Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Temmuz '06

 
Kategori
Yurtiçi Tatil
 

Adalar delisi

Adalar delisi
 

Yolların delisi, gönlünü bırakır her uzakta, benimki de öyle oldu işte. Bozcaada’ya ilk kez yine bir deli dürtmesi hadisesi sonucu ve yine Nurşen’le beraber gelmiştim. Nurşen, yani aramızdaki adı ile “Nunu” “Bu hayattan kaçasım geldi” konulu gidişlerimin biricik yol arkadaşı. Tanışmamıza yol vesile olmuştu, sonra bir biçimde yolu birlikte almaya karar verdik. İzne çıkınca gitmek istediğim ilk yer ada oldu, “Bekle beni ben de geliyorum” dedi Nunu, Buradayız.

“Sen sevdin burayı” dedi Nunu. “Yerleşirsin falan da ileride, satılık ilanının üzerindeki numarayı da kaydettin, görmedim sanma. “tabi” dedim ada manyağıyım ben bilmiyor musun? “Nasıl yani” dedi. Ada manyaklığı diye bir kavram var biliyor musun dedim. Yani çok sık rastlanan ruhsal bir bozukluk değil ama mevcut. Senin birkaç tahtanın eksik olduğunu hepimiz biliyoruz zaten dedi Nurşen ve de seni böylece seviyoruz ancak ne ola ki bu ada manyaklığı? “Rivayet odur ki, adalar için karşı konulmaz bir çekicilik duyan insanlar mevcuttur. Bir adada, denizle çevrili küçük bir dünyada olduklarını bilmek bile böylelerinin içini sözle anlatılmaz bir mutlulukla dolduruverir ve Gideon’a göre yine rivayet odur ki bu doğuştan ada-tutkunları, doğrudan doğruya Atlantis’in soyundandırlar, ada yaşamına bilinçaltlarında süren özlem yitik Atlantis ülkesine yönelmiştir”

Bir internet sayfasında bu satırları ilk okuduğum an teşhisi koymuştum ben kendime aslında. Atlantis’teki yaşantıma ilişkin hiçbir iz yok zihnimde sadece kuvvetli bir aidiyet ve bundan doğan nedeni belli olmayan sersem bir mutluluk duygusu. Sihirli bir değneğin ardında denizi yararak aşan bir soydan geliyorum ben, belki de bu yüzden sihre, denize ve denizlerin ardındaki yerlere olan merakım.

Ama buradaki hayatın bana müthiş çekici gelen bir yanı var çünkü mavi ve beyaz ve taştan ve kâgir ve duru bir yaşam buradaki ve ben gündelik hayatımın leş gibi bir toz bezine çevirdiği ruhumdan kaçabilmek ya da onu biraz olsun temizleyebilmek için geldim buraya.

Kafayı iyice sıyırdığım buhran günlerimin en büyük fantezisi idi: “Hani Bozcaada’da çift katlı taş Rum evleri olur şarap atölyesi olarak kullanılan, kapıdan adımını atarsın, nefis bir şarap buğusu çarpar serinlikte. İşte şimdi ben o serinliğin orta yerine bir battaniye serip uyumak istiyorum birkaç hafta. Soluk alarak sarhoş olmak istiyorum; amacım, ciğerlerime çektiğim oksijenin hayat verdiği tüm hücreleri sarhoş etmek. Bilindik usullerle yalnız merkezi sinir sistemini devre dışı bırakmak şu an için bana yeterli gelmiyor” bu deli işi repliği bir ara tüm tanıdıklarımla paylaştım, hepsi aynı acıyan gözlerle baktı.

Hayallerimi süsleyen mekândan az önce çıktık, elimde şarap şişeleri var. Atölyenin orta yerine birkaç haftalığına battaniye sermeme izin vermediler tabi, hücrelerimi en bildik yöntemle sarhoş etmek için bir dolu şarap aldım. Mutluyum yine de; kısa birkaç dakika dahi olsa o serin şarap buğusunun içinde soluk aldım.

Ağırlıkları otele bırakıp kendimizi tekrar sokağa saldık. Nurşen geçen gelişimizde göremediği Kalenin içini görmek istiyor, ancak kale yine kapalı. “Tarihi ziyaret yeri mi, devlet dairesi mi belli değil” dedi “ne zaman gelsek kapalı” “İlk olarak Fenikeliler zamanında yapıldığı tahmin edilen Bozcaada Kalesi, Ceneviz ve Venedikliler tarafından onarılmış ve genişletilmiştir. Ceneviz ve Venediklilerin asıl amacı, ticaret maksadıyla gelen kendi gemilerini korsan gemilerinden korumaktır. Venedikliler Bozcaada’daki egemenliklerini kaybedince, kaleyi ağır şekilde tahrip ederek ayrılmışlardır. Bugünkü mimarisine Fatih Sultan Mehmet döneminde kavuşan Bozcaada Kalesi, Osmanlı döneminde birkaç defa onarım ve tadilat geçirmiştir. Bu onarımlardan en kapsamlısı 1815 yılında II. Mahmut döneminde gerçekleştirilmiş olup, şu an kalenin girişinde asılı duran kitabede de bahsedilmektedir. Bozcaada Kalesi’nin iç kısmında, halk desteğiyle kurulmuş bir etnografya sergisi ile açık hava müzesi bulunmaktadır.” diye elimdeki gezi rehberinden bulduklarımı okudum. “bu kadarını bil yeter işte dedim, adam olana çok bile”

Kaleden eli boş dönünce daha önce de yaptığımız gibi sokaklarda kaybolmaya karar verdik. Daracık sokaklarda amaçsız dolaşıyoruz şimdi. Bazen öyle güzel ki evler, sokaklar, daracık kaldırımlar, aşıboyalı evlerin cumbalı balkonundan sarkan güz rengi begonviller… Gerçek olduğuna inanası gelmiyor insanın. Bu kadar sade ama insanı ta yüreğinden vuracak kadar güzel olabilir mi bir ev, bir sokak diyorsun ama oluyor işte. Kireç beyazı badana, gök rengi aşı boyası ve hüzün kızılı sarmaşıkları içerisinde öyle alçakgönüllü ama o kadar güzel ki, dilsiz kalıyorsun.

Evlerden birinin önüne rasgele konmuş bir bankın üzerine tüneyip kedi sevme molası verdik. Geçen sefer karşıdaki evin kapısı açılmış, bir bayan bizi evin içini görmeye davet etmişti. Ufak, ahşap bir pergule ve bir çocuk masalından arta kalmış bir dekor hatırlıyorum: Rengârenk rüzgârgülleri, hayvancıklar, oyuncak bebekler, heykeller, boncuk dolu sepetler ve şimdi aklıma gelmeyen bir dolu şey. Ancak şimdi aklıma gelen şey o gün lunaparkta annesinin elini bırakıp özgür kalmış beş yaşında bir kız çocuğu heyecanı duyduğum idi. Göğsümde aynı heyecan, köşe başından her an bir masal çıkabilirmiş hissi ile beyaz badanalı taş sokaktaki deniz mavisi bankın üzerine oturmuş tekir bir kedi seviyorum.

Kuzey rüzgârına kapılarak bir deniz kapısından girilen bu yaşam, bu dünyanın dışında bize “iyi” olduğu öğretilen şeylerin tam tersiydi. Biz, o dünyada hayatımızı kolaylaştırdığına inandığımız her şeyi büyük bir sevinç ile buyur ediyorduk ki o her şey hayatımızı biraz daha karmaşık hale getirmekten başka işe yaramıyordu. İnsan aklının, çabasının sınırları olmadığı yalandı, amaçladığımız her güce ulaşabileceğimiz yalan. Olmadık yaşamlara, olmadık hırslara özendiriliyorduk. Hayat hepimize bir entari biçmişti. Sözüm ona hızlı yaşayacak, dibine kadar yaşayacak ancak genç de ölmeyecektik. Poligondan fırlayan yarış atları gibi, en iyi okullarda okumak, en iyi işlerde çalışmak, en büyük paraları kazanmak, en iyi sevgilileri bulmak, en iyilerini giymek, yemek, içmek, yaşamak ve tüketmek için soluk soluğa koşturacaktık. Birileri bizi sınırlarımızın olmadığına ve herkesin hayat diye bir peri masalı yaşayabileceğine inandırmak istiyordu, ancak yalandı.

Oysa varabileceğimiz en uzak yer en basit anlamı ile “insan” olmaktı, sonrası ise “mutlu insan” olmak. Oraya varmak için ise bu kadar çok şeye ihtiyacımız var mıydı bilmiyorum.

Ve şimdi, burada bu adada, yaşam o kadar basit o kadar netti ki, beyaz badanalı taş sokaktan, o sokaktaki gök mavisi banktan, deniz kokusundan, onlarca tekir, sarman, çopur ve alaca sokak kedisinden geriye kalan her şey kargacık burgacık birer deli saçmasıydı sadece.

Hava bir kasım sabahı için oldukça güzel olmakla beraber, adanın meşhur kuzey rüzgârı içimize işliyor. Kimi zaman birbirini ters yönden kesen dar sokaklar tutuyor rüzgârı ama köşeyi dönüp denize yüzümüzü verdikçe soğuğu yüzümüze vuruyor. Birer fincan çay içip içimizi ısıtmak için, feribot iskelesinin hemen karşısında, adanın ters ucundaki deniz fenerinin adını taşıyan küçücük cafe’ye gitmeye karar verdik. Nunu yoldan bu ayki sayısında Mevlevilere ilişkin araştırmalar yayınlayan bir dergi aldı. Oldubitti meraklıdır böyle şeylere; tecrit edilmiş başka ruhların öykülerine meraklı, kendi bedeninde de öyle bir ruh taşıyor çünkü. Cafe’ye girip oturduk, ben defter kalemimi çıkardım bir iki satır karalamak için. Zaman bir bütün ve zaman o kadar güzel ki, aklımdan geçenler, kristal sürahiden güneşin ışığını bin bir renge kırarak akan berrak bir su gibi kalbime akıyor, konuşamıyorum, ama yazmalıyım.

Ben kalabilirim burada, dönmeyebilirim eğer benim tercihim olsa her şey. Oysa değil. Bu yaşam, bu sokaklar insan ruhunu tımar edebilir, benimkini edebilir en azından. Hayata karşı dayanıklılığımızı ne belirler? Neden hayat yoramaz bazı ruhları bazıları ise yerle yeksan olur erkenden bilinmez. Bilinen odur ki, herkesin yaşamı yüreği kadardır, her yürek için bir yaşam olmaz. Mesela her bedenin ağrı eşiği vardır; her yara her bedenin canını aynı derecede yakamaz, bazıları acı çekmeye daha dayanıklıdır. Ruhların da eşiği vardır. Acıklı yaşam öyküleri, yokluklar yoksunluklar, kırık dökük aşklar, küskünlükler her ruhu başka yaralar. Hiç kimse aynı güç bela hayatları yaşadığı halde başka yerlere varan insan öykülerini açıklayamaz. Canı yanmak, erkenden yaralanmak, devam edecek gücü bulamamak kimsenin suçu değildir, hayattır, anlamak lazım gelir.

Geride bırakacağım dünyaya ilişkin hiçbir pişmanlık duymayacak olan vicdanımı böyle akladım işte zihnimde; “hayattır” diyerek. Koşmuştum, yorulmuştum, dinlenmek, hep dinlenmek el, ayak çekmek istiyordum koşuların tamamından, daha yolun başındaydım üstelik ama hayattı işte. Her ruh ve her beden sahibine teslim edilmişti ve kimseye sorulmamalıydı “neden bu kadar erken kanadın” diye.

Sabah denize açılan balıkçılar az önce döndü. Oturduğumuz cafe’de çalışan çocuklardan birisi öğlen yemeği için balık seçmeye giderken diğeri mangalı yakıp üç yüz metre ötedeki manavdan salata için bir şeyler almaya gitti. Balıkları seçecek olan çocuk balık yemek isteyip istemediğimizi sordu bize de, oysa biz hayatında ilk kez yemek yer iştihası ile kahvaltı yapmıştık sabah, teşekkür ettik. Cafe’nin sahibinin ufacık köpeği korsan ve garson kızın köpeği tarçın birbirlerinin kuyruklarını kovalıyorlar, Nunu, okuduğu dergiden kafasını kaldırıp gülümsedi, fonda eski ama eskimeyen bir Sezen Aksu şarkısı dinliyoruz. Şarkı, 12’den vuruyor, kelimeler, notalar, eliyle koymuş gibi buluyor kendine dair hatıraları her bir kimsenin yüreğinde.

Hayatın, ilişkilerin en basite indirgendiği kâgir bir yirmi beş metrekare içerisinde, bir fincan sıcak çay eşliğindeki eski bir şarkı nasıl bu kadar titretir insanın yürek tellerini? O şarkı ki, geldiğin kocaman şehrin herhangi bir kasetçi – kitapçı store’unda herhangi bir gün herhangi bir saat hoparlörlerden bağır çağır duyabilirsin ve bazen bırak yüreğine dokunmayı, kulağını bile ıskalayabilir.

Hayat aritmetiğinin basit olduğu yerlerde yaşam, bol tarçınlı kokusu ile pembe bir gül şerbeti kıvamında akar bu yüzden o yerlerde hayata karışmayı yürümeye yeni başlamış bir çocuk şevki ile istersin ve geldiğin hayatın deklerinden dolaplarından ötürü kör bir labirente dönmüş ruhunu yine bu hayatlar temizler.

Feribot saati yaklaştı. Dergisini kapatıp, “hadi, adalar delisi” dedi Nunu. Feribotu kaçırmak istemeyiz değil mi? İsteriz. Bütün kalbimizle isteriz hem de.

İstediğim sadece daha basit bir hayat, daha sade hesaplardı, hani ilkokuldayken çizginin iki yanına çentikler atıp sadeleştirdiğimiz tek bilinmeyenli denklemlerde olduğu gibi. Güneşin doğuşu ile sulara açılıp öğle vakti ağları dolu dönen balıkçıların kısmeti ile yakılan mangalların yanına yapılan bir basit salata tadındaki öğle yemekleri ve en büyük telaşesi o balıkçılardan alınmış kedi paylarının vaktinde dağıtılması olan mavi-beyaz bir hayat...

Cüce yürekli devler arasında fark edilebilmek için çıktığım topukların üzerinden inip, yüzümdeki savaş boyalarını silmek, günlerce tarak vurulmamış saçlarımla ve sokağa doyamamış beş yaşında bir velet kılığı ile ellerim ceplerimde ağaç altlarında dolanmak istiyordum...

Beyler bayanlar: Anlamaya çalışan bir ruhun laneti ile sizden bin fersah geride başladım bu hayata ve şimdi tek dileğim; çirkef çamur yolları, bitmeyen yarışları, akıl ermez "ben" hesapları, kör hırsları, topal vicdanları, kraldan çok kralcı soytarıları, suya doyurulan cadıları ve susuzluktan öldürülen prensleri ile onu size bırakıp girmek... Bir sopa parçasının ucundaki paçavrayla papaz bağlarındaki asmalara dadanan birkaç haylaz kuşu kovalayan sığırtmaç hayatım ile ufacık bir adanın en ucundaki terkedilmiş bir deniz fenerinden ummanın ufkuna bakmak için...

 
Toplam blog
: 6
: 1473
Kayıt tarihi
: 01.07.06
 
 

Şimdi zaman, tüm korkunç cadıların, acımasız kralların, vahşi kurtların, kötü kalpli üvey annelerin,..