Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ocak '13

 
Kategori
Yolculuk
 

Adalar özlemi hiç biter mi?

Adalar özlemi hiç biter mi?
 

Adalar olarak anılan Büyükada,Heybeliada,Burgazada ve Kınalıada (Alıntıdır)


Çocukluğumdan beri bir ‘ada özlemi’ vardır bende. Bir adada yaşamak yerine oralarda insanlar nasıl yaşarlar, denizleri aşarak nasıl başka yerlere gidebilirler diye düşündüğüm de olmuştur. Her hangi bir deniz kıyısında olup da eğer var ise karşılarında bir ya da birkaç adayı görmek istemeyen kaç kişi çıkar aramızdan?

İlkokul öğretmenimiz Mustafa Tabakay adaların denizlerin içindeki bazı dağ tepeleri olduğunu, çoğunda ise insanların yaşadığını söylemişti. Bazılarının denizlerin dibindeki yanardağların uzantısı olduğunu açıkladığında ise her hangi bir adada yaşamanın ne kadar güç bir durum olduğunu, düşünmeye başlamıştım bazı arkadaşlarım gibi Evde atlastaki masmavi denizlerin bir yerlerindeki adalara bakarak, ’ Ya denizin dalgaları onların üstünden aşmaya başlayınca orada yaşayanlar ne yapabilirler, diye düşünürdüm. Çocukluğumda taşan derelerin çevrelerine ne kadar zarar verdiğini, geldikleri yerlerden bazı ağaçları da söküp getirdikleri için ne kadar güçlü olduklarını bildiğimden olsa gerek o güne kadar sinemada gördüğüm deniz dalgalarının da en az onlar kadar korkunç olabileceğini düşünürdüm. Öyle bir yerde yaşamak yerine büyük bir kara parçasının denize yakın bir kentinde yaşamanın daha güzel olacağına kara vermiştim.

Özellikle Ortaokulda iken ilk olarak Yeşil Ada Kıbrıs adı duyulmaya başladığında ada kavramı bende daha başka pek çok anlamlar taşımaya başlamıştı. Orada Türkler, Rumlar ve İngilizler yan yana yaşıyormuş. O günlerde öğrendiğime göre Adana, Osmaniye, Erzin, Maraş ve İskenderun’da da Türkler, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler bir arada kardeşçe yaşarlarmış. Annem çocukluğundaki komşuları Yahudileri hiç unutamaz. Annem ‘kızlı oğlanlı şöle oynardık, böyle oynardık ve Cumartesi günleri evlerine gittiğimizde bize ocaklarını yaktırılardı’ diye anlatırdı o günlere dalıp giderek. Düziçi’ndeki ilk beton yapılardan bir olan evimizin elektrik düzenini İskenderun Rumlarından Dimitri gerçekleştirmişti 1959’da. O günlerde tek başıma öğrenmek istediğim İngizce için ilk konuşmayı da onunla yaptığımı hiç unutamam. O kadar güzel bir insandı ki Ramazan’da çalşışırken öğle yemeği yemez ve sigara içmezdi. Babam ona takılsa bile, ‘Mehmet Abi akşam birlikte yer, birlikte içeriz’ derdi. Babam da ‘şu Dimitri bizim çoğu Müslümandan dürüst’ derdi yanındakilere.

İstanbul deyince nasıl ki öncelikle Ayasofya ile Sultan Ahmet Camileri ve Topkapı Sarayı gelir ise bir de Boğazdaki Kız Kulesi ile onun az ötesinde görülen Adalar gelir aklımıza. İstanbul’a ilk gittiğim 1968’de uzaktan görüp geçtiğim ancak bir türlü gidemediğim Adalar özlemimi 1979’un Eylül başında giderebilmiştim ancak. TRT’nin edebiyat eserleri uyarlamalarından en uzunu sayılan on bölümlük İbiş’in Rüyası’nın yapımcısı olarak dizinin yönetmeni Merhum Sırrı Gültekin yaz aylarında Kınalıada’daki evinde kalırmış. Onun isteği üzerine Kınalıadalı’da iki akşam kaldım.

Ada bana o kadar güzel geldi ki işim İstanbul’da olsa adalarda kalabilirmişim gibi bir duyguya kapıldım. Bir anda çevrenizdekilerin bakışları ile karşılaşıyor, sanki tanış çıkacakmışsınız gibi bir duyguya kapılıyorsunuz. Bu ilgide Sırrı Bey ile sevgili eşi Füsun Abla’nın da etkisi olsa bile anladım ki adalılar ilk bakışta aralarına katılan yabancıları tanıyorlar. İlk gün öğle sonu gezip tozduktan sonra yazlık sinemaya gittik. İkinci gün Sırrı Bey ile Kınalıada’daki arkadaşları ile birlikte deniz kıyısında gezdik, bir yerlerde çay ve gazoz içtik. Martılar da çocuklar da çığlık çığlığa dolaşıyordu çevremizde.

İlgimi çeken olaylardan biri de belirli aralıklarla iskeleye yaklaşan gemiyi bekleyenler ile gemiden koşaradım inerek kendilerini bekleyenlere sarılarak evlerine doğru, büyük bir coşku ile yürüyen adalılar olmuştur. Çevremizde dolaşan bir kaç bisikletli genç ise benim de çocukluğumda bıkıp usanmadan tattığım bir başka coşkuyu yaşıyorlardı. O güne kadar bulunduğum hiç bir deniz kıyısında bu tür bir ilişki biçimi görmediğimden olsa gerek ada benim için mutlulukarın katlanarak çoğaldığı bir buluşma alanı gibi geldi. Gerçekten de o güne kadar ne İskenderun ne Mersin ne Edremit ne de Akçay’da böyle bir durum ile karşılaşmıştım.

Kınalıada’da iki gün bulunmuş olmanın verdiği değişiklik yüzünden İstanbul’da bulunduğum o günlerde bir Cumartesi Burgazada ile Heybeliada’nın peşinden Pazar günü de Büyükada’ya gittim tek başıma. Amacım İstanbul’un o bunaltıcı sıcağından çok aşrırı kalabalıktan da kaçarak güler yüzlü insanları görmek ve yeni bir alanda kendimi daha özgür hissetmekti sanırım. Her üç adanın çevresinde ve yamaçlarında  gördüğüm yeşil alanlar bana içinde büyüdüğüm Düziçi çevresindeki  dağlardan çok daha değişik bir etki bırakıyordu. Bu da denizin etkisi ile denizden gelen serin esinti ile atalar mirası İstanbul’a uzaktan bakarak gönenmekten de gelen bir güven duygusundan başka ne olabilirdi ki? Böylece yalnızlık içinde duyulan bir özgürlük yanında göz alabildiğine geniş bir alandaki gözlem yoğunluğu da beni çekiyordu.

Bir şarkımızda geçen, ‘mavi gök mavi deniz’ benzetmesi gibi bir ortamda hiç bir araba gürültüsü olmadan yaşamanın tadına varmak da bir başka güzellik olsa gerek.

Özellikle Kınalıada, Büyükada, Heybeliada ile Burgazada’nın temizliği; süslü, badanalı ve özenli yapılarının durumu ile yurttaşlarımızın birbirlerine karşı davranışlarındaki o sevecenlik ve incelik yoğunluğu o güne kadar hiç görmediğim bir etkileşim olması bakımından beni etkilemişti. O Pazar günü güneş batarken İstanbul’a doğru giderken bir gün Büyükada’ya geleceğimi ve doya doya üç beş gün kalabileceğimi düşündüm. O günlerde ne Büyükada’da ne de Heybeliada’da bir otel vardı. Var idiyse de ben görmedim. O yıllarda adalar içe dönük birer dinlenmeyeri idi. Oysa bugün adalar yeni gelenlerin de çabaları ile her bakımdan dışa açılmıştır.

Geçen yılki iki günlük gözlemlerime göre adaların iç ticareti de turizmi de yıldan yıla artış göstermeye başlamış. Adalar’ın eski Kaymakamı ve yeni Adalar Belediye Başkanı Düziçili kardeşim Dr. Mustafa Farsakoğlu ile çalışma arkadaşlarının kültür ve sanat hizmetleri de izlediğime göre günden güne artış göstermektedir. Bir de adaların geçmiş yıllardaki durumuna göre temizlik ve çevre düzenlemesi yanında tepelerdeki çok amaçlı (anten) adlı ucubelerden de arındırılmış olması adalardaki güzellikleri daha da arttırmış bana göre.

Araştırmalarıma göre bugün Büyükada’da büyüklü küçüklü dokuz otel var. Çünkü yıllar içerisinde adalar yıldan yıla kalabalıklaşmış özellikle turizm açısından da önemli bir uğrak yeri olmuştur. Bu anlamda oteller ile pansiyonların yeri tartışılmaz. Kaldı ki adalardaki oteller özellikle balayını  geçirmek isteyen İstanbullu yeni çiftler için uzak yerlere gitmektense yanı başlarındaki bu cennet yurt alanında bir kaç gün geçirmek için en uygun yer değil midir? Öte yandan ada özlemini duyan İstanbullular kadar benim gibi ada özlemi duyan daha nice taşralı da mavi gök’ ile mavi denizin buluştuğu yemyeşil adalarda bir yerlerde bir kaç gün yaşamak istemez mi?  

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..