Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Eylül '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Adıyla da, tadıyla da bu bizim bayramımız

Adıyla da, tadıyla da bu bizim bayramımız
 

Aslında her şey insanın beyninde olup bitiyor… Bazen kendimizi gelecekten ümitli, her şeyden zevk ve heyecan duyan “bir delikanlı” gibi hissederiz… Bazen de umutsuz, heyecansız, beklentisiz, moralsiz, hiçbir şeyden mutlu olmayan mızmız “bir ihtiyar” gibi…

Oysa bu iki hali de yaşayan biziz.

Düşünce sistemimiz, aynı şartlarda yaşayan bedenimizde, bazen çizgi üstü, bazen çizgi altı bir ruhsal tavır sergiler. İşte bu durum, manevi dünyamızın çizdiği farklı perspektifi ortaya koyan ilginç bir göstergedir.

Araba kullananlar çok iyi bilirler. Moraliniz iyi olduğu zaman, arkadan selektör yaparak gelen sürücüye, “sen de geç bakalım kardeşim” diyerek inanılmaz yumuşaklıkta bir hoşgörü gösterirken, sinirli anlarımızda, “patladın mı be kardeşim, benim de acelem var” deyip gaz pedalını sonuna köklemeye, sanki Formula 1’de yarış kazanacakmış gibi, arkamızdakine yol vermemeye özel bir gayret gösteririz.

Mutsuzluğun etkisiyle, en güzel manzaraları görmezden geldiğimiz, eğlencenin doruğa çıktığı noktalarda, içimize kapanıp hiçbir şeyden zevk alamadığımız zamanlar çok olmuştur. Böyle anlarda bazılarımız, kendi mutsuzluklarına ortak etmek istercesine, başkalarının mutlu olmasına engel olmaktan de geri durmazlar.

Ramazana karşı çeşitli sebeplerle alerjisi olanların, buldukları her bahaneyle dine ve dindarlara bir kulp takmaya çalıştıkları da, ne yazık ki bilinen bir gerçektir.

*****

Böyle durumlarda “her şeyi alaya almak” bir tepki biçimi olarak gösterir kendini… Herkesin “kara” dediğine eğer “ak” deme imkânımız yoksa, hiç değilse “siyah” diyerek bir farklılık yaratmaya ve ortalığı karıştırmaya çalışırız.

Lafa gelince, “canım ikisi de aynı anlama gelmiyor mu, ha siyah, ha kara, ne fark eder” savunmasının, iyi niyet ve samimiyet kurallarıyla bağdaşmadığını, bunun laf cambazlığı yapmaktan öteye geçmediğini bile bile yine de söyleriz.

Sevgili arkadaşlar,

Beşiktaş Futbol takımının renkleri bilindiği gibi siyah-beyazdır. “Beyaz-siyah” gibi bir tabir bile hiç kullanılmaz. Eğer siz sürekli ve özellikle “ak-kara” demeyi sürdürüyorsanız, ya kimse sizin Beşiktaş’tan bahsettiğinizi anlamaz, ya da herkes alay etmeye çalıştığınızı iyi bilir.

Ayrıca her varlığın bir adı vardır. O adla anılmak onların hakkıdır. Bizim de o adı söylemek görevimizdir. Metin’le Çetin arasında, bir harf var, ne fark eder, ha Metin, ha Çetin diyebilir miyiz?

Bazen bir nokta bile anlamı öylesine değiştirir ki, tamamen ters bir ifade ortaya çıkabilir. Mesela “bir çocuğumuz oldu” cümlesinde “o” harfi yerine “ö” harfi kullanabilir miyiz? Hayır…

*****

Peki, Ramazan bayramına başka bir ad takabilir miyiz?

Normalde hiç düşünmeden bu soruya “hayır” dememiz gerekirdi. Ancak son günlerde kamuoyundaki tartışmayı hatırlayınca, “Ama” diye başlayan cümleler kurmaya hazırlanıyoruz değil mi?

Bilindiği gibi, “ama” kelimesi, kendinden önce söylenen bütün hükümleri ortadan kaldıran, onları hiç yokmuş kabul eden bir anlam ifade eder.

Tartışmayı bir anlamda bir siyasetçinin açmış olması, olaya daha çok politik boyut katmış olabilir. Ya da biz bunu böyle düşünmüş olabiliriz.

Klavyemizdeki harflere basarak oluşturduğumuz kelimelerin, ülke yönetiminin en tepesindeki insanları küçümseyen, kızdıran, üzen anlamlara dönüşen cümleler meydana getirmesinden özel bir haz duyuyoruz. Bu bize biraz zevk, biraz gurur bile veriyor.

Evet, demokrasilerde tenkit etmek, bireysel bir hak. Yanlışları açıkça söyleme hürriyetine de sahibiz. Hatta “sizin görüşünüzü beğenmiyorum ve katılmıyorum” deme özgürlüğümüz bile var. Ama hiç kimseyi, düşüncesinden ve fikirlerinden dolayı aşağılayamayız, kınayamayız. Hele hakaret hiç edemeyiz, etmemeliyiz. Çağdaş anlayışın temel ilkelerinden biri de budur.

Peşin hükümlerimiz, karşımızdaki insanların ne söylediğini dinlememek gibi bir hak getirmiyor bize. Tam tersine herkesi dinleyip ne dediğini anlamalı, varsa itirazımız ve karşı fikrimiz, bunu açıkça belirtmeliyiz.

“Sen ne bilirsin ki, sen ne dersen yanlıştır, senin dediğinin tersini yapmak lazım” gibi, kalıplaşmış yaklaşımlar, yanlışların düzelmesine de, doğruların yerleşmesine de imkân sağlamazlar…

*****

Ramazan Bayramı’nın tesis edildiği VII. yüzyıldaki adı Arapça, “Iydül-Fıtr”dır. Iyd = bayram demektir. Fıtr da oruca son vermeyi, orucu açmayı, yani bizim iyi bildiğimiz iftarı ifade eder.

“Ramazan ayını yaşamanın onun mükâfat ve bereketinden faydalanmanın bir şükran belirtisi olarak Allah rızası için verilen her şeye de sadaka-i fıtr denir.”[1]

Bu hepimizin bildiği “Fitre”nin ta kendisidir.

Şu halde Fıtr bayramına, birbiriyle anlam bağı olduğu için, çok rahatlıkla Ramazan bayramı da diyebiliriz.

Fıtr’ın yaratılış, tıynet, hilkat anlamındaki “fıtrat”la da bağlantısı olabilir. Hani hayatî bir tehlike atlattığımız zaman “verilmiş sadakamız varmış” deriz ya…

O zaman sadaka-i fıtr, hayatî sadaka olarak da adlandırılabilir. Bu ise bize bir teşekkürü, yaratıcıya duyulan bir şükrü hatırlatmaz mı?

Şükür de Arapça bir kelimedir… Fiil hali kullanılırken Türkçe’deki şekerle eş sesli bir söylenişi vardır. Bir âyette, “lein şekertüm, le-ezîdenneküm = eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım” buyrulmaktadır.[2]

Bu bağlamda Ramazan bayramına şeker bayramı, ya da şükür bayramı demek de mümkündür.

Peki bayramda yediğimiz tatlıların, çikolataların, şekerlerin hiç mi hatırı yok, şeker bayramı desek ne olur, diyorsanız, bence onun da bir sakıncası yok. Onu da diyebiliriz ve zaten diyoruz.

Ama “şeker bayramı” diyenlere kızanlar var diyorsanız, sebep tamamen niyet meselesidir.

Yukarda anlatmaya çalıştığım gibi, bayramın gerçek anlamını, bu arada insanlar arasında sevgiyi, saygıyı, dostluğu, barışı, beraberliği, birliği, dirliği, kardeşliği sağlayan gerçek işlevini biliyorsak, adına ne dersek diyelim, aynı tadı alacağımızda şüphe yoktur.

Anacak yine yukarda örneklediğim şekilde bir art niyet söz konusuysa, bayramı anlamından uzaklaştırmak, saptırmak, onun manevî değerini azaltmak, yok etmek, sıradanlaştırmak, hatta anlamsızlaştırmak amaç ediniliyorsa, burada yeni kuşakları bilgilendirmek, doğrusunu anlatmak ve öğretmek gerekmez mi?

Söz gelimi bu bayramın, ramazanla, oruçla, iftarla, fıtırla, şükürle bağını kesip, sadece bildiğimiz akide şekerine endekslersek, birkaç kuşak sonra gelen nesiller, “yahu şekerin de bayramı mı olurmuş, zaten her istediğimizde şekeri alıp yiyebiliyoruz” deseler, haksız sayılırlar mı?

Hatırlarsanız, aynı mantıkla “Kurban Bayramı”na da, et bayramı, kavurma bayramı diyerek alay edenler var. İyi niyetin ve samimiyetin olmadığı her yerde bir yozlaşma, bir kısırlaşma kaçınılmaz olur.

Yapanlar bunu kötü niyetle yapmasalar bile, kötü niyetlilere malzeme çıkarmış olurlar ve onların işlerini kolaylaştırırlar.

*****

Gelin bayramlarımıza sahip çıkalım. Onların adıyla da, tadıyla da oynamayalım. Ecdadımızdan devraldığımız bu güzel geleneği, bizi birbirimize bağlayan hazır bir fırsat olarak değerlendirelim.

Siz bugün böyle bir bayram icat edebilir misiniz? Topluma bunu kabul ettirebilir misiniz? Sınırlarınızın ötesine bunu taşıyabilir misiniz?

Bugün sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, Müslümanların yaşadığı her yerde bayram var. Bundan güzel mutluluk olabilir mi?

Evet, bütün dünyada son yıllarda kutlanmaya başlayan bazı özel günler var: Bunlar, ticarî amaçla kapitalist zihniyetin cebimizdeki paraları alabilmek için kurduğu bir tuzaktan ibaret… Benzeri bir anlayışın giderek bizim bayramlara da sirayet ettiğinden şikâyetçiyseniz, bayramın sadece büyüklerin elini öperek, küçüklere bayram sevinci yaşatarak da kutlanabileceğini unutmayınız.

Ve bayramların bir alışveriş çılgınlığına, bir tatil serüvenine dönüşmesine de izin vermeyiniz.

Sonuçta olayları yönlendiren toplum, toplumu da meydana getiren bireylerdir…

Bir mutluluk fırsatını, mutsuzluğa dönüştürmek, özellikle bugünü, bayramı unutturacak bir tarzda yaşamak, kimseye bir şey kazandırmaz. Ama kaybettiklerimizi bir daha kolay kolay yerine getiremeyiz. Tabii ki amacımız buysa…

Saygıyla, muhabbetle, hepinize iyi bayramlar...



[1] TDV İslâm Ansiklopedisi, “FİTRE” maddesi, XIII/160.

[2] İbrâhîm, 14/7.

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..