Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ağustos '14

 
Kategori
Öykü
 

Adam - 9

Adam - 9
 

Hiç kimsesi kalmadı yanında, şimdi gerçekten de yapayalnız bir adamdı. Buydu aradığı belki de, amacına bir adım daha yaklaşmış sayıyordu kendini. Arzuladığı o müthiş sıçramayı yapacaktı, yapmalıydı, tam yeri ve zamanıydı. Bu fırsatı belki de bir daha hiç bulamayacaktı. Yoğunlaşmalı, son noktayı koymalıydı artık. Zihninde bütün biriktirdiklerini bir kurguda toplayıp, asrın romanını yazmalıydı. Başka ne için yaşanırdı ki zaten? İnsanların birbirlerine üstünlük kurma yarışlarını iğrenerek izliyordu. Daha fazla bu iğrenç senaryoya maruz kalmak istemiyordu. Böyle bir dünya çekilecek gibi değildi zira.
Kimisi holdingleriyle... Kimisi uçakları, yatları, arabalarıyla... Kimisi dededen, babadan kalma mallarıyla... Kimisi üç kuruş biriktirip aldığı eviyle.. kimisi şansı yaver gidip elde ettiği kariyeriyle... Kimisi çocuğuyla, kimisi çoluğuyla, kimisi eşinin dostunun akrabasının başarılarıyla... Kimisi salt güzelliğiyle, kimisi giyimi kuşamı, süsüyle... Kimisi atıp tutmaca hayalleriyle... Neyi kanıtlamaya çalışıyorlardı ki? Niye böyle bir kompleksle yaşıyorlardı ki? Ah! Zavallı insancıklar ah! Beğenilme, takdir görme arzusu, çılgınlık derecesine varan, çevresine yüce görünme çabası... Peki ya bütün bunları düşünürken hiç mutlu muyuz acaba, diye düşünüyorlar mı? Tüm bunların hepsi aslında insanları mutsuz etmek için çok önceden planlanmış bir oyun değil mi? Keza bu oyunu düzenleyenleri de zamanla bir bataklık gibi içine çekmiş olan bir oyun... Sermayecilik oyunu! İnsanların anlık hoş hislerini malzeme olarak kullanıp, bu malzemeleri onlara satarak para kazanma oyunu... Hoş anlar geçtikten sonra ne malzemeyi satan mutlu, ne de onu satın alanlar mutlu...


Maddeye sahip olarak her şeye sahip olunabileceği düşüncesi ve bununla beraber mutlu olunabileceği teorisine inanmak... Ne kadar da yanıltıcı... Koskoca bir çölde serap görüyor insanlar, ve yaklaştıkça kaybolan, uzakta yenisi beliren ve asla yakalanmayacak olan hayallerin peşinde koşturup hayatını boşuna harcıyorlar... Ve bunu keşfedene kadar yaşlanıp son nefesine dayanıyorlar, ah! Zavallı insancıklar ah! Daha da elem verici bir nokta da şu ki, süreç içerisinde ders almayı öğrenemiyorlar, sadece tecrübe kazandıklarını söylüyorlar birbirlerine ama yeri gelince aynı serabın peşinden gitmeyi de elden bırakmıyorlar. Acizlik diz boyu...

Bir başka sorun da şu; mutluluğu hep başka yerde, uzaklarda, karşı taraflarda aramak... neden hep komşunun bahçesindeki çimen yeşil gelirse işte... Aynı şekilde arkadaşlarının işleri daha güzel, arabası daha çekici, karısı yada kocası daha anlayışlı, evi daha sıcak, çocukları daha akıllı gibi gelir... Kendilerinden o kadar nefret etmişlerdir ki, düşünceleri bile ezik, aşağılık bir insan oldukları mesajını verir. Bu aşağılık kompleksini de yeni bir iş, yeni bir araba, yeni bir eş, yeni bir ev ve yeni bir çocuk ile çözmeye çalışırlar.

Adam ne yapsın bu hem iğrenç hem de zavallı kolonilerin arasında kendi köşesine çekilmekten başka... Efendim diyorlar ki, sen böyle söylüyorsun amma, sana söylemesi kolay. İşin yok, paran yok, araban yok, karın yok, çoluğun çocuğun yok.. hele bir senin de olsun da o zaman seni de görücez.. Görücez bakalım! dedi adam... Ne değişecekse? Sanki bu sayılanlar mı insanın daima mutlu olacağına garanti ediyor? Herkesin yaptığı, herkesin sahip olduğu şeyler zaten mutlu edemiyor ki adamı.. bunu niye anlamıyorlar, anlayamazlar ya, öylesine soruyor işte... Ne kadar çok insan bir şeyin peşinden gidiyorsa, orada mutlaka değerli bir şey vardır elbette ama ne kadar az insan bir şeyin peşinden gitmeye cesaret ediyorsa orada daha çok değerli bir şey vardır kesinlikle... O çok değerli şeye sahip olmak, bu sıradan insanların saydığı şeylere sahip olmaktan çok daha önemliydi adam ve onun gibi olan diğer azınlıktaki insanlar için. Asla bir kaybetmişlik değil ya da kaybetmişlikten doğan bir düşünce değil bu, eninde sonunda ulaşılacak mutlu bir sonun bekleyişiydi. Hem de durgun, çaresiz ve anlamsız bir bekleyiş değil, aksine umut dolu, heyecanlı ve bilinçli bir bekleyişti. Durmadan çalışıyor, yeni yollar üretiyordu. Kimse ona inanmasa da, şu anda yalnız da olsa, maddi dünya dışında yalnız olmadığına gayet emindi. Bunu tüm kalbiyle, tüm damarlarında hissediyordu çünkü. İçine kapıldığı sinerji, bundan yüzlerce yıl önce yer yüzünde aynı şekilde yaşamış olan insanların beynini kurcalayan düşüncelerdi, şimdi ise onun beynini kurcalıyordu... Ve sıradan insanlar bu düşünceleri şeytani olarak yorumluyor hatta şeytanın ta kendisi olarak ilan ediyordu. Zaten nerede, yanlış olmasa bile aykırı bir olgusallık, aykırı bir biçim, çoğunluğun tartışmaya bile cesaret edemediği durumlar, olaylar olsa hemen şeytana atıfta bulunuluyordu. Öyleyse onların gözünde, içine şeytan kaçmıştı adamın. Şeytanın, tasvir edilen şekillerde olmadığı hatta korkunç bile olmadığını biliyordu adam. Tanrı’yı kafasında oluşturduğu kavram kadar şeytanı da oluşturmuştu. İkisi de enerji, ikisi de güçlü, ikisi de düşünce sonucu ortaya çıkan olgulardı fakat biri iyiliğin, diğeri kötülüğün simgesi olmuştu. Peki neye göre, kime göre? Tanrıya göre mi, şeytana göre mi? Tabiî ki de insana göre... Neden diğer canlılara da göre olmasın? Onların aklı fikri yok değil mi? İşte bunlar da insanın aklına göre düzenlenip sunuluyor doğaya. Hiç de doğal olmayan bu kurallar sanki doğanın kanunuymuş gibi algılatılmaya çalışılıyor, nitekim de büyük çoğunluk etki altına alınmış olunuyor. Bu yapay kanunların etkisinden kurtulmuş olan şanslı insanlar, birbirleriyle çok mutlu birliktelikler sağlayabiliyorlar. Bu gibi örneklere şahit olmuş olan adamın da tek gayesi buydu. Kısa süre içinde yakaladığı dış etkilerden arınmış bir mutlu birlikteliği, uzun vadeye yayabilecek, ısrarla sürdürebilecek ve böylece adamın teorisini kanıtlayabilecek bir insanla kuracağı hayatı yaşamayı umut ediyordu.
Halikarnas Şarapçısı

 
Toplam blog
: 149
: 284
Kayıt tarihi
: 03.05.11
 
 

1987 Bandırma'da doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi İstatistik Bölümünden mezun oldu. Araştırma, Ban..