Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Kasım '12

 
Kategori
Öykü
 

Adını Billur koydum.

Adını Billur koydum.
 

gezijurnal.com


Yine orada,...... camın önünde oturuyordu. Zarif, incecik ellerini pencerenin ahşap pervazına dayamış, sanki birini bekler gibi dalgın, buğulu, gizem dolu bir güzellikle bakıyordu uzaklara. Hep aynı saatte, işe giderken, görmeye öyle alışmıştım ki, ...... beni uğurluyor, 'hayırlı işler' diliyor gibiydi. Yaklaşık, bir buçuk aydır, hayatıma yeni bir  güneş doğmuştu sanki. Uzun süredir, kalbim eskisinden daha farklı çarpıyordu.

Uzun sarı, dalgalı saçları, bembeyaz teni, narin duruşuyla, bir bibloyu andırıyordu ya da bu dünyadan çok uzaklardan bir meleği. Eski, tarih kokan, ahşap, cumbalı ev, onun camdaki silüetiyle, canlanıyor, hayat buluyordu. Adını Billur koymuştum, gerçeğini bilmeden. Nedense, bana öyle bir çağrışım yapmıştı. Bende yarattığı kalp çarpıntısının, nasıl başladığını bilemediğim gibi. Pencerenin kenarlarına doğru toparlanmış, küçücük, bahar çiçekli desenleri olan, pembe perdenin arasında, sadece oturarak, sahip olduğu gizemle, beni kendine bağlamıştı bile.  'Acaba, benden başkaları da onu farketmiş midir?' sorusunun aklımdan geçişi ile, midemde kıskançlığın, ve reddedişin verdiği bir kasılma hissettim. Otuz yaşına hayata dair az çok tecrübeler edinerek, gelmiş bir adam bir anda bu kadar acemileşebilir mi? Liseli, ergenliğin pençesinde, yüzü sivilceli, yeni yetme bir gence dönüşüvermiştim bu kısacık sürede. Duygularım bu kadar mı başıboş? Aşk, sevgi, özlem..... ya da bir tutku mu bu? Daha onu tanımıyordum, sesini bile duymamıştım. Belki çok kalın, itici bir sesi var, sigaradan sapsarı olmuş dişleri. Eve mahkum biri mi? Yoksa gözleri görmüyor mu?

Her sabah onu değişik bir hikayenin başrolüne yerleştiriyordum. Kendim de onun prensi, eşi, kocası, sevgilisi, umutsuz aşkı... Artık ona ulaşmanın, tanımanın bir yolunu bulmalıydım. Bir hafta işimden izin alıp, evini , biraz ilerideki pastaneye gün boyu oturup, izlemeye karar verdim.

Haftayı, ona dair hayaller kurarak geçirip izin aldığım haftaya ulaştım. Çok hayecanlıydım, şansım varsa, evin bir ihtiyacını almak, ya da okula, işe arkadaşına gitmek üzere evinden çıktığı bir zamanda onun yanına gidip, birşeyler sorabilirdim. Mimiklerini, güzel yüzünü, gözlerinin rengini, sesini yakından görebilir, duyabilirdim.

İznimin ilk günü, sabah, her zamankinden bir saat geç dışarı çıktım. Pencerenin önü boştu. Yakındaki pastanede evi ve pencereyi rahat görebileceğim bir masaya oturdum. Kimsenin dikkatini çekmemek için, Laptop'umu açtm, çay, poğaça söyledim ve izlemeye başladım. O gün pencere hep boş kaldı, sadece Billur'un babası olduğunu düşündüğüm yaşlı bir adam evden çıktı, sokak boyunca yürüyüp gitti. O gün için, asıl amacım Billur'u yakalamak olduğundan, yerimde kaldım.

Ertesi gün, iş saatinde yola çıktım, Billur penceredeydi. Arkasında da 60-70 yaşlarında bir kadın ayakta duruyordu. Saçları uzun, bembeyaz, arkadan sıkı sıkı toplanmış, makyajsız, beyaz tenli, açık renk gözleri olan bir kadın. Aralarında hiçbir konuşma olmadı, hatta sanki birbirlerini görmüyor gibiydiler. Annenin yüzünde yılların derinleştirdiği çizgiler, aynı buğulu gözlerle, tıpkı Billur gibi uzaklara bakıyordu. Bu evde bir hüzün olduğunu hissediyordum. Geçip, pastanede bir gün önceki masama oturdum, mönüden, karışık sandiç ve çayımı söyledim Laptop'u çantamdan alıp, masaya koydum ve pencereye döndüm. O arada Billur ve annesi pencereden yok olmuşlardı. Billur'un yerinden kalkışını, boyunu, saçlarının sırtına doğru uzanışını ve endamını görememiştim işte. ....

Üçüncü gün yine erkenden çıktım yola. Bu sefer, gözümü bile kırpmamaya kararlıydım. Billur penceredeydi. Yaşlı babası saat 8.30 gibi evden ağır adımlarla çıktı. Pencerenin önüne gelince, yukarı baktı. Hüzünlü kısa bir tebessüm gönderdi pencereye. Billur ifadesiz bakıyordu. Sanki babasının tebessümü ona ulaşmamıştı.

Dördüncü gün, Billur ile karşılaşma ümidimi son güne taşıyarak, babasının peşinden gitmeye karar verdim. Evden çıktı, sokağın birbirine omuz vermiş, bitişik nizamda dizili eski evleri görülen dar yolu boyunca yürüyüp, ana caddeye ulaştı. Caddeden geçen ilk taksiye el ederek bindi. Bende arkasından yakaladığım taksiyle, şöföre izlemesini isteyerek atladım. Dört beş kilometre gittikten sonra, yan yola saparak bir mezarlığa ulaştık ve yaşlı adam indi. Ben de peşinden. Mezarlığın, düzenli, sıra sıra yerleştirilmiş, soğuk mermerlerle çevrili, mezarlarını geçip, ikinci parselde, yeni açıldığı için etrafı belirlenmemiş, başucunda sadece üzeri küçük yazılı tahtanın olduğu mezarın başında durdu. Ellerini açtı, dua etti, çömelip, toprağı sevdi, yavaşça kalkıp, toprak olan ellerini birbirine vurup, temizledi. Gözlerinde oluşan yaşları, cebinden çıkardığı, kumaş mendiline sildi, hayattan, yıllardan, üzüntüden yorgun düşen bedeniyle yavaşca yürüdü, gitti.

O yaşlı ahşap evde bir hüzün olduğunu anlamıştım zaten. Belki de Billur'un ablasını, kardeşini, yaşlı anneannelerini .... birilerini kaybetmişlerdi. Merakla o mezarın başına gittim, başucundaki tahtada bulunan yazıları okumak için yaklaştım. Önce tarih dikkatimi çekti, 21 Eylül 2012. Bugünden bir buçuk ay önce. Yukarıda isime doğru baktım. Meftanın adı: Billur Erdemir. Vücudum tirtir titremeye başladı, gözlerim karardı tam düşüyorken, kolumdan biri tuttu. İ'yimisin oğlum yoksa kızımı tanıyor muydun ' 'Yok yok' diye kekeledim. 'Genç, 21 yaşındaymış, üzüldüm.' Cebinden fotoğrafını çıkardı, her sabah, camın önünde gördüğüm meleğimin. Daha kaybedeli bir buçuk ay olmuş, doğuştan kalp hastasıymış, nakil sonrası, iyileştiğini sandıkları günlerde. Bir sabah, pencerenin önünde uyur gibi bulmuşlar, onu ilk fark ettiğim, sadece bir kez gülümsemesini gördüğüm, o büyülü sabah 8.30'da, beni uğurlamasının ardından. 

 

 

        

 
Toplam blog
: 46
: 826
Kayıt tarihi
: 07.08.12
 
 

Küçük bir gülümseyiş ya da farkındalıklar yaratacak atıştırmalık öyküler yazmayı planlıyorum, bun..