Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mart '13

 
Kategori
Magazin
 

Acılı Kuşak Kelebeğin Rüyası’nda hayat buldu bu rüya dizi oluyor...

Acılı Kuşak Kelebeğin Rüyası’nda hayat buldu bu rüya dizi oluyor...
 

Kelebeğin Rüyası filmi sanırım herkesin modaya uyup övgüyle bahsettiği filme dair söyleyecek sözü kalmamıştır artık kimsenin. E bu durumda yazma sırası bize de gelmiş oldu…

Fazlaca reklamı yapılan, gişeye oynayan, sürekli övgüyle söz edilen Türk yapımlarında özellikle beklentimi düşük tutarım. Türk yapımlarında genel anlamda beklentim düşükken dediğim gibi her fırsatta övülen filmlerde daha bir aşağıdadır bu çıtam.

Kelebeğin Rüyası filmine de bu ruh haliyle gittim.                                                         

Bu yüzden hayal kırıklığına uğramadım. Hatta çıtam çok aşağılarda olduğu için beklentilerimin

üstünde bir film izledim diye bilirim.

Yılmaz Erdoğan imzası taşıdığı için filmin Yılmaz Erdoğan’a yakışır bir film olacağını zaten biliyordum. Dram olması beni çokta şaşırtmadı. Zaten Yılmaz Erdoğan’ın her filmi bir mesaj verir nitelikte. Yani dramdan çokta uzak değil.

Bu filmi diğerlerinden ayıran ya da bir adım öne çıkaran sadece anlatımının şiirsel oluşuydu bana göre.

Yani filmin yola çıkış öyküsü şiir, filmin anlatımına da yansımış.

Tabii burada hemen bir parantez açmak istiyorum filmi beğenmediğimi söylemiyorum sadece abartılan övgülerle örtüşmediğini söylüyorum. Fazlaca abartılan övgülerle film arasında uçurum var bu yüzden pek çok seyircinin hayal kırıklığı yaşadığını düşünüyorum.

Dediğim gibi benim böyle bir hayal kırıklığım olmadı. Hazırlıklı gidince. Yalnız şunu söyleyebilirim eğer Yılmaz Erdoğan filmi olmasaydı ve bu kadar iyi tanıtılmasaydı bu film bu kadar övgü alır izlenir miydi işte ona kocaman bir “Hayır” diyebilirim genel Türk izleyicisinin tam olarak anlayacağı bir film değil çünkü.

İzlendiyse ve bu kadar iyi bir gişe aldıysa tek neden Yılmaz Erdoğan filmi oluşudur.

Peki, Yılmaz Erdoğan bu filmle neyi başarmıştır şiiri ve şairi diyen çok olsa da ben öyle düşünmüyorum.

Acılı Kuşağı hatırlatmıştır unutulan belliklere.

1940’lı yıllarda acı çeken, anlaşılamayan, düşün ve sanat uğruna hapislerde yatan, yiten, eriyen bir kuşağın çilesi var.

O günün resmi görüşüne göre damgalanmışlar, yasak bölgelere itilmişler, sıkışan iktidarlara yem olmuşlardır. Fişlenmişler, dosyalanmışlar, iktidarların hep sıkışmasında ezilmişlerdir. Bu kuşak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelen yeni ve ileri düşüncelerinin temsilcisidir. Savaşın insanlık dışı, faşizmin sadece Türkiye için değil, dünya için bir baş belası olduğunu söylemiştirler. Kuşağın suçu yeni düşünceleri yıllar önce söylemeleridir. Bu yüzden hapis yatmış, yedek subaydan çavuş çıkmış, işsiz kalmıştırlar. Kuşak düşünce namusu içinde, acı çekerek, inandıklarının bedelini ödemiştir. Çok kurban vermiştirler. Acı bu kuşağın alınyazısıdır. Onun için kahrolan kuşak Acılı Kuşak denir bu kuşağa. Bu aydın kuşağın ne demek istediği anlaşılmamış düşüncelerinin derinliğine inilmemiş sadece ezilmişlerdir. Her acı çekilirken de yerine toplum için bir şeyler konulmuştur.

Şiir yazan kadar şiir seven de çok çekmiştir. Nice şiir severlerin başı salt şiir sevdikleri için derde girmiştir. Şiirin sözlü yaygın alanında şiir sevenler de şairler gibi çile doldurmuşlardır. Şiir tutkusu bir dervişliktir. Kökeninde Anadolu dervişlerinin tarihsel katkısı yatar. Onlar nasıl diyar diyar eski ustaların deyişlerini taşımışlarsa, yenileri de dilden dile, gönülden gönüle yasaklanan yasadışı sayılan şiirleri götürmüşlerdir.

Edebiyatımızın bir 1940’lı kuşağı vardır, yitip giden, anlaşılmayan. İşte böyle bir kuşağın var olduğu dönemi filme aktarmıştır aslında Erdoğan. Behçet Necatigil’de o kuşağın içindendir. Belki hapishanelere girmemiştir ama o kuşaktandır. Dışarıda arkadaşlarının yaşadıklarıyla kahrolanlardandır.

Toplumumuzun şairlerden korktuğu dönemde, kimi şairler bu acıyı fiziksel olarak duydular, kimi şairler korka korka, çekine çekine, psikolojik olarak duydular. İlle de hepsinin hapiste yatması, sürgüne gitmesi, maddi baskı duyması gerekmiyordu. Çoğu zaman psikolojik baskı fiziksel baskıdan ağır gelmiştir. İşte Necatigil o guruptandır.

Ve öğrencileri sayısız öğrenci yetiştiren Necatigil’in Rüştü Onur Muzaffer Tayip Uslu adlı iki öğrencisinin hayatının bir kesitini aktarmıştır bizlere. Neden özellikle bu iki genci seçmiştir bilinmez ama bence verem denilen illeti ve Zonguldak kömür madenlerini verebilmek adına başka bir yerinden almak istemiştir o acılı kuşağı.

Yani bu sefer bu kayıpları düşüncelerinden ve yazdıklarından dolayı değil de veremden kaybediyoruz. Belki verem olmasaydılar onlarda düşüncelerinden yargılananlardan olacaklardı kim bilir. Şiire olan tutkuları onlarında başlarını ağrıtacaktı diğerleri gibi.

Ama bu tutkuları onlarında başını epeyce ağrıtıyor. Vereme rağmen şiir sevdalarıyla hayata tutunuyorlar sonunda başarıyorlar Varlık dergisinde şiirlerinin çıkmasını. O zamanlar çok önemli olan bu dergide yazı ya da şiirlerinin yayınlanması. Şimdi kolay iş bas parayı şairim diye yuttur kendini.

İşte bu yüzden o zamanın şiirleri nesilden nesile ulaşır ve onlara şair denir. Şimdilerde parayla şair, parayla yazar olanlar belki utanırlar filmi izlediklerinde kendilerini şair ve yazar olarak tanıtmaktan. Pek sanmam ya hani onlar ölünce değere bindi diyenler kendilerini nimetten saymasınlar diye hatırlatayım dedim.

Ve Zonguldak, Zonguldak Maden ocakları. Şimdiki gençlerin pek bilmediği ama bir dönemin ocaklarında pisipisine insan ölümlerinin gerçekleştiği ocaklar. 16-80 yaş arası insanların çalıştırıldığı madenler.

Kömürün bulunuşundan itibaren ilki Osmanlı Devleti zamanında ikincisi ise Türkiye Cumhuriyeti döneminde olmak üzere iki defa ücretli iş mükellefiyeti uygulanmıştır. Ocaklardan daha fazla kömür elde etmek amacıyla yapılan bu uygulamalarda havza köylüleri önemli bir iş gücünü oluşturmuştur.

40’lı yıllarda Türkiye ekonomisi ve toplumu, uzun süren savaş ve seferberlikten dolayı derin bir kriz yaşıyordu. Devlet, kömür üretimini sürdürmek için çok sert ve acımasız tedbirlere başvurmuştu.

İşçilerin 16 saat durup dinlenmeden çalıştıkları bir dönemdir o dönem. Yöre halkı, amirleri tarafından istedikleri gibi çalıştırılır. İşçilerin itiraz etme hakları da yoktur üstelik. Cesarette edemezler çünkü böyle bir davranışa girdiklerinde şiddete maruz kalırlar. Gerek savaş şartları, gerekse ülkenin ihtiyaç duyduğu en önemli enerji kaynağı olan kömür üretiminin arttırılması konusunda yöre insanı çaresizliğe itilmiş ve zor şartlar altında düşük ücrete uzun mesai süreleri içinde çalışmak zorunda bırakılmıştır. Hafta tatilleri olmadan.

Kanunla çocuk ve kadın işçiler çalıştırılmıştır. Her geçen gün ülke için önemi artan kömür üretimi sebebiyle ve savaşın hüküm sürdüğü o yıllarda askere alımlar çoğalınca normal zamanlarda çalıştırılmayacak işlerde çocuklar ve kadınlarda istihdam edilmişlerdir.

İşçiler penceresi bile olmayan baraka denilen taş odalarda sağlıksız şekilde kalmaktadır. Bit ve tahtakurusunun çokça olduğu yerler.

Uzun ve zor mesai saatlerine rağmen işçiler çalışmalarının karşılığını alamamışlardır. Çaresizlik içinde çalışmak zorunda kalmışlardır. Devletin savaş döneminin kriz ortamında maden işçilerini itaatkâr kılmaya yönelik girişimleri içinde kısa da olsa o havzaları göstermesi filmin bana göre en can alıcı noktasıdır.

O yılların gerçeğinde insana verilen değeri görmüş oluyoruz bir kez daha bu filmde.

Ve o yıllardaki yokluk kâğıdın önemi örneğin, daktilo mesela. Şimdiler de yabancı gelen pek çok şey.

Oyunculara gelirsek Kıvanç Tatlıtuğ’un mankenler arasında sıra dışı çıkışı ve başarısı tartışılmaz elbette. Bu filmle de en üst seviyeye çıkarmıştır başarısını. Ve Kıvanç bir şeyi daha göstermiştir her rolün adamı olabileceğini. Ama bana göre filmin asıl ağır topu Mert Fırat’tır. Kısaca Yılmaz Erdoğan oyuncu seçimleriyle ve konusuyla bir kez daha imzasını konuşturmuştur. Görsel çekimler zaten filmin kalitesini en üst seviyelere çıkaran unsurların başındadır.

Şimdilerde dizi olma yolunda çalışmaları olan film mini dizi olacakmış. Film 42’şer dakikalık 4 bölüm dizi olarak Kazakistan’dan Slovakya’ya kadar 45 ülkeye satılacakmış. E bu da Yılmaz Erdoğan aklı olsa gerek…

oyatekin@gmail.com

https://twitter.com/#!/oyatekin (@oyatekin)

http://yurthaber.mynet.com/yazarlar/tum/1/o.tekin35

OYA TEKİN / MEDYABEY.COM

Not: Burada yazılan tüm yazılarım elektronik imza ve zaman damgası güvencesi altında yasal hakları korunmaktadır. Hiçbir şekilde basılı ya da elektronik bir ortamda (CD, Internet vs.) kaynak gösterilmeksizin izin alınmadan kullanılamaz.

 
Toplam blog
: 295
: 3718
Kayıt tarihi
: 01.10.06
 
 

Milliyet Bloğa nasıl geldim ve nasıl yerimi aldım bilmiyorum. Sanırım uzun yıllar okuduğum bölüml..