Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Haziran '11

 
Kategori
Eğitim
 

Acımak

Yazarı: Reşat Nuri Güntekin 

Reşat Nuri, 1889–1956 yılları arasında yaşamıştır. İlköğrenimini Çanakkale’de yaptıktan sonra, İstanbul Dârü’l-Fünûn’da Edebiyat Bölümünü bitirdi. Liselerde öğretmenlik, müdürlük, Milli Eğitim Bakanlığı Bakanlık Müfettişliği, Paris Kültür Ataşeliği yaptı. UNESCO’da Türkiye’yi temsil etti. Romanları, hikâyeleri tiyatro eserleri olan yazarın çeşitli çevirileri de vardır. Kanser tedavisi için gittiği Londra’da ölmüştür. Mezarı Karacaahmet’tedir. 

Özet: 

Mebus Şerif Halil Bey bir dostunun ricası üzerine Zehra öğretmen için Maarif müdüründen izin ister. Zehra öğretmenin babası rahatsızlanmıştır, ölüm döşeğindedir. Gitmesi gerekmektedir. Buna Maarif müdürü çok şaşırır. “Zehra öğretmenin bir babası olsa ben bilirdim. Bir yanlışlık olmasın, ” der. 

Zehra öğretmen babasından nefret ettiği için kasabaya geldiğinde kendini öksüz olarak tanıtmış, kimi kimsesi olmadığını söylemiştir. Daha sonra mebusla, Maarif müdürü Zehra öğretmeni okulda ziyaret ederler. Yol boyunca Maarif müdürü Zehra öğretmeni anlatır. 

Seçim bölgenizde göreceğiniz en dikkate değer müessese bu mekteptir. Halk, mektebin asıl ismini unutmuştur. “Zehra Hanım Mektebi” diye tanınır. Hatta kâtiplerimiz bile bazen şaşırırlar, resmi evrakta “Zehra Hanım Mektebi” diye yazarlar. Geçenlerde bir çeşme başında iki kadın konuşmaktadır. Birisi, “Ben çocuğumu Maarif Mektebine vermem… Zehra Hanım’ın mektebinde okutacağım!” der. 

Mebus: “Çok garip. Bu Zehra Hanım size karşı adeta İstiklal ilan etmiş vaziyette…” der. 

Maarif müdürü: “Zehra Hanım icraatında hemen hemen bağımsızdır… Bizim emirlerimize, nehiylerimize hiç kulak asmaz. Hâsılı bildiği gibi hareket eder. Bu durum idareci nefsimizi rencide etmez. Keşke bütün mekteplerimizin başında Zehra Hanım gibi muallimeler olsa da, bizim hiç hakkımız kalmasa… İstiklal alameti olara, birer davul ile tuğ gönderirim, ” diye mebusa karşılık verir. 

“Zehra Öğretmen dört sene evvel küçük bir kız, minimini bir Dârü’l-muallimât mezunu olarak biraya gelmiş… İlk zamanlarda çok sıkıntı çekmiş. Fakat meyus olmamış. Kasabayı kendine vatan mektebi bir aile ocağı yapmış… O kadar azim ve gayretle çalışmış ki terfisine kimse mani olamamış ve başmuallim olmuştur. Daha 25 yaşına gelmeden başmuallim olup kocaman bir kız mektebini ona teslim etmişlerdir. Şimdilerde 30’lu yaşlarda… Kasabanın en sevilen, emniyet edilen, hatırı sayılan bir insandır. 

Mektebe gelince, bu mütevazı kasabada umulmayacak kadar güzel bir şeydir… Parasız hiçbir şey olmaz, deriz… Fakat çalışan ve irade sahibi bir insanın da az para ile ne büyük işler yapabileceğine bu mektepten güzel bir misal gösterilemez. Mesela badana, dam, cam tamiri, filan gibi şeyler için para veririz. Eteklerini beline dolar bu işleri kendi görür. Zaten elinden gelmeyen iş yok gibidir… Arttırdığı parayla, yemekhaneler için sofra takımı yahut sınıflar için ders aleti tedarik eder… Yerli zenginlerden bir kısmının yardımıyla binayı bütünüyle tamir ettirdi, bahçesini genişletti, ” diyerek Zehra öğretmeni anlatmaya devam eder. 

“Bu duruma şaşıran mebus, “Siz ancak romanlarda tesadüf edilebilecek ideal bir kahramandan bahsediyorsunuz, ” der. Maarif müdürü ise gülerek, “Ben böyle bir iddiada bulunmadım. Evet, Zehra Hanımı ideal bir roman kahramanı olarak tasvir ettim. Fakat “tam bir insandır” demedim. Bu madalyonun bir de ters tarafı var, biraz da ondan bahsedeyim, ” diyerek Zehra Hanımı anlatmaya devam eder. Doğruluk, temizlik, fedakârlık, hastalığı onda insanlığın en kıymetli bir kabiliyetini öldürmüştür. Acımak kabiliyetini… Zehra Hanım, hissiz bir kadın denemez… Bilakis geniş bir ruhu var. Güzel, doğru temiz şeyleri çılgınca sevebiliyor, onlar için fedakârlık yapıyor. Fakat zaafa, düşkünlüğe, çirkinliği acımıyor. Sadece kızıyor, hırçınlaşıyor. Kabahatli insan, düşkün insan, onun gözünde ekin tarlalarında bitmiş, muzır bir ot gibidir. Onu acımadan söküp atıyor. Yapılmış bir fenalık için mazeret tanımıyor. Bunu bir adliyeci, bir hâkim için anlarım fakat bir mektep hocası için… Acımak duygusundan yoksun olduğunu gösteren bir olay anlatayım. 

Bir gün başmuallim talebeden, Ferhunde isminde bir kızın kaydını silmek için idareye geldi. Affedilmez bir kabahati varmış: Arkadaşlarından bir kısmının fara ile vazifesini yapıyormuş. Kız bunu aile, çok fakir olduğu için sırf mektep kitaplarını ve defterlerini tedarik edebilmek için yapmış. Çocuğun hali çok dokundu bana. Zehra Hanıma rica ettim. Sözlerimi dinlemedi. Elimde bana teslim edilmiş yüz kadar çocuğun ahlakından mesulüm. Müsaade ederseniz, ben sade muallim olarak çalışayım. Başka bir muallimi başmuallim yaparsınız… Çocuk da mektepte o zaman kalır, diyerek itiraz etti. İşte Zehra Hanım böyle birisidir der, ” Maarif müdürü. 

Daha sonra Maarif müdürü ve Mebus okula giderler ve Mebus, Zehra öğretmenle tanışır. Mebus, Zehra öğretmenin babasının ölüm döşeğinde olduğunu, İstanbul’a gitmesinin gerektiği, haberini getirmiştir. Ama Zehra babasının olmadığını, İstanbul’a gitmeyeceğini, söyler. Birkaç gün sonra tekrar telgraf gelir. Babasının iyice fenalaştığı, acil İstanbul’a gelmesi gerektiği, söylenir. Zehra Maarif müdürünün ısrarına dayanamaz ve İstanbul’a gider. Ama geç kalmıştır. Zehra gelmeden, babası vefat etmiştir. Zehra’ya babasından eski bir sandık kalmıştır. Başta Zehra, sandığı bile kabul etmez. Başkasına verilmesini ister. Daha sonra odada, sandığı görünce dayanamaz açar ve içinden babasının günlüğü çıkar. Günlüğü okumaya başlar. 

Günlük 

Mürsit Efendi, okuldan mezun olduktan sonra kendini işine adamış, çalışkan, gözü fazla yukarıda olmayan biridir. Namuslu, gayet uysal ve titiz bir adamdır. Mürşit Efendi, okulu yeni bitirmiştir. Artık kendine ait bir hayatı olacaktır. Çok dürüst biri olan Mürşit Efendi, daha önce göreve başlamadan, kendi kendine iyi bir memur olacağına dair söz vermiştir. 

Vicdanımın sesini daima dinleyeceğim,  

Hiçbir zaman kanun haricinde iş görmeyeceğim,  

Meslektaşlarımla son derece iyi geçineceğim,  

Yalan söylemeyeceğim,  

Rüşvet almayacağım,  

Vazifemi daima hakkımdan üstün tutacağım,  

Diye, kendi kendine söz vermiştir. 

Mürsit Efendinin ilk tayini Sivas’a çıkar. Arkadaşlarının yardımıyla, Ermeni bir kadının evinde bir oda tuttur. Mürşit Efendi çok çalışkandır ve her işe koşturmaktadır. Arkadaşlarına yardım etmekten çekinmez. Kısa süre içinde sivrilir. Günler böyle geçerken, Mürşit Efendi artık arkadaşlarından, patronlarından sıkılmaya başlar. Çünkü herkes Mürşit Efendiye, kendi işlerini yaptırmaktadır. Bundan sıkılan Mürşit Efendi bir gün iş arkadaşıyla kavga eder ve bu duruma canı çok sıkılır. Durumu, tek konuştuğu Tahsin Beyle dertleşir. 

Tahsin Bey Mürşit Efendinin bir yandan hakli olduğunu, bir yandan da haksız olduğunu söyler. “Durmadan makine gibi çalışıyorsun. Bu durum başta amirlerinin hoşuna gidiyor. Fakat zamanla alışıyorlar. Bunu tabii görmeye başlıyorlar. Diğer iş arkadaşlarının işe geç gelmesi, işi yapmamalarına nasıl alışmışlarsa, senin de makine gibi her işi yapmana zamanla alışıyorlar ve sen bir gün durduğunda senden şikâyet ediyorlar. A çocuğum ne olurdu şu işe tersinden başlasaydın, bu kadar şevk ile işe sarılmayıp da yavaş yavaş açılsaydın… Bu o zaman amirlerin, arkadaşların Mürşit amma cevherli çocukmuş… Günden güne terakki ediyor deselerdi, ”. … diye, Mürşit’e nasihat verir. 

Mürşit Efendi daha sonra birkaç ilçeye kaymakam olarak atanır. Orada da çalışmalarından dolayı ceza alır, sürülür. Şimdi büsbütün başka bir adam olmuştur. Bir köşede kendini unutturmaktan, başını dinlemekten başka bir şey istemiyordur. Beş altı sene evvel başında muhteşem bir rüya ile İstanbul’dan gelen vak’ları ve insanları ezeli yollarından döndürmeyi kuran gafil çocuğa, şimdi hem gülüyor hem acıyordur. 

Daha sonraları Diyarbakır’da görev yaparken hayatı değişir. Meveddet adında bir bayanla tanışır. Meveddet’in babası Mürşit Efendinin arkadaşıdır. Ölünce Mürşit Efendi ile aralarında bir yakınlaşma olur. Evlenirler. Meveddet’in bir de annesi vardır. Mürşit Efendi kaynanasını çok iyi bir kadın olarak görür. Annesi yerine koyar. Ona o kadar saygılıdır ki bir dediğini iki etmez. Başlarda gayet iyi geçinirler. İlerleyen günlerde karısı ve kaynanası İstanbul’a gitmek için Mürşit Efendiye baskı yapmaya başlarlar. Hatta bazı zamanlar karısı ve kaynanası için onların dedikoduları yüzünden iş arkadaşlarıyla kavga eder. Karısı ve kaynanası sürekli kendilerini zengin kadınlarla kıyas edip, Mürşit Efendiyi borca sokmuşlardır. 

Bu arada iki tane kızları olmuştur. Feriha ve Zehra. İstanbul baskıları gittikçe artmış, karısı çok hastalanmıştır. Sebebi de kız kardeşini özlemiş, onun hasretine dayanamadığından yataklara düşmüştür. Mürşit Efendi bu ısrara dayanmaz ve karısına kıyamaz. İstanbul’a tayini yapmanın bir yolunu bulur. İstanbul’a gideceklerdir ama hangi parayla. Uçan kuşa borçları vardır. İstanbul’a gidebilmek için Abdüssamet Beyden para yardımı ister ve para yardımını alır. Daha sonra kaynanasının ricasını da Abdüssamet Beye iletir. 

Kaynanasının ricasını duyan Abdussamet Bey sinirlenir ve Diyarbakır’da çocukların bile bildiği ama Mürşit Efendi’nin bilmediği gerçekleri Mürşit’e anlatır. Kaynanasının ve karısının onun bildiği gibi biri olmadıklarını, çok fena bir aile olduklarını söyler. “Rahmetli kayınbaban öldü de kurtuldu. Bu ana kız onu borca sefalete sürükledi. Şimdi de seni sürüklüyorlar oğlum, ” diye uyarır. Kaynanasının iş bulması için rica ettiği kişinin, aslında kaynanasının aşığı olduğunu, kendi karnını doydurttuğu yetmezmiş gibi kendi aşığını da sana baktırtıyor. İstanbul’a gitmek için hastalık uydurduklarını söyler. Sen bu ailenin kızıyla evlenmekle çok hata ettin. Gidip kendini öldüreydin, daha iyi yapmış olurdun. Seni kendi israfları ve dedikoduları yüzünden, tüm arkadaşlarınla aranı açtılar. Bütün Diyarbakır’ın gözü önünde seni rezil etiler. Bunlar kendi zevkleri için kocalarını hırsızlığa, katilliğe kadar sevk etmekten çekinmezler, ” diyerek Abdüssamet Efendi Mürşit’in gerçekleri görmesine yardımcı olur. 

Ama yine de Mürşit Efendi İstanbul’a gider. Orada çok sıkıntılı günler geçirirler. İki kız çocuğunu da annesi ve anneannesi, kendisi gibi yetiştirir. Artık bozulan aile saadeti yerine, bu iki kız çocuğunu babalarından nefret ettirirler. Babalarına düşman kesilmişlerdir. Babalarını kumarbaz, işsiz, alkolik olarak gösterirler. Ailesine para getirebilmek için Mürşit Efendi artık hırsızlık ta yapmaya başlamıştır. Bir gün yakalanır ve hapse atılır. 

Bu arada karısı da komşularıyla buluşup Mürşit Efendiyi aldatmaya başlamıştır. Bunu öğrenen Mürşit Efendi karısında boşanmak ister ama arada iki çocuğu olduğu için vazgeçer. Aile içinde sorunlar iyice artmaya başlar. Mürşit Efendi çocuklarını çok sevmesine rağmen artık onlara yaklaşamaz olmuştur. Kucağına alıp okşayamıyordur bile. Kendini iyice içkiye verir. Eve geç gelmeye başlar. Büyük kızı Feriha bu sıkıntılara dayanamaz. Verem olur ve ölür. Artık sadece Zehra vardır. Zehra’yı bu kadınların elinden kurtarması gerektiğini düşünürken, bir gün eski bir arkadaşıyla karşılaşır. Arkadaşı ona yapabileceği bir şey olup olmadığını sorar. Birden aklına kızı Zehra gelir. Kızını arkadaşı sayesinde yatılı bir okula yerleştirir. Okula ne annesinin ne de anneannesinin girmesine izin verdirir. Artık Zehra kurtulmuştur. 

Zehra bu günlüğü okuduktan sonra babasının cansız bedenine sarılıp ağlar. Çok pişmanlık duyar. Zehra artık acımayı öğrenmiştir. Artık onun bir eksiği kalmamıştır. 

Zehra birkaç gün sonra Anadolu’daki mektebe geri döner. 

Sonuç: 

Acımak, insani bir meziyettir. Bu hisse sahip olmayanların, bu özelliği kazanmaları gerekir. 

 

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..