Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Eylül '10

 
Kategori
Hukuk
 

Adalet üzerine-3 (Tabii hukuk doktrininin idealist duruşu ve evrensel bir sistem arayışı)

Adalet üzerine-3 (Tabii hukuk doktrininin idealist duruşu ve evrensel bir sistem arayışı)
 

Edward Munch-Çığlık tablosu...


Aristo, adaleti iki kavram üzerinden değerlendirmektedir. Dağıtıcı adalet ve düzeltici veya denkleştirici adalet... Dağıtıcı adalet, şeref ve malların -kastedilen haklardır- insanların yeteneklerine, statülerine ve mevkilerine göre dağıtılmasını öngören bir görüştür. Bu varsayım, daha çok, Aristo'nun içinde bulunduğu toplum ve çağın özelliklerini yansıtmaktadır. Eski Yunan'da ve Roma'da yüksek sınıfların bilim, politika ve sanatla uğraşmalarını sağlamak bakımından köleliliğin gerekli olduğu fikri egemendi. Bu bağlamda, Aristo, köleliğin meşruiyetini ispata bile çalışmıştır. Tabiatta daha gelişmiş varlıkların daha az gelişmiş olanlara emir vermeye ve onları yönetmeye hakları vardır. Nasıl ruhun vücuda üstünlüğü kabul ediliyorsa, bunun gibi, zeka bakımından üstün insanların, daha aşağı insanları yönetmelerini tabii saymak gerekir. Hem bu, onların da menfaatleri icabıdır. Anlaşılacağı üzere bunun adil bir adalet varsayımı olduğu söylenemez.

Nietzcsche bu konuda daha da umarsız davranıyor. "Hayat dediğimiz mücadelede bize gereken tek şey, iyilik değil kuvvetli olmaktı. Alçak gönüllülük değil gururdu. Başkalarını düşünme değil şaşmaz bir zeka idi. Eşitlik ve demokrasi doğal seçime ve sağ kalışa aykırıydı. Evrimin amacı yığınlar değil dehalardı. Bütün anlaşmazlıkların ve alın yazılarının hakemi adalet değil iktidardı." Şimdi bu görüşlere baktığımızda muhakkak ki kendimizi Nietzsche'nin eline teslim etmektense Aristo'yu tercih edeceğimizi düşünüyoruz. En azından o sıradan insanların da bir takım haklara sahip olacağını söylemiş; daha fazlasını verdiği güçlülere de zayıf olanları koruyup kollayıp onlara kol kanat germe biçiminde belirecek bir baba misyonu biçmiştir. Diğer taraftan Nietzsche'de kavga tabiatla birebir uzlaşır biçimde safi güçlerin çarpışması şeklinde tezahür ederken, Aristo zaten güçlü olana daha fazla hak verilmesini savunarak bu trajik dengeyi güçlü lehine bozmuştur.

İkinci tür adalet denkleştirici-düzeltici adalettir. Bir hukuki ilişkinin taraflarının eşit işlem görmesi bu adaletin gereğidir. Kişiler göz önünde bulundurulmaksızın haksız fiil işleyen verdiği zararı tazmin eder, sebepsiz zenginleşen iktisap ettiği şeyi iade eder yahut da suç işleyene gerekli ceza verilir. Gözü bağlı adalet tanrıçası Themis, bu tür adaletin sembolüdür. Eşitlik ve hürriyet denkleştirici adaletin kapsamında değerlendirilecek ilkelerdendir. Ancak Aristo, adalet konusundaki nihai görüşünde, kendi çağının genel görüntüsünün üstüne çıkamayarak denkleştirici adaletin dağıtıcı adalete tabi olduğunu belirtmiştir.

Bunların dışında erdemli ve bilgili insanlar, tabii hukuku normatif hukukun üstünde sayar, diyor. Ayrıca adalet idesinin somut uygulamasında çıkabilecek sorunları, zararları bertaraf edebilmek için nesafet ilkesinden yararlanmayı öngörüyor. Nesafet ilkesi özel ferdi durumlar uygulanarak adaletin katılığını gidermek için yararlanılabilecek önemli bir kavramdır ona göre.

Adalet konusunda beliren görüş ayrılıklarının temelinde, insanların, kendi çıkar ve inanışlarına, içinde bulundukları toplum, zümre yahut sosyal organizmaya, mizaç ve karakterlerine bağlı olarak fikirlerinin değişmesi yatmaktadır. Bunun yanında hukukun amaçları adalet idesinin kapsamını yarattığı için bunların nitelik ve nicelik olarak çokluğu, farklılığı ve karmaşıklığı görüş ayrılıklarını beslemiştir. Bir görüş söze bağlılık -ahde vefa- ilkesini adaletin gereği sayarken, bir diğeri sözleşmeye uymamak adaletsizliktir demiş, başkası şerefli yaşa, kimseye zarar verme, herkese payına düşeni ver şeklinde ödevlerle biçimlenen bir adalet anlayışını yansıtmıştır. Günümüzde ise hürriyet ve özgürlük gibi kavramlar adalet düşüncesinde daha önemli rol oynamaya başlamıştır.

En ilginç ve üzerinde durulabilecek teorilerden biri de Stammler'in ortaya koyduğu “değişir kapsamlı tabii hukuk” düşüncesidir. Stammler, hukuk hayatının nihai idealinin de “hür insanlar topluluğu” yaratmak olduğu düşüncesindedir. Buna Hegel'in sürekli evrimini sürdüren Mutlak Akıl teorisini de eklemek lazımdır.
Hangi hukuk düzeninin adalete uygun olduğu tartışması metafizik nitelik taşır. Aslında bu tenkit edilecek yahut hayıflanılacak bir olgu değil olağan bir durumdur. Adalet bir ideal olmakla ona mutlak biçimde ulaşılamayacağı düşüncesi mantık ilkelerine uygundur. Pozitif hukukun tabii hukuka uygunluğu tartışmaları da bu bağlamda değerlendirilmeli, mevzuatlara bunun dışında tinsel bir misyon yüklenmemelidir. Çünkü hükümran gücün iradesinden ibaret olan normatif hukuk en nihayetinde olağan düşünce ve muhakeme yeteneğinin, insanın bilinen aklının ürünüdür. İnsanda bir de bilinmeyen akıl vardır ki sürecinin nasıl işlediği çözülemeyen bu evrensel akla sezgi diyoruz.

Akıl ve insan tabiatı kavramları tabii hukuk düşüncesinin başlıca hareket noktaları olmuştur. Akıl, insanı canlı-cansız kendi dışındaki herşeyden ayıran temel özelliktir. Ayrıca akıl da insan tabiatına dayanır ki burada insan tabiatı ile kastedilen “insanın ideal tabiatı”dır. Aklın karanlık ve çözülemeyen doğaüstü yanı... Gerçekliğe dış dünyadan bağımsız olarak yani dolaysız ve bütünsel olarak bakabilme ve ulaşabilme yeteneği.

Eski tabii hukuk doktrini, ebedi ve değişmez bir tabii hukuk varsayımına dayanır. Yeni çağda ihlal edilmesi imkansız, vazgeçilmez insan hakları daha çok işlenir olmuş; Amerikan ve Fransız ihtilallerine zemin hazırlanmıştır. Yaşama hakkı, insanın özgür bir varlık oluşu, söze bağlılık ilkesi gibi gibi doğal olduğu varsayılan kavramlar aynı zamanda aklın da ilkeleridir. Pozitif hukukun uyguladığı cezalar insan ürünü olmakla birlikte, cezalandırmayı haklı kılan tabii hukuktur.

Pozitif hukuk, belli bir dönemde, belli bir toplum için konulan ve fiilen yürürlükte bulunan hukuktur. Bu hukuku koyan egemen iradedir. Meşruluğu, tabii hukuka uygun olup olmaması ile değerlendirilmelidir. Ayrıca pozitif hukukun değer ve saygı görmesinde tabii hukukun adalet idesine uygunluk etkili olmaktadır. Yani bir hukuk kuralına egemen iradenin gücü dışında varlık kazandıran bu kuralın ve uygulamasının adalete uygun olduğu şeklinde beliren “inanç”tır denilebilir. Tabii hukuk olağan dönemlerde statükoyu korumak misyonunu göğüslerken, sosyal hayata baskı ve zulüm mevzuu bahis olduğunda yeni bir düzen arayışı için de yararlanılan bir esin kaynağı olmuştur. Ayrıca devletler arasında hukuk konusunda beliren boşluğu tabiat durumu varsayımının doldurmasını önlemek için de tabii hukuk düşüncesinden yararlanılmıştır.

Güncelliğini hiçbir çağda yitirmemiş olmasına rağmen çok sert eleştirilere de maruz kalmıştır tabii hukuk doktrini. Faydacı okula göre, insan davranışlarına yön veren zevk ve acı unsurlarıdır. Bu nedenle hukukun amacı adalet değil fayda ilkesinde aranmalıdır. Gelgelelim insanlığın varoluş denkleminde sayısız tecrübeleriyle sabit olmuştur ki, günü kurtarmak hiçbir topluluğu geleceğe taşımamıştır. Yalnızca bugününü düşünenlere yarın ekmek vermeyecektir. Şu anda yapılması gerekeni layıkıyla yapmak ve gerekli tatmini gerektiğince sağlamak, başarıyı en hızlı getiren etkenlerden biri olabilir ama hukuk gibi a priori ve kendiliğinden var olan bir üst oluş, sistemleştirilir ve uygulanırken çağlara ve büyük kitlelere hitap edecek şekilde düzenlemeler yapılmalıdır. Ki ancak evrensel yasalarla mutlak bir adalete ulaşılabilir.

İnsanların tarihsel hataları her ne kadar onları telafisi olmayacak şekilde birbirinden ayırmış gibi görünüyorsa da insanlık ve bütün evren bir birliği temsil etmektedir ve günün birinde, günlük kaygı ve telaşlarının peşinde koşarken hakikatten giderek uzaklaşan ve küçük hesaplarının gölgesinde tek amaçları evrenin varlığı karşısında pek önemsiz hatta sıfıra ve anlamsızlığa varan hazlarını izlemek olan bu gereksiz sürünün yerini daha bilge varlıklar ikame edecektir. O gün geldiğinde insanlık onları birbirine bağlayan temel ilkeleri kavrayacak ve öze, temel yasaya içtenlikle bağlanacaktır. İşte o vakit küçük dünyamız da anlam kazanacak, insan varoluş denkleminde fenomenlerle -görünüşlerle- değil özlerle anılacaktır. Bugüne dönersek, bugün bizi harekete getirecek dürtü gerçeklik ülküsü olacaktır. İşte bu yüzdendir ki vakalar, küçük kazanımlar, rekabet ve üstünlük duygusu gibi bir takım aldatıcı saikler, evrensel hakikatlere kurban edilebilir. Çünkü adalet fikri, bütün bu şeytani eğilimlerden daha insalcıl bir kavrayıştır.

Doğru ve yerinde bir gözlemle orta ölçekli, kendi yağında kavrulan toplumlarda; süper güç tabir edilen devletler ile bunların antitezi olan mazlum milletlere nazaran adalet duygusunun daha gelişkin olduğu görülecektir. Semavi dinlerde mütemadiyen orta bir yolun öğütlenmesinin de bir şekilde bu neticeyle ilişkilendirilmemesi için sebep göremiyorum. Nasıl ki gereğinden fazla gelişen bir uzuv, organizmadaki bir dengesizliğe, rahatsızlığa dalaletse, sağlıklı temellerden yoksun yahut da bu temeli yitirmiş, değer yargıları bozulmaya ve çürümeye yüz tutmuş devletler için de sağlam bir iç görüden sözedilemeyecektir.

Çünkü bu devlet, gücünün kölesi olmuştur. Yeryüzündeki bütün maddeye sahip olmak ister. Sürekli genişlemekte bir beis görmez ve hiçbir mantıki ve evrensel ilkeyle kendini kayıtlamaz. Bünyesinde barındırdığı vicdan kırıntılarını da, eğer hala kalmışsa tabi, cinayetlerini örtbas etmek için bir araç olarak kullanır. İyi niyetten ve insan haklarından söz eder, durur. Ancak bunları dilegetirirken işleyen kalbi değil dilidir.

Dikkatimizi tek bir noktaya, adalet idesinin evrendeki yansımasına yoğunlaştırarak, gücün tek elde toplanmasının faydalarını yadsıyor olduğumuz düşünülmesin! Belli ve olağanın üstünde bir kuvvetin bir noktada toplanması istenerek yahut istenmeyerek bir çok alanda parlamaya neden olacaktır. Özellikle bilim, teknik gibi konularda, üstün finansman gerektiren uzay çalışmalarında, hatta ruh ve toplum bilimde! Neticede bütün bu ciddi çalışmalar önemli bir parasal ve fikri birikimi gerektirmektedir. Ama güç yığıntısının çoğunlukla sahibine kötücül bir virüs bulaştırdığı da gerçektir.

Mazlum milletler içinse bunun tam tersi geçerlidir. Onların ellerinden tabii hakların başında gelen yaşama hakkı bile alınmıştır. Kendilerini geliştirebilmeleri için gerekli olan düşünce ortamına ve özgürlüğe sahip değildirler. Ne aile ve toplum hayatları ne de iç dünyaları dengededir. Üstün teknoloji ürünü silahlara mukabil yumrukları hiçbir işe yaramamaktadır. Bu defa güç değil ama yoğun bir öfke ve çaresizlik duygusu bir merkezde, ama pek derinlerde toplanmaya başlar. Bütün benliklerini intikam hissi kaplar. Bunların gözlerini kör eden de maddi değil manevi bir yoğuşma olmuştur. Ve hayata karşı günahlar işlemeye, adalet ölçüsünden hızla uzaklaşmaya başlarlar.

İnsan davranışlarının doğasını acıdan kaçma ve zevke yaklaşma olarak indirgeyen yaklaşımın dünyayı getirdiği son nokta budur. Richeliu'nun raison de tat olarak adlandırdığı, Bismarck'ın reelpolitik dediği, her organizmanın kendi çıkarını izlemesi gerektiğini savunan görüşün dünyayı nasıl bir kaosa sürüklediğini görüyoruz. Beynin belki de en acı deneyimiydi bu! Buradan manzaranın nasıl göründüğünü tasvir etmeye çalışayım.

“Dehşet verici bir siluetin içindeydi. Usta bir ressama anarşizmi çiz deseler böylesine resmedemezdi. Doğanın güçleri ve kainatın her bir yasası kendi özgürlüğünü ilan etmiş, başına buyruk hareket eder olmuştu sanki. Bu yerin ardında bir güneş varsa bile gökyüzünü zehirle kaplayan gaz tabakası, manzarayı müebbet kızıla ve griye mahkum etmişti. Birbiri ile müthiş bir savaş içerisindeki parçalar, kaosun boyutunu büsbütün artırıyordu. Binlerce kilometre uzanan derin oyukların içinde zehirle karışık çamur akıyor; gökten zehir ve buz kütleleri yağıyordu. Ara vermeden süratli fırtınalarla dövülen zemin, derinlerden gelen tektonik sarsıntılarla buna karşılık veriyordu. Manzarayı inceledi. Bir parça huzurun, dinginliğin, hayat emaresinin olmasını umdu. Ama nafile... Bitkinin bile yetişmesine imkan yoktu. Uçsuz bucaksız çöl, kayalıklar ve buz... Bu kaosta bir amaç sezinledi! Hayat vücuda getirebilmek için sahnede amansız bir mücadele sergileniyordu. Herhangi bir yaşam belirtisi olmayan bu yerde enerji öylesine yoğundu ki bedeninin parça parça olmadığına şaşakalmıştı. Gökten yağan ateş topları, ufukta renkli manzaralara sebep oluyor; tablo yankılanıyordu.

Yine de bunca çaba atmosferi temizlemeye yetmedi. Dinginliğe, sükunete kavuşulamadı. Ne şen bir kahkaha duyuldu ne de göğü yakan bir feryat... Büyük kanyonlardan, derelerden su değil zehir aktı. İklim tutturamadığı ritmiyle kah dondu kah alev alev yandı. Bu yerde ot dahi bitmedi.”

Tez ve antitezin bir de sentezi olmalıdır. Bunların çarpışmasından doğan... Biz bu sentezi orta ölçeklikteki devletlerde buluyoruz. Bu gibi topluluklarda adalet duygusu daha gelişmiş olmakla beraber, tek başlarına evrensel bir değere sahip çıkabilmelerinin olanaksızlığı gözümüze çarpacaktır hemen. Yol haritaları da onları yanlış eylemselliğe sürüklemektedir. Bunlar geleceklerini ya radikalizmde yahut da güçlü odaklara yanaşmakta bulurlar. Biçimleri de ya en küçük bir tenkide bile tahammül edemeyen kompleksli bir yapıya bürünür yahut da dalkavuklukla, yanaşma politikalarıyla hayatlarını idameye çalışırlar. Yerel başarıların arkasına sığınır, ruhlarını tarihteki zaferlerin hatıralarıyla gıdalandırmayı yeğlerler. Evrensel değerleri temsil etmeye kalkışmak onların ne haddine! Onlar küçük dünyalarında mesuddurlar.

Ancak artık bütün bu yanılgılara bir son vermeli, bugün sıradan görünen devletler birleşmelidir. Bu daha büyük bir tevhidin yalnızca ilk adımı ve öncüsü olacaktır. Varlıklarını sürdürebilmek için böyle davranmaya mecbur olduklarını, gücü hakla eşdeğer varsayan hayat kavgası masalını, işe yaramazlık hissini, zulme sırtlarını dönmeyi bir kenara bırakmalı; günü kurtarmaktan daha büyük bir vizyonun parçası olduklarını duyumsamalı; en keskin iç görüye sahip olduklarının bilincinde olarak, sanki düşlediğimiz altın çağ gelmişçesine ve herşey mükemmelmiş gibi kusursuz yasaları uygulamaya başlamalıdırlar. İnsanlık ve adalet fikri, bütün beşeri kuruntuların çok daha ötesinde, bir realitedir.

Büyük birleşmeyi gerçekleştirecek unsurlardan olarak tabii hukuk ilkelerinden mümkün olduğunca istifade edilebilir. Din ve vicdan hürriyeti, düşünce özgürlüğü pekala anayasal metinlerden taşarak dış gerçekliğimize sirayet edebilir. Ve hatta insanlar birbirlerine daha hoşgörülü ve iyi niyetle bakmayı öğrenebilirler. Biz bir adım atarsak çocuklarımız gözlerini daha temiz bir dünyaya açacaktır. Karamsarlığın dibine vuran, acıyı içselleştiren, herşeyi amansız bir kavgadan, mücadeleden, kandan ibaret sayan felsefelerin kavramsal olarak insanın damağında tatlı bir zevke dönüştüğü söylenebilirse de kimse çevresinde ruhunu ve bedenini parçalara ayırmak için can atan insanların olduğu bir dünyada yaşamak istemez.

(DEVAMI GELECEK)

 
Toplam blog
: 32
: 637
Kayıt tarihi
: 28.09.10
 
 

Şair ve yazar... ..