Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ağustos '11

 
Kategori
Anılar
 

Ağaçlara bağlanmak

Ağaçlara bağlanmak
 

Ağaçlara bağlanmak...


Çocukluğun asıl tadı; sokakta oynarken düşe kalka dizlerini kanatarak ve üstüne başına annenin sabah giydirdiklerini mümkünse ucundan kıyısından da yırtıp kirleterek çıkar. Hele bir de terledikten sonra soğuk su içip ateşlendiğin için ertesi gün okula gitmek yerine, gürül gürül yanan bir sobanın üstünde kaynayan ıhlamuru içmek ve yorganın altında terlemeye çalışmak...

Çocukluktan akılda kalan o anlar, insanın hayatının sonuna kadar yüreğinin bir köşesinde hep sıcaklığını korumaya devam eder. Sen terledikçe, sırtını, göğsünü kontrol edip vucudunu da kuru bir havluyla silip daha henüz yeni ütülenmiş sıcacık bir atleti başından aşağı, kollarını kısalta uzata giydirirken annenden gördüğün ilgi ve karşılıksız sevgiyi, ömrün boyunca başka hiç bir kadından göremeyeceğini tabi o zamanlar daha henüz bilmiyorsundur. 

Tentürdiyotlu pamukla önce yaranın üstüne bastırıp sonra da üfleye üfleye mikrobu kırılmış diz kapakları, zamanla kabuk bağlamış çizikler kesikler, ağaçtan düştüğü için şişen ayak bilekleri olmamışsa bir çocuğun, doğrusu ona pek de 'çocukluğunu yaşamış' denemez. 

''Pal Sokağı'nın Çocukları'' adlı kitabında Macar yazar Ferenç Molnar, Budapeşte'de oyun sahalarını 'Kızıl Gömlekliler' de denen zengin çocuklarından korumaya çalışan yoksul mahallelerin çocuklarının mücadelelerini anlatır. 

Nemeçek Ernö, yoksulların ordusundaki tek erdir. Kendisi dışındaki tüm çocukların rütbeleri vardır. Hep beraber, vatanları saydıkları oyun sahalarını zengin çocukların işgaline karşı korumaya çalışırlar. 

Bir gün kızıl gömlekli zengin çocukları, Nemeçeklerin oyun sahasındaki bayrağı çalarlar. Bu güç gösterisi karşısında intikam ateşi ile yanan ve kahraman olmayı da kafasına koyan Nemeçek, kimseye görünmeden zengin çocuklarının buluşma yerine onlardan önce gidip bu sefer de o, düşman bayrağını çalar. Ancak uzaklardan yaklaşmakta olan düşmanın sesini duyunca da kaçmayı onuruna yediremediği için kalan tek çare olarak tam da toplantının yapılacağı yerdeki ağaca tırmanır. 

Henüz çok küçük olduğundan, nerede konuşması nerede de susması gerektiğini hayat ona daha öğretmeye fırsat bulamamıştır, o yüzden de ağacın tepesindeyken konuşunca yakayı ele verir. Esir alınan Nemeçek'in cezası, soğuk havada göle atılmaktır. Ve ne yazık ki buz gibi havada ıslak ıslak eve dönmek zorunda kalan Nemeçek, üşütüp ateşlenir, yataklara düşer. Yoksul ailesi doktor çağırdığında ise artık çok geçtir. 

Çocukluğumda İzmit'in Saraybahçe semtinde aşağı mahalle yukarı mahalle savaşlarımız olurdu. Öyle taşlı sopalı kavga dövüşler şeklinde değil de daha çok, tek başına gezen düşmanı esir alıp sonra da ağaca bağlamak gibi çocukça şeyler. Akşama doğru da eğer karşı taraf da bizden birisini esir almışsa, esirleri değiştirip evlere dağılmamız ile son bulan zararsız şeylerdi. 

Bir gün okuldan çıkmış, oyuna dalmadan önce önlüğümü çıkartıp çantamı bırakmak için eve doğru yürürken düşmanla karşılaştım. Kalabalıklardı ve tedbirsiz yakalanmıştım. Hemen esir aldılar ve Saraybahçe'deki ağaçlardan birine bağladılar beni. Akşama kadar da türlü çeşit sorular sordular sırf laf olsun diye. Hava karardıkça kararıyor ve henüz bizimkiler de ortalarda görünmüyorlardı. Ancak aradan epey bir zaman geçtikten sonra bana seslenildiğini duydum. Birisi yüksek sesle ''Kaan'' diyerek şaşırmış gözlerle, bağlı olduğum ağaca doğru geliyordu. 

Dedem, akşam olup hava da kararmasına rağmen hala eve gelmediğim için doğal olarak beni merak etmiş ve aramaya çıkmış. Tabi dedemi gören çocuklar çil yavrusu gibi dağıldılar. Uzaktan bakan dedem önce hareketsiz durmama şaşırdı ama daha sonra beni ağaca bağlayan ipleri farkedince de çözüp serbest kalmamı sağladı. Artık ağaca bağlı olmadığım için özgürdüm, yürüyerek eve gittik. 

Çocukluk günlerini geride bırakalı onlarca yıl oldu. Hayatla ve diğer insanlarla mücadele artık ne o günlerin saflığında ne de eskisi gibi zararsız. İnsan büyüdükçe, savaşları daha çetin oluyor. Mücadele sahası da savunmaya çalıştığı oyun alanından, farklı şehirlere hatta zaman zaman da farklı ülkelere taşabiliyor. 

Rusya'ya ellerindeki, yüreklerindeki umut fidanlarıyla gelen Türkler onları Rusya'nın değişik şehirlerine dikerlerken, hep ileride bu fidanların ağaç olup meyve vereceklerinin ya da en azından gölgesinde oturup huzur bulacaklarının umudu içerisindelerdi. 

Bu coğrafyaya 1990'ların henüz başında ilk kez gelenlerden bugünlere, yirmi yıldan fazla zaman geçti. O ilk günlerde dikilen fidanlardan bazıları çoktan ağaç olup meyveler verdiler ve hatta o meyvelerin çekirdekleri bile yeniden ağaç oldular, kimi fidanlar ise ne yazık ki ya daha toprağa ekilmeden kurudular ya da ekildilerse bile birileri üzerlerine basıp ezdi geçti onların, büyümelerine izin vermediler. 

Umudumuzu fidanlara bağlamıştık, fidanları ağaç olanlar şimdi de ağaçlarına sıkı sıkıya bağlandılar. Ama bu bağlılık çocukken olduğu gibi zorunlu bir bağlılık değil. Zaten bizler de artık akşam hava karardığında, zora düştüğümüzde birileri gelip çözsün iplerimizi, bizleri alsın ülkemize götürsün diye de beklemiyoruz. 

Gönülden bağlandık emeklerimizle büyüttüğümüz ağaçlarımıza. Ve artık Rusya'da kalmakta direnen bizler, yüreğimizin, beynimizin bir yarısı hep Anadolu'daki o çınar ağacında olmasına karşın, Rusya'da yaşamaya devam ediyoruz Nazım'ın da dediği gibi,  

''Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine''. 

Ve belki de diktiğimiz fidanlarla hatırlayacak gelecek kuşaklar bizleri ki zaten hatırlanmak, unutulmamak değil midir insanoğlunun dünyadan göçüp gitmeden önceki son isteği? 

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,  

Öylece gibi de görünüyor,  

Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni 

ve de uyarına gelirse,  

tepemde bir de çınar olursa 

taş maş da istemez hani... 

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..