinir sistemine işkence çektirirmişcesine onda önemli işlevsel değişikliklere sebep olan, yavaş yavaş gelen ama büyümeden aynı kalışıyla ve gitmeyişiyle de artık kronikleşen, örneğin sırt ve bel ağrıları, romatizma gibi, ufak acılar, ağrılardır. Sinir sistemi bu tür düşük dozajlı acılara nasıl karşılık vermesi gerektiğini bilmediğinden hassasiyet derecesini düşürür ve bu düşüş acıyı çekende işkenceye dönüşür çünkü en ufak bir ağrı dahi inanılmaz sancılara yol açar ve buna karşılık vücut ağrı kesici uyuşturucuları her seferinde biraz daha geç salgılar. Yani acı sahibi her seferinde biraz daha fazla acı çeker. Yani sinir sistemimiz sun’i olarak yeni bir savunma mekanizması geliştirdiği düşüncesiyle kendini avutur ve bu avunmayla düşük dozajdaki acılarla baş edebildiğini bilmek ister. Siz onu bir de acıyı çekene sorun.

Ama biz gene başparmağımızın ‚aaahhh!’ına kulak verelim.

Vücudumuzun hemen hemen her yerinde sıcağa, basınca ve kimyasal etkileşime duyarlı, ‚noziseptör’ denilen uyarıcılar bulunmaktadır. Acının biyolojik olarak ilk durağı bu uyarıcılardır. Mevzubahis uyarıcıların omuriliğindeki uzantıları acının türüne göre birkaç tipe ayrışabilir (dört çeşidi bulunmaktadır). Bu noktada önemli olan beynin gerekli tedbirlerin alınması için bir an evvel komutlarını vücudun dört bir köşesine iletebilmesidir. Beynin bir bölümünde, temel beyinde, hayatî fonksiyonlar gözden geçirilir ve bunların zarar görmemesi için temel beyin alarma geçer, bize ‚aaahhh!’ dedirten beynin hissel bölgesi (çoğu kez büyük beyin/neocortex/ön lob/lobus frontalis) alarma geçirilir. Beynin bir başka bölümünde (talamus/epitalamus ve amygdala) ağrı kesicilerin üretilip kana karıştırılması için bu işle ilgilenen yerlere emirler hazırlanır. Bu arada acının kaynağından sürekli birinci, ikinci ve üçüncü dereceden önemli bilgiler gelir beyne, yani acının kaynağının hangi özelliklerinin verileri nelerdir, beyin sürekli bu verilerle beslenir. Kimi bilim adamına göre bu işlemler kimi zamanın ışık hızının 2 ile 3 katı hızla gerçekleşmektedir. Yanlış anlaşılmasın, beynin kendisinde acının kendisini algılayacak uyarıcılar bulunmadığı için beynin kendisi acının ne olduğunu bilmez bile. O sadece acı denilenin beyin bazında ne anlama geldiğini ve ne yapılması gerektiğini bilir. Ama yeni elde edilen bilimsel veriler doğrultusunda beynin acıyı yapay olarak ezberleyebildiği, yani acının kendisini ortadan kalktığı halde beynin vücudu sun’i olarak alarma geçirebildiği saptanmıştır.

Beyin ‚aynı anda birden çok’kanallı hiyerarşik yapısıyla tam bir komuta zincirleri merkezidir. O düşündük tek bir komutan da yoktur. Tam tersine beyin birçok kanaldan aynı anda işleyen çok boyutlu komutanlardan oluşan kesişim kümesi gibidir. Sadece komutanlardan ibaret bir ordu gibidir. Mevzubahis komutanların görev manyaklığı sonucu her acı öyle ya da böyle er ya da geç diner.

Gelelim psikolojik ‚aaahhh!’larımıza. Bütün gün çalıştıktan sonra yorgun argın eve gelip, gücünüz yettiğince sizden bugün biraz daha geç eve gelecek olan partnerinize son gücünüzle bir süpriz yapmak için akşam yemeğinde en sevdiği yemeği pişirmeyi planladığınızı, örneğin kendisine ‚imam bayıldı’ yapmayı göze aldığınızı düşünün. ‚Ha gayret, ha gayret!’ diyerek partnerinizin eve dönüşünden önce bitirmeyi becerdiğiniz imam bayıldıyı kapı açılır açılmaz yemek masasına koyduğunuzu ve partnerinizi gururla ve sevgiyle masaya davet ettiğinizi düşünün. Hadi bir şişe şarap ya da bir ufak rakı açmış olduğunuzu da düşünün. Partneriniz şarabın kalitesini kötü bulabilir, bu sizi incitmez, rakının dostu suyu da yeterince soğuk bulmayıp yersiz ve egoistçe bir yorumda bulunabilir, bu da sizi pek incitmez, ya da hatta imam bayıldının şusunu busunu da kötü bulabilir, bu da sizi pek incitmez. Ama bütün bunların yanısıra sizin ona verdiğiniz değer, keyfinin yerindeliği için sarfettiğiniz emek ‚sıradan’, ya da ‚gayet normal’, ya da ‚ilişkisel reflex’ bir şeymiş gibi ‚eee tabiki yapacak’ şeklinde alaşağı edilirse o zaman psikolojiniz azar. Psikolojik azmaların kökünde hep ‚hayal kırıklık’ları vardır. Siz onca sevgi ve emek yatırımında bulunuyorsunuz, biri geliyor hisler fabrikanızı iki kelimede, iki harekette, iki kararda iflâsa sürüklüyor. Bu psikolojinizin açta açıkta kaldığı andır. Çoğu zaman da anında reaksiyon gösteremediğimiz olaylardır bunlar. Psikoljik azmalarımızın çocukluğunu ‚hayal kırıklıklarımızı’ içimize atmalar dönemi oluşturur. Ergenliğini ise hayal kırıklıklarımızı içimize atışımızı kontrölümüzün dışındaki bir otomatizmin halletmeye başladığı, bizim ise kendi içimize atışlarımıza kendimizin seyirci kaldığı dönem oluşturmaktadır. Bu otomatizasyon dönemini içsel çelişkiler dönemi takip eder. Bu dönemde otomatizasyon sonucu enflasyona uğrayan, ucuzlayan, yok paraya harcanan, içine atmalarımız bizi bir şeylerin haksız bir şekilde geliştiği fısıltıdan düşüncesiyle doğal olarak zehirlemeye başlar. O ses içimizde büyüdükçe, zehirin dozajı artar, zehirin dozajı arttıkça sınırsız ruh bedenin darlığına sığmamaya başlar ve bir gün patlayacağı anın özlemiyle yaşar. Yani kendi kendisinin pususuna yatar. Ne acı değil mi?!

Psikolojik aaahhh’larımız (biraz arabesk olacak ama...) mükemmel olmasa da olduğu durumda olabileceğinin en iyisi olan kapalı sistem vücudun bakanları beynin çeşitli bölümlerinin kafalarını ütüleyen çenesi düşük dert ağızları gibidirler. Ama kulak kapatmaya gelmeyecek kadar önemli ve hayatîdir anlattıkları. Psikolojik aaahhh’larına biyolojik kulaklarını kapatan metabolizma er ya da geç doğal harmonisini, dengesini kaybeder ve yoktan varolmuş gibi hayret dolu gözlerle gamın kederin, depresyonun, mepresyonun sanki bir sihirbazın sihirli değneğinin yardımıyla migrene, ülsere, yüksek tansiyona, hiperventilasyona veya kalp krizine dönüşüverişine şahit olur.

Psikolojik acılarımızın biyolojik acılara dönüşmesi doğaldır çünkü başka bir varlık realiteleri yoktur. ‚Ağıracaksın ki acıdığını bileyim’ der insan ‚ağlamakla acımak olmaz’. Oysa ağlamak acıların en deli olanıdır.

(Bir sonraki yazı: 3. ve son bölüm: bedensel ve ruhsal acılarımıza meta-kulak: nörofelsefe)

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..