Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ekim '09

 
Kategori
Ekonomi - Finans
 

Açlık…

Açlık…
 

Günümüzde dünyada yaşayan yaklaşık yedi milyar insandan bir milyarı aç durumdadır. Nüfus artışının 2050 lere kadar devam edeceği varsayıldığında nüfus dokuz buçuk milyara çıkacak buna paralel olarak aç sayısı da artacaktır. Bu kadar aç insana karşın, 850 milyon insanın da obezite sorunu olduğu FAO'nun istatistiklerinde var. Yine ilginç bir istatistik de aç olan bu insanların çok büyük bir bçlümünün kırsal kesimde, yani tarım ürünleri üretimi ile uğraşanlar içinde olduklarını göstermektedir. Yine çok ilginç bir istatistik de 1950 den beri dünyadaki tarım ürünleri arzı, talebi karşılamaktadır.

Bu, şu demek oluyor ki, dünya tarım üretimi herkese yeter. Yani aç olmaması lazım. İşte burada emperyalizmin doymak bilmeyen sömürü düzeni devreye giriyor. Bir örnek verirsek, (X) ülkesindeki insanlar pirinç üretiyor ve kilo maliyeti bir dolar. (Y) ülkesindeki üretici de aynı maliyet fiyatına üretim yapıyor. Ancak devleti kilo başı bir dolar teşvik veriyor. Tabii bunun sonucu (Y) ülkesinin pirinci, (X) ülkesi pazarlarında yarım dolara satılıyor, üretici ürettiği pirinci satamadığı için açlığa mahkum oluyor.

Mevcut açlığın en büyük sebebi bu. Ancak giderek daha büyük tehlikeler kapımızda.

Birincisi, küresel ısınma.

Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, son birkaç yılda dünyadaki ortalama hava sıcaklığı 0, 8 derece arttı. 2020 ye kadar da daha iki derece artacağı öngörülüyor. Bunun anlamı bugün tarım yapılabilen bölge sınırlarının 850 Km. kuzeye kayacağıdır. Yani bugün sınırlı miktarda tarım üretimi yapılan kuzey afrika, israil gibi yerlerde artık üretim yapılamıyacak, tamamen çölleşecek. (Bu bağlamda İsrailin ülkemizde tarım için toprak kiralamak istemesi anlamlı değil mi) Bu çölleşme kuzeye doğru toplu göçleri ve belkide çok yıkıcı savaşları tetikleyecektir. Bu öngörü içersindeki AB şimdiden sınırlarını bu tür göçlerden koruyacak tedbirleri almaya başladı. 2050'ye kadar buzulların erimesi ile özellikle Akdeniz sahillerinde büyük toprakların sular altında kalacağı, veya tarım özelliğini kaybedeceği düşünülürse dünyamızdaki sorunun boyutları daha iyi anlaşılabilir.

Bütün bu olgular ışığında ülkemizdeki duruma bir bakalım.

1838 Ticaret Antlaşması ile Avrupalı kapitalist devletlere teslimiyet iyice artmış hatta dönemin padişahı Sultan Abdülmecit Fransız elçisine; “Kuvvetle ümit etmekteyim ki bütün tebaamın mutluluğu için aralıksız sürdürdüğüm çabalar beklenen başarıya ulaşacaktır ve bundan böyle büyük Avrupa ailesinin bir üyesi olacak imparatorluğumun uygar milletler topluluğu içinde önemli bir yer tutmayı hak ettiğini tüm dünyaya kanıtlamış olacaktır”. sözlerini sarf etmiştir. 171 yıl öncesinde ve günümüzde de devam eden Avrupa Birliği'ne girme ve üyesi olama çabaları maalesef hala sürmektedir. Bu antlaşmanın tarımsal boyutu ise; Osmanlı da her türlü tekeller kaldırılacak, yabancılar hiçbir vergi ödemeden ticaret yapabilecek, dolaysıyla yerli Pazar ve yerli sermayenin tamamen çökmesinin yolu açılacaktı. Günümüzde ise modern ismi serbest piyasa ekonomisi olarak adlandırılan sistem, maalesef yerli olan her şeyin çökmesine neden olmaktadır. Buruda yerli sermaye ile ne kastettiğimizden söz etmek gerekir, yerli sermayeden kastımız, vatansever tüccarlardır.

Öncelikli olarak konuya ilişkin erkler mekanizması olan devletin, Tarımsal bir sorunun varlığını kabul etmesi gerekmektedir. Bu bağlamda sorunun bir an önce çözüme kavuşturulması için gerekli, uzman kişiler, varsa tarımsal kuruluşlar ve ziraat odalarının görüşleri önem arz etmelidir. Şunu da göz ardı etmemek gerekir; tarımsal problemler yüzeysel kalmamalı; AB ile ilişkilerden iç Pazar ile ilişkilere, hatta ürünün pazara sunumunda aracı olan mekanizmalara, diğer yan sektörlere, sanayi ile olan ilişkilere kadar daha sayılabilecek birçok konuyu kapsayan açılımlar ve reformlar yapılmalıdır. Tarım konusu geniş perspektifte ele alınmalı gerektiği takdirde devrimsel değişimler kendini göstermelidir. Unutulmamalıdır ki; kalkınmadan sosyal yaşama kadar, yaşamda pay edinmiş birçok olgunun en temelini kırsal yaşam yapısı oluşturmaktadır.

İnsanları yaşama bağlayan en önemli nedenlerden birisi de şüphesiz beklentileri yani umutlarıdır. Umut, insanda yapacağı eyleme yönelik çabayı, arzuyu ve inancı doğurur. Maalesef bugün Türk köylüsü umutsuzluğun en büyük temsilcilerindendir. Cumhuriyet tarihinde baktığımızda sürekli kendilerine refaha yönelik vaatler siyasilerce söylenmesine rağmen çoğunun gerçekleşmemesi çiftçiyi umutsuzluğa sevk etmiştir. Bugün çiftçinin en büyük beklentisi, kendisine amaçsız ama dolaylı yoldan zararlı olacak destekleme adı altındaki karşılıksız olduğu söylenen paranın zamanında ödenip ödenmeyeceğidir. Gerek sosyal anlamda gerekse ekonomik hayatta katalizör görevi görecek bazıları yakın dönemde bazı siyasi partilerce açıklanan planlara itibar etmemekte, güvenmemektedir. Hakkını talep etmek çiftçiye yabancı bir terim gibi gelmektedir. Ürünün satamaması, açıklanan fiyatı beğenmemesi, emeğin karşısını alamaması, her geçen gün yaşam standardının düşmesi karşısında tepkisini anlık dile getirir ancak mevcut durumuna karşı değişime getirecek gerek siyasi gerekse sivil hareketlere destek konusunda çekingen kalmakta, mağlubiyete kader deyip razı olmaktadır.

AB, uyum programında Türkiye'nin tarımla uğraşan nüfusunu çok görüyor ve kırsalda yaşayan yüzde 34'lük bir nüfusun yüzde 8'e çekilmesini istiyor. Bunun anlamı yüzde 27'leri bulan bir nüfusun yaşayamayacağı politikalar uygulanmasının istenmesidir. Amaç küçük çiftçilerin tutunamaması, yerlerinin büyük tarım şirketlerine terk edilmesinin sağlanmasıdır.

Sözün özü, hükümet ilk önce geniş kapsamlı bütün sorunları ve çiftçiyi kapsıyacak bir tarım açılımı yapmalıdır.

Cumartesi, 17/10/2009

 
Toplam blog
: 1508
: 1688
Kayıt tarihi
: 16.07.08
 
 

Yetmişiki yaşında iki çocuk ve iki torun sahibi bir erkeğim.. Lise mezunuyum. Uzun yıllar esnaflı..