Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Nisan '08

 
Kategori
Öykü
 

Ağırlaşan Karanlık

AĞIRLAŞAN KARANLIK

Gözleri korkuyla açılmıştı. Odaya girmesi gerektiğini biliyordu ama giremiyordu, ne yapacağını şaşırmıştı adeta. Yıllardır çalıştığı depoydu burası ama şimdi sanki çok yabancıydı ona. İçeri girdi ve ayağının bir şeye takıldığını hissetti, tökezledi. Birden başında dayanılmaz bir acı duydu…

Hayatını karartan bu olayların olacağı ta üç ay önce o adamla konuşmaya başladığından beri belliydi aslında. Sözde iş için gelen bu adamla patronu Atakan çok iyi arkadaş olmuş ve adam zamanla Erdal’ın en büyük rakibi haline gelmişti iş yerinde. Kimdi nerden geliyordu hiçbir şey bilmiyorlardı hakkında ama patronu Atakan işe almıştı Serhat’ı.

Küçük bir üretim fabrikasında çalışıyorlardı. Küçüktü işte çalışanlar da azdı. Maaşı yetiyordu Erdal’a. Yani hayatında bir düzensizlik yoktu.

O tam bunları düşünürken birden bir ses duydu, Atakan’ın odasından geliyordu. Önce tereddütte kaldı gitsem mi gitmesem mi diye ama sonunda o da merakına yenik düştü. Tam kapıya yaklaşmıştı ki ayak sesleri duydu, hemen kenara çekildi. Kapıdan çıkanı görmek için hafiften eğildi, evet, o’ydu odadan çıkan, Serhat’tı…

Birden bir düğüm oluştu boğazında, sesini çıkarmadı. Sonra o gittikten sonra odaya doğru yöneldi, Atakan odada yalnızdı. Ter içinde kalmıştı ve nefes alırken zorluk çekiyordu.

—Ne oldu Atakan Bey, iyi misiniz? Dedi.

İrkilerek arkasına döndü ve bir şeyleri acele acele çekmeceye koydu. Sonra alnındaki teri silerken:

—Yok bir şey, sadece biraz yorgunum, dedi.

Gözlerinde endişe vardı, bunu anlamak kolaydı. Erdal’ın anlamakta zorluk çektiği tek şey Atakan’ın çekmeceye koyduğu şeydi. Kesin Serhat’la ilgili bir şeydi. Derin düşüncelerinden Atakan’ın sesiyle ayrıldı:

—Burada ne işin var?

—Sadece işimi yapıyordum. Saat altıdan sonra bu katı ben temizliyorum, biliyorsunuz.

Saatine baktı:

—Saat daha beş! Yanılıyor muyum?

İşte yine yalan söyleyememişti. Hiç başaramazdı zaten:

—Hayır, efendim, yanılmıyorsunuz, fakat…

—Yanılmıyorum tabi ki…

Ses tonu gittikçe artıyordu:

—Seni uyarıyorum, gözümden kaçtığını sanma, Serhat’la arandaki sorun ne bilmiyorum ama hemen halletsen senin için iyi olur.

Yine suçlanmıştı. Evet, bir sorun vardı ama kimde olduğunu bilmiyordu. Olay bu kadar büyümüşken peşini bırakmayı da düşünmüyordu.

Ertesi gün biraz daha erken uyandı ve işe erken gitti. Etraf bomboştu. Serhat’ın ofisine gitti, kapı açık değildi ama onda her zaman yedek bir anahtar oluyordu. Bu fabrikayı da bu yüzden seviyordu. İşine yarayacak şeyi alabilirdin, kimse sorun çıkarmazdı. İçeri girdi ve şaşırtıcı bir manzarayla karşılaştı.

İçeriyi dağıtan bir şeyler olmuştu ve o her neyse gerçekten önemli dosyaları aramış olmalıydı. Dosya numaralarına bakınca 959694 numaralı dosyanın eksik olduğunu anladı. Peki neydi o dosya? Depoya bakmaktan başka çaresi yoktu.

Gözleri korkuyla açılmıştı. Odaya girmesi gerektiğini biliyordu ama giremiyordu, ne yapacağını şaşırmıştı adeta. Yıllardır çalıştığı depoydu burası ama şimdi sanki çok yabancıydı ona. İçeri girdi ve ayağının bir şeye takıldığını hissetti, tökezledi. Birden başında dayanılmaz bir acı duydu…

Kendisine geldiğinde nerede olduğunu anlaması için zaman geçmesi gerekti. Depodaydı… Hatırladığı son sahne aklına geldi. Birisi başına vurmuş olmalıydı. Ayağa kalkmaya çalıştı. Yaklaşık on beş dakika sonra kendini zor atabilmişti dışarı. Herkes ona bakıyordu.

O anki duygularını anlatması imkânsızdı. Hiçbir acı yoktu üzerinde sadece uyuşmuştu. Sonra gömleğindeki yazı dikkatini çekti:”hayat biraz değişecek!”

Kimdi? Neden bunu yapmıştı? Hiçbir şey anlam kazanmamıştı kafasında. Beyni uyuşmuştu sanki, anlam veremiyordu hiçbir şeye. Daha iki gün önce kendine ait sakin bir hayatı vardı oysa.

Birden aklına Atakan Bey geldi. Belki de o bir şeyler biliyordur diye düşündü. O kadar işçinin arasından hiçbir tepkiye kulak asmadan geçerek patronunun odasına girmeye çalıştı. Ama sahne değişikti. Kapının önünde beş kişi vardı ve hepsi de içeriye bakıyordu, içeriden bağrışmalar geliyordu. Hemen atıldı ve içeri girdi, kimse tutamamıştı onu.

Karşılaştığı manzara inanılmazdı, Atakan Bey yerde yatıyordu. Ne olmuştu böyle. Biraz daha dikkatle baktı ve Atakan Bey’in kolunda bir morluk olduğunu gördü. Dışarı çıktı, gözleri bulanıklaştı, ağaçlar büyüdü güneş parladıkça parladı ve Erdal bir ışık gördü çok uzaklarda…

Gözlerini araladı. Loş, uğultulu bir yerdeydi. Bir kâbustan uyanmanın verdiği sevinçle gülümsemeye çalıştı.

Ancak sesler çoğalmaya başladı, başını kaldırdı ve etrafında bir düzine insan gördü. Ellerini kıpırdatamıyordu, yüzü sarılı, bacakları bağlıydı. Neredeydi? Az sonra yanına gelen doktordan anladı, hastanedeydi.

—Neler oluyor? Dedi Erdal kalkmaya çalışarak; ama kalkamadı yine.

Beynine bir ağrı girdi, canı yanıyordu. Gözlerini açamıyordu. İnsanların şaşkınlıklarının neden olduğu uğultu… Hepsi beynini kemiriyordu sanki. Yeniden uykuya daldı Erdal bu sefer hiç uyanmamak istedi.

Soğuk terler içinde uyandı, artık deminki odada değildi. Karanlık bir yerdeydi, tek başına… Ayakları elleri çözülmüştü ama yüzündeki sargılar duruyordu. Ayağa kalktı, kolundaki sargıyı hissetti acıyla. Bir an için sargıları çözmek istedi ama cesaret edemedi. Kapıya gitti ama kitliydi. Açmaya çalışıyordu, fakat çabası hiçbir sonuç vermiyordu. En sonunda bir görevli geldi:

—Erdal Bey lütfen oturur musunuz? Dedi.

Şaşkınlık içinde ona bakan Erdal bir anda kapıdan kaçmayı düşündü. Ama kapı otomatik olarak kapanmıştı:

—Siz kimsiniz, ben neredeyim?

—Erdal Bey şimdi bunları açıklamam imkânsız. Lütfen hiçbir soru sormayın sadece oturun.

Oturdu. Burası hiç tanıdık gelmiyordu. Çok uyumuş olmalıydı başı ağrıyordu. Yine o dayanılmaz ağrıydı bu…

Tekrar uyandı, bu bugünkü kaçıncı uyanışıydı o bile hatırlamıyordu. Bu kez de evindeydi. Yüzünde veya kolunda herhangi bir sargı yoktu. Evi soğuktu sadece. Karnını doyurmak için bir şeyler almaya kalktı. Ama evdeki her şey bozulmuştu. Dışarı çıktı, birkaç mağaza gezdikten sonra tarihin yazılı olduğu bir pankart gördü. Yanlış yazılmış olabileceğini düşündü ama hayır değildi elindeki gazetenin tarihi de aynıydı, tam bir yıl sonrayı gösteriyordu.

Hiçbir şey yapamadan öylece kaldı aradaki bir seneyle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu. Hemen işyerine gitti, Atakan Bey’i aradı fakat geçen yılki o olaydan sonra kurtarılamamıştı. Odası yeni müdüre verilmişti ama eşyalar değişmemişti. Yeni müdürle Atakan Bey’in kişisel eşyalarıyla ilgili konuştu, nerede olduklarını sordu ve depoya atıldığını öğrendi. Gidip aralarında işine yarayacak bir şeyler aradı ve bulmuştu:

—Seni pislik! Diye bağırdı.

Dosyada Serhat’ın bir araştırmacı olduğu yazıyordu ve Atakan Bey ona büyük miktarda bir para karşılığı iş yerinde istediğini yapabilme şansı vermişti. Konunun yaşadıklarıyla bir ilgisi olabilir miydi? Tam bunları düşünürken bir defter buldu. Çok tozlanmıştı artık, e tabi üzerinde bir yılın tozu birikmişti. Deftere göz gezdirdi, Atakan Bey’in kendi defteriydi bu. İçinde resimler ve onunla ilgili yazılar vardı. Sayfaları açtıkça inanılması imkânsız bilgilerle karşılaştı. Atakan Bey buraya uyuşturucu krizleriyle ve nasıl bulacağıyla ilgili resimler çizmiş, yazılar yazmıştı. Oysaki ne kadar da düzgün bir insana benziyordu, nasıl olurdu da böyle bilinçsizce bir harekette bulunabilirdi.

Defteri karıştırmaya devam etti, içinde bir not bulana kadar:

“Atakan Bey,

Size vaat ettiğim beş paket eroini göndermem için bana bir garanti vermelisiniz, söz verdiğiniz gibi bir denek olabilir araştırmam için. Cevabınızı bugün serhatla göndermelisiniz, yoksa iş biter.”

Bu yazıları okudukça içinde fırtınalar koptu Erdal’ın. Biraz daha baktı deftere en son sayfada kötü bir yazıyla yazılmış şeyler buldu, başında da ünlem işaretine benzer bir şey vardı. Yazıyı okuyabildiği kadarıyla: “Kriz geçiriyorum yine. Keşke yapmasaydım, keşke hiç başlamasaydım!” yazıyordu.

Erdal artık ne yapacağını şaşırmıştı. Aradan kocaman bir yıl geçmişti, o arada neredeydi, ne yapmışlardı ona? Peki ne için denenmişti? Vücudunda kimyasal bir madde geziyor muydu şu an? O kadar karışıktı ki deftere biraz daha bakamayacağını düşündü.

Önce Serhat’ı bulmaya karar verdi. Nerde olursa olsun bulacaktı. Saatler geçti ama ne internetten ne de dosyalardan herhangi bir bilgiye ulaşamadı. Belki de asıl ismi o değildir dedi, yanılmıyordu…

Hastaneye gitti, kanında bir madde olup olmadığının tahlili için. Sonuçlar gecikmedi. Kanında bir madde vardı ama bu maddenin ne olduğu henüz bilinmiyordu. Başı dönmeye başladı Erdal’ın ve yine uykuya daldı…

Loş bir ışık görüyordu, sadece o kadar. Sonra netleşti oda, tekrar karardı. Sesler duymaya başladı. Gözlerini açtı ama loşluk gitmedi, o bulutlar gözlerinin önündeydi sanki. Bir perde gibi... Sesler konuşuyordu beyninin içinde yankılanarak:

—Şimdi ne yapacağız, belli ki bu şey beyninin her zerresine dağılmış. Artık kurtarmanın bir yolu yok gibi görünüyor. Tedavi yöntemlerimizden hiçbiri uygun değil bu virüsü atmak için.

—Yapabileceğimiz bir şey yok, virüsü tanımaya çalışalım onun üzerinde, çeşitli tedaviler deneyelim. Belli olmaz belki de tedavi edebiliriz.

—Ama bu boşuna zaman kaybı olur.

Erdal bütün bunları duyuyordu ama algılayamıyordu, beyninde bir şey vardı, neydi, neden tedavisi imkânsızdı? Konuşamıyordu, tekrar uyumak istiyordu, bu sefer hiç uyanmamak… Uyuyamıyordu artık, geçen bir yılı düşünüyordu.

Doktorun onu sarsmasıyla uyandı derin düşüncelerinden:

—Üzerinde denenen maddeyle ilgili bir bilgin var mı?

Erdal şaşkınlıka cevap verdi:

-Hayır, ne denenmiş!?

Doktor düşünceli düşünceli baktı, tereddüt ediyordu ama anlatmaya karar vermiş gibi derin bir nefes alarak başladı sözlerine. Buraya geldiğinde şikâyetçi olduğu şeyin nedeninin beynindeki virüs olduğunu, virüsün bütün beynini sardığını ve bazen hafızasına bazen de algılamasına zarar verdiğini, bu yüzden de sık sık bayılmalar yaşadığını söyledi:

—Bu tür kimyasallarla ilgilenen her yeri inceledik ve birinde senin dosyanı bulduk. Firma seni denek olarak kullanmış, tam bir yıl orada kalmışsın. Sana bunu yapan şirketi bulduk, şimdi mahkeme kararını bekliyoruz, senin durumun hakkında bilgileri ve tahlil sonuçlarını mahkemeye teslim ettik. Elimizde görüntü kayıtları da var şimdi. Kendini hazır hissedersen izleyebiliriz ama pek iyi şeyler değil.

Erdal yerinden doğrularak bütün o görüntüleri izledi. Korkunçtu! Her gün kalkıyor normal bir hayat sürer gibi yemeğini yiyor oradaki profesörlerle konuşuyordu. Hatta sürekli bir şeyler yazıyordu. Çok garip bir duyguydu bu, kendini hiç yapmadığı şeyleri yaparken izliyordu…

Böyle bir şeyi yapan gaddar insanlar kimlerdi, yani olayın kimin başının altından çıktığını biliyordu ama ona yardım edenler kimlerdi? Nasıl bir cesaretti bunu yapmak. Erdal’ın aklından geçenler sadece bunlardı şimdi.

Birkaç gün geçti, Erdal hastanede kalıyordu hala. Bunu yapan şirkete büyük bir tazminat ve sahiplerine hapis cezası verilmiş, şirket kapatılmıştı. İçeride denek olarak kullanılan birçok kişi bulunmuştu. Erdal’ın üzerinde denenen maddenin panzehiriyse yoktu ortalıkta. Müdürler daha yapılmadığını ve yapılmasının da kolay olmadığını söylemişlerdi panzehir için. Erdal'ın hayatı da bu cümlelerle yıkılmıştı zaten. Sorumlu kişiler hapse giderken Erdal da ölüme doğru gittiğini düşündü.

Artık tüm gerçekleri biliyordu, hayatını değiştiren ayrıntı Atakan Bey’in uyuşturucu bağımlılığıydı. Serhat, ya da adı her neyse, sebep değildi belki de… Geçen bir yılı nasıl telafi edecekti, asıl bundan sonra nasıl yaşayacaktı. Tedavilerin sonuç vermeyeceğini biliyordu ama neden? Bu virüsün bir tedavi yöntemi olmalıydı mutlaka ama nasıl?

Günler geçiyordu, her gün yeni bir tedavi deneniyordu ama bunlar Erdal’ı iyileştiremiyordu. Virüs hakkında bilgiler edinilmişti ama tedaviler işe yaramıyordu. Bir sabah doktor içeri heyecanla girdi:

—Erdal küçük bir ihtimal de olsa tedavi bulduk!

Erdal o kadar güçsüz düşmüştü ki sevinemiyordu bile. Beyninde kopan sevinç çığlıklarını sadece o duyabiliyordu, sonra başı döndü, o dayanılmaz ağrı eşliğinde…

Gözleri korkuyla açılmıştı. Oraya gitmesi gerektiğini biliyordu ama gidemiyordu, ne yapacağını şaşırmıştı adeta. Yıllardır kaçtığı bazen merak ettiği yerdi burası ama şimdi sanki çok tanıdıktı ona. İçeri girdi ve ayağının bir şeye takıldığını hissetti, tökezledi. Birden başında dayanılmaz bir acı duydu… Etrafa bakındı ama ağırlaşan karanlıktan başka hiçbir şey göremedi…

28 Kasım 2007 Çarşamba

 
Toplam blog
: 41
: 542
Kayıt tarihi
: 30.03.08
 
 

Müzisyenim. Gebze'de TEV İnanç Türkeş Lisesi'nde okuyorum. Arada bir bir şeyler yazmak hoşuma gidiyo..