Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Ekim '08

 
Kategori
Öykü
 

Ağlayamamıştı

Ağlayamamıştı
 

Yağmur ve Eylül


Bizim Düldül dokuz yaşını geçti. Yaşlandıkça yeni dostumla daha sık görüştürür oldu beni. Özel servisimin sahibi olan N. Usta ile…

Cumartesi yine ondaydım. Arka camın plastik türevi bir parçası iflasını ilan ettiği için tamir edilmesi gerekiyordu. Yoksa insan eli marifeti ile camı dışarıdan indirmek ve içeri girmek çok kolay olacaktı. Bu kez içerisine girilecek olan ustanın kendisiydi, bunu hiç tahmin etmemiştim. En azından o gün için… Her zamanki gibi gülümseyerek karşıladı usta beni. “Yine geldim” der gibi bakıyordum, “yine geldin” der gibi gülümsüyordu…

Çayımız geldi, eleman işi hallederken sohbete başladık.

Çekirdekten yetişen bir ehil insan N. Usta. Ben yaşlarda veya benden biraz daha küçük. Sağlam bir imanı var, karakterli, alçak sesle konuşan, yüzünden güzellik fışkıran bir esnaf aynı zamanda. Nerden bilebilirdim, o görüntünün altında bir de yer altı denizi var kaynayan…

Konu her nasılsa birden derinleşti. Bayramı konuştuk, İstanbul’a gidip geldiğini, kardeşlerini ve birkaç eşi dostu ziyaret ettiğini, çoğu kez yaptığı gibi uzun tatil boyunca fırsat buldukça küçük kayığı ile denize açılıp balık tuttuğunu anlattı. Ve birkaç yıl önce dünyayı terk eden babasından bahsetti. “Keşke yaşasaydı da, benimle gurur duysaydı” diye bir cümle kurdu sonra…

Arada söze giren ben, bu kez çok konuşmayıp ona fırsat vermem gerektiğini anlamıştım. Anlamıştım ki bizi dost bellemiş akıyordu. Bu tür sözler söyleme ihtiyacındaydı ve biz de böylesi akışın muhatabı edilmenin büyük mutluluğunu yaşayıp kendimizi adam yerine koyabilirdik. Ne kadar da saftı, ne kadar yalın, doğal ve tertemiz. Dünyanın her şeyi silinmiş, sadece o ve ben kalmıştık, o anlatıyor ve ben dinliyordum…

Bu kadarı bile yetebilecekken bana, 2-3 ay kadar önce gerçekleşen olaya geçti birdenbire. Ailesini anlatırken emekli imam olan abisine geldi konu. Kendi halinde sessiz bir adam olan abisine ve onun 20’li yaşlarda olan oğluna…

Doğuda zor şartlarda askerliğini aslanlar gibi yapıp gelen oğluna geldi konu. Ustanın gözleri nemlendi. Abisinin son çocuğu idi o. Bir sürü kızdan sonra doğan ve herkesin üzerine titrediği aslan yavrusuydu…

Şehrin batı (İstanbul) tarafındaki çıkışında bisikleti ile karşıya geçerken 2-3 ay önce bir arabanın çarparak öldürdüğü ay parçası, aslan yavrusu, babasının kuzusu yiğit delikanlı, tarifi imkânsız acılar bırakarak ayrılmıştı hayal dünyasından…

Babası tarafından yıkanan ve kefenlenen cenazenin kafa kısmı herkesin görmeye dayanamayacağı derecede hasarlıydı… “Sana damatlık niyetiyle kefenini giydiriyorum” diyerek oğlunu hem yıkayan ve hem de “yiğidim, aslanım” diyerek seven baba, mezara inip yönünü kıbleye çeviren de olmuştu. Sonra tahtaları yerleştiren, üzerini toprakla örten, Kur’an okuyan, dua eden, taziyeleri kabul eden ve evinin balkonuna hep aynı saatte çıkan olmuştu… O saatte gelirdi oğlu hep, babası balkondan onun gelişini görür, içi sevinçle dolar ve gecenin karanlığında doğan ay gibi dünyasını aydınlatırdı babasının. Ona söylemese de biricik dayanağının, hayat bağının geldiğini hissederdi. Huzurla ve gururla dolardı yüreği. Onu uğurladığı günden beri, aylardır aynı saatlerde yine bekliyordu balkonda ve gelen giden olmadığı ve olmayacağını bildiğini halde bundan kendini alamıyordu. Ağlayamamıştı, başaramamıştı… Veren ve alan Allah’tı, biliyordu… Ama evlat acısı başka şeye benzemiyordu…

N. Usta böyle dedi. “Baba acısından da beter bir şey evlat acısı” dedi. “Allah düşmanıma bile vermesin. Ben abimi gördükçe anlıyorum bunu…”

Bizler vesileye yükleniyoruz hep. O saatte orda olmasaydı, o sürücü şöyle yapsaydı vs diyoruz. Oysa ilahi takdirdir gerçekleşen. Dünyanın bir numarası yok…

Mutlak iradeye teslim olup adam olmak var…

Neyse ya…

 
Toplam blog
: 84
: 1808
Kayıt tarihi
: 28.04.08
 
 

Elektrik mühendisi, "öğretimci", 2 çocuk babası, aslen Kuzey Kafkasyalı, Türk ve Türk'e dair olan..