Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Eylül '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Ağrı Dağı zirve tırmanışı notları

Ağrı Dağı zirve tırmanışı notları
 

doğu beyazıt'tan ağrı dağı ve çocukları


Bir ay önce, Azerbeycan, Gürcistan ve Ermenistan’ı gezmiştim. Bir sabah, erken saatlerde, Erivan’da kaldığım otelden ayrılmış ve 34 km. güneyde, Ararat rejyonunun Türkiye sınırlarındaki, Kor Virap Manastırına gitmiştim. Erken saatlerde gitmem gerekiyordu, çünkü; az ileride uzanan Ağrı Dağı’nın zirvesi, giderek, bulutlanıyor ve harika görüntüsü kayboluyordu. Daha geç saatlerde hareket eden otobüsleri bekleyememiş ve hiç sevmediğim halde, taksi ile giderek, gidiş-dönüş 30 $ ödemiştim. Ancak, sadece 16 km. ileride uzanan Ağrı Dağı’nı görünce büyülenmiş, hem yorgunluğumu, hem de ödediğim meblağı unutmuştum.
Ermeniler’in milli şairi Silva Gabudikyan’ın şöyle dediğini okumuştum bir yerlerde;
“ Ararat ( Ağrı ) Türkler için yükseklik, biz Ermeniler için ise bir derinlik meselesidir.
“ Ermeniler'in, yüzyıllardır kurtulamadıkları travmanın, çok açık tezahürü idi bu cümle. Ermenistan’ın pek çok yerinden, başkent Erivan’ın, hemen her köşesinden görülen Ağrı’yı, bu cümleyi hatırlayarak izlemeye başladım, bu ülkede kaldığım günlerde. Sonunda, Ağrı Dağı’nı tanımamanın, hatta, zirvesine çıkmamanın bir eksiklik olacağı duygusu belirmeye başladı bende.
Hele, pek çok televizyon programının başlangıcında, Ağrı Dağı’nın üzerine uzanıp, kendilerine doğru çeken ellerin gösterildiği animasyonları izledikçe, hep barışı, tarihle yüzleşmeyi konuştuğum bu ülkeden döner dönmez, Ağrı Dağı’na randevu verdim, zirvesine çıkmak için.
Gezimi, Gürcistan sınırlarında uzanan Kafkas Dağları eteklerindeki yerleşimlerde gezerek bitirdikten sonra evime döndüm.
Döneli henüz onbeş gün olmuştu, bir sabah Hürriyet Seyahat Ekinde, Ağrı Valiliği'nin, 25 – 29 Ağustos 2010 tarihleri arasında, Ağrı Dağı Tırmanışı tertiplediğini okudum. Pek çok imkan da Valilik tarafından karşılanıyordu. Gerekli formu doldurup, faksladım. Doğubeyazıt Kaymakamlığı'nın sitesinde, birkaç gün sonra, katılacaklar arasında adımı görünce de, ürperdim. Gerçi; 2004 yılında 3937m. yüksekliğindeki Kaçkar zirvesine tırmanmıştım, ama; yaşadığım gerginlik ve yorgunluk bugün gibi hatırımda.
Ağrı Zirve Tırmanışları konusunda bilgilendikçe tedirginliğim daha da artıyordu. Her ne kadar, güney batı yönünden yani Doğubeyazıt’tan çıkış, Iğdır tarafından çıkışa göre daha rahat da olsa, zirveden önce, geçmek zorunda kalacağımız yaklaşık 500 m. uzunluğundaki buzul ürkütüyordu beni, dağcılık ekipmanım, deneyimim hiç yoktu. Tereddütlerimi gidermek için, hemen, Doğubeyazıt otobüs biletini aldım, artık dönüş yok diyordum kendi kendime.
Eşim, çoğu kez olduğu gibi, hareket noktasına gelerek yolcu ediyor beni. İçimde garip bir tedirginlik var. Pek çok ülkeye yaptığım gezilerin hiçbirisinde bu kadar gerildiğimi hatırlamıyorum. Çünkü, bu yolculukların hemen hepsinde, ön çalışmalarım neticesi, gideceğim yerin özellikleri, riskleri, rotaları, konaklama yerleri hakkında bilgim olurdu. Oysa, bu kez; pek çok deneyimli dağcının bile, tırmanış ve inişlerinde can verdiği, üstelik, hiçbir deneyimim ve ekipmanım olmadan bir zirve macerasına giriyordum.
Esenler otogarında, henüz otobüste altı kişilik boş yer olduğu gerekçesiyle, 11.30’da yani; 1.5 saat geç hareket ediyoruz. Yollar, yerleşimler, yüzlerce, binlerce enstantaneler arasında yedi saattir yol alıyorum, 19 gün önce, Gürcistan’dan dönerken geçtiğim yollardan, bu kez, ters istikamette, Erzurum ve Ağrı istikametinde ilerliyorum. Gün batımında, ışıklar yumuşadı, tekdüze kavak ağaçlarının gölgeleri daha da uzadı. Pirinç tarlalarının yoğun olduğu Osmancık’ta, bir mola yerinde, hafif bir şeyler atıştırıp, sivrisineklerin saldırılarından korunmak için otobüse giriyorum, ama; burada da, başka bir sivrisinek tugayı mevzilenmiş bile. Anlaşılan, sabaha kadar sürecek yolculuk, büyük bir mücadele içerisinde geçecek. Osmancık’tan sonra, kendimi uykuya bırakıyorum. Artık, uzun süren yolculuklarda, uyumayı öğrenmeye başladım.
25.08.2010 ( DOĞUBEYAZIT )
Sürekli uyanıp, uyanmalar arasında geçen gecenin sonunda, gün doğarken, bir kez daha uyanıyorum. Çok geçmeden Ağrı’ya giriyoruz. Son yıllarda, neredeyse, tüm Doğu ve Güneydoğu illerinin büyük gelişmeler gösterdiğini fark etmiştim, ancak, Ağrı bu ilerlemelerden nasibini alamamış anlaşılan. Bahçelerde yığılı tezek yığınları, geçecek sert bir kışın hazırlığı olmalı.
09.30’da, Doğubeyazıt’a giriyor ve kente 1.5 km. uzaklıktaki Zirve Tırmanışını organize eden Ağrı Valiliğinin temin ettiği Golden Hill Hotelin önünde iniyorum. Çadır, uyku tulumu ve matımın bulunduğu koca çantamın üzerindeki yığılı çantalara aldırmaksızın çekmeye çalışan muavinin elinde kalıveriyor çantamın sapı, koparak. Sessiz bir “ kusura bakma abi “ özrünün ardından koca çanta kucağımda, sırt çantam sırtımda cadde üzerindeki otele yürüyorum.
Güzel, her katılımcı için, tek kişilik oda ayırmışlar. Rahat edip, dinlenme ve uyuma imkanı olacak demek ki. Odama girerken, yan odalarda kalanlarla tanışıyorum. Şerif, Manisa’dan, ekipman, donanım ve deneyim olarak belli ki; benden daha dağcı, diğer odada Ankara Üniversitesinde İngilizce okutmanı Jülide kalıyor. Düzenli, disiplinli, doğa aktiviteleri içerisinde deneyim kazanmış bir görünümü var.
Bir ara, dev çantamı alarak Doğubeyazıt merkezine yürüyor ve çantamı diktirmek için bir terzi arıyorum. Caddeler, toz ve pislik içerisinde. Korkunç bir insan kalabalığı, taş döşemek için, bozulmuş yollar, taş ve kum yığınlarından atlayarak yürümeye çalışıyor. Kaldırımlardaki, sonsuz sayıda kahvehanelerde, sonsuz sayıda erkek, toz duman içerisinde, yürümeye çalışan insanları seyrediyor. Sonunda, bir barakada bulduğun terzi çantamı tamir ediyor. Otele dönmeden, elimdeki Lonely Planet’te önerilen restoranlarda, yerel yemeklerden yemek istiyorum. Ancak, Ramazan nedeniyle, çoğu kapalı, veya iftar saatinde açılıyorlar. Bir marketten, dağda kaldığım sürede enerji verebilecek çikolata, bisküvi v.s alarak, tekrar kaotik caddelerin tozunu yutmamak için, bir taksi ile otele dönüyorum.
Az sonra, otel restoranında yemek yerken, daha bol sohbet imkanı buluyorum, tabii, dağ tırmanışları konusundaki yetersizliğim de adamakıllı ortaya çıkıyor. Şerif ve Jülide ile boş geçecek günü değerlendirmek için İshak Paşa Sarayı'na gitmek üzere yürümeye başlıyoruz. Daha, 500 m. ilerlemeden, etrafımızı bir çocuk ordusu sarıyor ve “ mani, mani “ diye bağırıyor, sonra da sırt çantalarımızı çekiştirmeye çalışıyorlar. Ben, “ şimdi polis çağıracağım “ deyince, daha da geriliyor ortalık, daha da fütursuzlaşıyorlar. Bunlardan nasıl kurtulacağız diye düşünürken, yanımızda, bir otomobil duruyor ve önde oturan bir genç, eliyle, binmemizi işaret ediyor. Çocuklar arkamızdan bağırıp çağırırken, otomobile yerleşiyoruz. Otomobildeki gençler, Siirt’ten geliyorlar ve civarda, satın almak üzere canlı kesim hayvanı arıyorlarmış. “ Böyle bir şey görmedim, sanki, satmak istemiyorlar, verdikleri fiyatlar kabul edilebilir gibi değil. “ diyor birisi. “ Bizi, İshak Paşa Sarayı'na giden minibüs durağında bırakın. “ diyoruz, daha sonra, “ Biz de gelelim, bahane ile daha önce görmediğimiz Sarayı görmüş oluruz “ diyerek, İshak Paşa Sarayı kapısı önüne kadar getiriyorlar bizi.
İshak Paşa Sarayı, Doğu Beyazıt Sancak Beyi Çolak Abdi tarafından 1685 yılında inşa edilmeye başlanmış, daha sonra Çıldır Valisi İshak Paşa ve torunu Mehmet Paşa ile devam etmiş, üç kuşak çabasından sonra, 99 yıl sonra bitirilmiş. Lale Döneminin belirleyici ve son debdebeli eserlerinden biri sayılır. Ne var ki; İstanbul’dan uzak diyarlarda, neredeyse, Topkapı Sarayı ile yarışacak olan bu eser, Sultan’ın kulağına gidince, sahiplerinin azline neden olur. Sanırım, altı sene önce, gezdiğim Saray, sıkı bir restorasyondan geçmiş, doğanın tahribatına karşı alınan tedbirler iyi, ama, restorasyon pek özenli değil gibi geliyor bana. Kafileler halinde Türk ve İranlı’lar geliyor, fırsat bulduğum ölçüde fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Saltanatın, vurgunun, kayıt dışılığın abidesi olarak kabullenirim nedense İshak Paşa Sarayı'nı, yine, bu düşüncelerle ayrılırken, saray etrafındaki, eski mezarlıkların içinden uzanan kestirme yollardan inişe geçiyoruz. Tek tük geçen otomobiller, yarış pistindeymişçesine, süratle geçiyorlar yanımızdan, kaldırımdan inmemeye gayret ediyoruz. Az ileride, bir birbirleri ile oynayan iki köpek, bizi görünce, koşmaya başlıyor, ben, oyun istiyorlar derken, bir anda, saldırmaya başlıyorlar, bir iki seferinde, kıl payı kurtarıyorum, üzerimdeki pantalonumu, köpeklerin dişlerinden. Arkadaşlar, kovalamaya çalıştıkça, daha da çılgınlaşıyorlar, çocukların saldırısını atlattık, bunu nasıl atlatacağız diye düşünürken, az ileride, elinde sopası ile koyun sürüsünü otlatan çobanı görüyorum. Kerata, bizim, köpeklerle boğuşmamızı, daha doğrusu onların saldırısını izliyor, keyifle. “ Çek şunları “ diye bağırıyorum, bir ıslıkla köpekler duruyor, sonra da yanına çağırıyor. Rahatlıyor ve Doğubeyazıt’a doğru yürümeye devam ediyoruz.
Lobi’de, değişik kentlerden gelen ve çoğu dağcı olan katılımcılarla tanışıyoruz. Çoğunluk genç, ama, benim yaşımda ( 57 ), hatta benden daha yaşlı kişiler de görüyorum. Sabahtan beri, gözüm, dolayısıyla aklım, Ağrı Dağı’nın zirvesinde. Otobüste göz göze gelmeye başladığımız zirve, otelin terasında devam etti, şimdi de, gün batarken, organizasyonun, akşam yemeği için, İshak Paşa Sarayı’nın hemen altındaki Murat Kamping’e götürdüğü aracın içinden, son güneş ışıkları içinde seyrediyorum. Tepesi, zaman zaman etekleri, bulutlu, anlaşılan, kıyametler kopuyor Ağrı Dağı'nda ve umut vermemekte ısrarlı. Yemek keyifli geçiyor, İzmir’den gelmiş, yine bana göre dağcılık deneyimi ve donanımı olan, benim yaşlarımda Celal ile tanışıyorum, bu arada. İnternette yayınlanan listeye göre 154 katılımcı vardı, yarın bu sayı nasıl değişecek bilmiyorum. Organizasyonun açıklamaları olumlu, ekipman konusunda yardımcı olacakları söylendi ise de, katılım şartlarını ve olası felaketlerle ilgili sorumluluğu kabul ettiğimize dair taahhütler, hafiften de olsa sarsmadı değil.
Gece, otobüste, sarsıntılarla geçen uyuklamalar nedeniyle hırpalanmış bedenimi, döner dönmez yatağa atıyorum.
26.08.2010 ( DOĞUBEYAZIT - ELİ YAYLASI - 3200 m. KAMPI )
Gece boyu, Doğubeyazıt semalarında yankılanan köpek havlamalarına rağmen, uyumayı ve dinlenmeyi başarmış olarak, saat 05.30’da uyanıyorum. İlk işim, camdan dışarı bakmak. Hava çok kapalı, gökyüzü koyu bulutlarla dolu. Kahvaltı için çıktığım terastan Ağrı Dağına bakıyorum bir kez daha, içim kararıyor, etrafındaki kapkara bulutlar gibi.
Çantamı bir kez daha gözden geçiyorum, düzenliyorum ve aşağıda bekleyen minibüslere iniyorum, arkadaşlar da orada. Çantalar, minibüslerin üzerine yerleştirilip, bağlanıyor. Kaymakam'lık binasının önüne geliyoruz. Her zamanki gibi, gereksiz beklemeler, zaman kayıpları burada da hüküm sürüyor. Bekleme sürecinde, etrafımızdan, para isteyen çocuklar ve ayakkabı boyacıları eksik olmuyor. Yılda, 5000 kişinin dağa çıktığı bir ilçede, bu kadar rahatsız edici görüntülere müsaade edilmesi, en azından, yabancılar yönünden çok çirkin olmalı. Neden sonra, Vali yardımcısı olan bir genç, tırmanış startını veriyor.
Yapılan sayımda katılımcı sayısı 87 olarak beliriyor. Saat 10.00’da, 1630 m. yükseklikteki Doğubeyazıt’tan, 2200 m. yüksekliğindeki Eli Yaylasına gitmek üzere minibüslere biniyoruz tekrar. Saptığımız bozuk patika Topçatan Köyüne getiriyor, köy, tek katlı, taş ve kerpiç evlerden oluşmuş. Görünürde, toz içinde sokaklar, içinde tezek istiflerinin olduğu bahçeler, merakla, minibüs konvoyunu izleyen kadınlar ve çocuklar var. Tırmanış serüveni süresince, kamp, katır, rehberlik, aşçılık hizmetleri verenlerin çoğu bu köyde ikamet ediyor. Bu sektörün patronları da, zaten bir büyük aile. Saltuk ailesi, Doğubeyazıt’ın mütegallibelerinden. Belli ki; kent hiyerarşisinde ve siyasi yaşamında da ön planda yer alıyorlar. Diğerleri, tırmanış sezonunda, günlük ücretlendirme ile hizmet veren köylüler.
Bindiğimiz minibüsün şoförü, hayli geveze. Israrla, Vali’ye Eli Yaylasına giden yolun ıslah edilmesi için baskı yapmamızı isteyip duruyor. Vali, sanki, babamızın oğlu. Ama, yol da, gerçekten, her yıl binlerce kişinin geçtiği bir yol olmasına rağmen, katlanılamayacak kadar bozuk, ama, iptidai şartlarda, oldukça büyük rantlar sağlayan mütegallibelerin yanında, bizim valiye ulaşmamızın kıymet-i harbiyesi olmasa gerek. Yaklaşık, 17 km’lik yol, 25 dakikada bitiyor. İndiğimiz noktada, katırlar, katırcılar karşılıyor bizi. Kayalar arasında, katırların yüklenebilmesine imkan veren küçücük düzlüklerin olduğu bir alan burası. Minibüsler boşalınca, ortalığı, dağcılar, katırlar ve katırcılardan oluşan kalabalıktan yükselen Türkçe ve Kürtçe bağırışlar dolduruyor bir anda.
Bizleri onar kişilik gruplara ayırıyorlar ve her gruba, yerel bir rehber veriliyor. Saat 11.20’de Eli Yaylası ( kampı )’ndan, konaklayacağımız 3200 m. yüksekliğindeki kampa doğru yürümeye başlıyoruz. Yürüdüğüm patikadan, bozuk da olsa, dozerle açılmış bir yola girince seviniyorum, ama, kısa sürüyor, sonra yine, kayalar arasında, patika tırmanışı başlıyor. Dozerlerle, yolun düzeltilmesine izin vermeyen PKK, yakın tarihte, dozerleri yakmış, çıkan çatışmada, bir er şehit olmuştu. Temennim, yolun, PKK korkusundan değil, başka nedenlerle ihmal edilmesi.
Gruplar, keyifle başlıyorlar yürüyerek tırmanmaya. Tek sıra halinde ve dağılmadan yürünmesi yolundaki ikazlar, zaman içerisinde aşınıyor olmalı, kopmalar, küçük gruplaşmalar başlıyor. Biz yürüyoruz, ama, tepemizdeki kapkara bulutlar da peşimizi bırakmıyor ve bizi rahat bırakmayacaklarının işaretlerini veriyorlar zaman zaman homurdanarak. Yaklaşık bir saat sonra da; gök gürültülerinin yankılandığı tepelerden şiddetli bir rüzgarla beraber, sıkı bir yağmur başlıyor. Yolda, Celal, çantama koymam için bir yağmurluk vermişti. Benim kullanmam için mi vermişti, çantasında yer olmadığı için mi, bilemediğimden, kullanamıyorum da, kullanmak, bir yana, onu ararken, sırılsıklam oluyorum. Yağmurun ardından, bir kamçı gibi bizleri haşlamaya başlayan iri dolu taneleri, herkesi darmadağın ediyor. Sonunda, tüm yağmuru emmiş olan polar montumun üzerine yağmurluğu geçiriyorum, ama, bu sırt çantamın ıslanmasını engellemiyor. Telaştan, neden sonra, sırt çantamdaki, incecik, plastik pançoyu hatırlıyor ve çıkarıp, üzerime geçiriyorum. Fakat, şiddetli rüzgar ve iri dolular, incecik pançoyu parçalayıp, söküp alacak üzerimden. Şimdiden, soğuktan sızlayan avuçlarımın arasında eteklerini tutarak, rüzgardan bayraklanıp parçalanmasını önlemeye çalışıyorum.
Bir anda, etrafımda kimseler kalmadı. Kaya parçalarının arasındaki, dar patikalardan gelmeye başlayan sular, zemini çamurlaştırdı, yürümek daha da zor oldu. İki gün önce, bu tırmanış için aldığım, iddialı bir markaya sahip ayakkabıların içinde, ayaklarım adeta yüzüyorlar. Tahminime göre, daha 2.5 saat tırmanmamız gerek. Grubun gerisinde kaldım endişesiyle daha da hızlanıyorum. Yağmurun, hız kestiği bir ara, üzerimde, süngere dönmüş tişörtümü çıkarınca, vücudumun, ısınmaya başladığını hissediyorum. El ve ayak parmaklarım, soğuktan hissizleştiler. Oysa, bir saat önce, böyle bir ortama gireceğime ihtimal veremezdim. Ama, asıl, üşüme faslı, 3200 m. kampına varınca yaşanacak, sanırım. Önümdeki, kayalık tepelerin biri bitiyor, bir diğeri başlıyor. Zaman zaman, sisler arasında, renkli yağmurlukları görüyorum, ama çok geçmeden kayboluyorlar.
Sonunda, uzaktan gördüğüm, rengarenk çadırlara yaklaşıyorum, mutfak çadırlarını gördüğümde de, 3200 m. kampına girdiğimi anlıyorum. Mutfak çadırının önündeki, kerestelerden birine oturup, ayakkabılarımı çıkarıp, ters çeviriyorum, içinden akan sulara hayretle bakarken, soğuktan hissini kaybetmiş ayak parmaklarımı kurtarmak geliyor. Zar zor çoraplarımı çıkarıyor ve akıl edip, sırt çantama koyduğum kuru çoraplarımı giyerek, yine her zaman çantamda taşıdığım iki market poşetini çoraplarımın üzerine geçirip, ıslak ayakkabılarımın içine sokuyorum. Ayaklarımın ısınmasının verdiği huzur, her tarafıma yayılıyor.
Ben geride kaldığım için hızlanırken, grup içerisinde önde gidenlerdenmişim meğerse. Yaklaşık yarım saat, hatta bir saat sonra tamamlanıyor grubun kampa intikali. Bu arada, hiçbir şey yapmadan bekliyoruz. Zira, çadırlar ve diğer eşyalarımızın bulunduğu çantalar, katırlara yüklü, görünürde de katırlar yok. Hava kararmaya yakın gelmeye başlıyorlar, ben de, neden sonra, bir köşeye atılmış, üzerine de, başka bir çanta konduğu için bir türlü bulamadığım çantama kavuşuyor ve hemen çadırımı kuruyorum. Tabii, çadırım ve uyku tulumunun büyük kısmı ıslanmış. Yine de, çadıra sığınıp, soğuktan, titreme nöbetlerimin geçmesini bekliyorum. Çünkü, ısınmak için, mutfak çadırındaki, piknik tüplerinin etrafında yer bulmak imkansız şimdi.
Yıllar önce, Kaçkar Dağları zirvesi yaparken de, aynı şey başıma gelmişti, yağmura yakalanan katırlardaki çantalar, bugünden daha berbat ıslanmış, resmen, suların içinde uyumuştum.
Neden sonra, kısmen ısınmış ve dinlenmiş olarak, çadırımdan çıkıyor ve yağmurun yıkadığı, yumuşak ışıkların aydınlattığı ortamda bol bol fotoğraf çekiyorum. Sık sık gözlerim tepemizde bizi seyreden zirveye kayıyor, bazen, etrafını saran bulutlardan sıyrılsa da; genelde, sis ve bulutlar tarafından abluka altındaki zirveyi endişeyle izliyorum.
Akşamüzeri unutulmaz bir gün batımı panoraması ile bitiyor. Ben ısındım ama; ortam soğuk olmalı, bizi hırpalayan dolular, hiç erimeden, sağımda solumda, beyaz lekeler halinde duruyor.
Kafilenin son neferleri de tükenmiş olarak kampa girdiler. Aslında, Hürriyet Seyahat ekinde yayınlanan bir yazı, benim gibi pek çok kişiyi de yanıltmış olmalı. Çünkü, katılım şöyle verilmişti;
“ Ağrı’ya her yıl Doğu Beyazıt’tan 1200, Iğdır’dan 300 kişi çıkıyor. İzinsizlerle, bu toplamın 5000 kişiye yaklaştığı tahmin ediliyor. Gelecek hafta bu sayıda patlama yaratacak, özel bir etkinlik düzenlenecek. Ağrı’nın Iğdır yüzünden sadece lisanslı dağcılara, Doğu Beyazıt yüzünden tüm doğaseverlere açık beş günlük zirve tırmanışları yapılacak. “ ( Hürriyet Seyahat Eki, 16.08.2010 )
İşte, bu detaysız açıklama, deneyimsiz ve donanımsız pek çok kişinin katılmasına neden olmuş, katılımcılar, hiçbir filtreye tabi tutulmamış, sadece, alınan bir taahhütname ile sorumluluk katılımcılara yüklenmişti. Neticede; ilk eleme ( ki, en zararsız eleme bu olmalı ) burada kendini göstermiş, pek çok kişi, dolu yağışından ve soğuktan perişan ve adeta sürünerek 3200 m. kampına ulaşabilmişti. Sonra, kamplardaki sohbetlerimizde, Seyahat Ekinde, ilk defa zirve yaptığı söylenen kişilerle yapılan röportajlardakilerin çoğunun lisanslı dağcılar olduğunu duymuştum.
Bunları ısrarla yazma nedenim, her alanda hakim olan boşvermişlik ve disiplinsizliğin böyle bir aktivitede hata kabul etmeyeceği ve bedelinin ağır olacağı. Şu ana kadar, Ağrı Dağı zirvesinde hayatını kaybedenlerin listesine baktığımda, ürperiyorum.
Saat 19.00. Çadırımın önünde uzanmış, ağır ağır çökmekte olan ayaz altında, kamp alanındaki hareketliliği izliyorum. Güneş artık ısıtmaz oldu, birazdan karanlığa teslim olacak, 3200 metre yüksekliğindeki, diğer adıyla Yeşil Kampımız. Bir ara, yerel rehbere, buraya neden Yeşil Kamp dendiğini soruyorum, ilk baharda, yeşil bitki örtüsü ve rengarenk dağ çiçekleri ile kaplı olduğunu söylüyor. Ancak, burada yetişen kır çiçeklerinin hiç birinin kokmadığını okumuştum yola çıkmadan önce.
Yanımdaki çadırda, İzmir’den Celal kalıyor ve Ankara’dan Erkan isimli misafiri var. Erkan, büyük bir istekle, bir arama kurtarma ekibine yetecek kadar, dağcılık ekipmanı satın almış, ancak, çadır, uyku tulumu ve matı yok. Organizasyonun verdiği uyku tulumu içinde ve iki kişiyi barındırabileceği için, Celal’in çadırında yatacak. Şerif, henüz kavuştuğu çadırını, katırların yanından, çadır kuracağı alana taşımaya çalışıyor.
Saat 20.00. Artık, kampa, soğuk ve karanlık hakim. Ummadığım bir sürprizle karşılaşıyorum. Mutfak çadırının önünde, üzerinden buharlar çıkan kocaman kazanlar görüyorum. Sıcak yemek var anlaşılan. Diğer arkadaşların kafa lambalarının aydınlığında, tavuk ve makarna yiyerek, çadırıma çekiliyorum.
Arazi eğimli, düz alan bulamadığım için, çadırın içinde, bu gecem, mat üzerinde uyku tulumunun sürekli kayması ile geçecek. İnşallah, ömrünü doldurmuş çadırımı parçalayıp, dışarı çıkmaz ayaklarım.
Duyarsızlık burada da kendini gösteriyor. Soğuk ve yorgunluktan perişan olmuş insanlar, uykuya çekildiği anlarda, keyifli, üç-beş kişinin bitmek bilmeyen kahkaha ve yüksek sesli konuşmalarını dinlemek zorunda kalıyorlar.
27.08.2010 ( 3200 m. KAMPI )
Uyku tulumunun içerisinde, solucan gibi, eğilip bükülerek, kaydığım yerden, matın tepesine tırmanmakla geçti gece. Yine de, hakkını yememek lazım, üç-dört saat uyudum sanırım. Gün doğmadan uyanıyor ve çadırımdan, kampın üzerine çökmüş ayaza çıkıyorum. Çıkar çıkmaz gördüklerim de, tüm olumsuzlukları unutturuyor bana. Zirve, gökyüzüne hakim dolunay altında pırıl pırıl parlıyor, tertemiz, etrafında, güzelliğini bozacak hiçbir şey yok. Sağda solda, kar ve dolu yığınları, bembeyaz benekler halinde ışıl ışıl. Aşağıda Doğu Beyazıt, ovanın karanlığı içerisinde pırıl pırıl ışıktan bir ada veya büyük bir gemi gibi pırıl pırıl parlıyor.
Yıldızların bu kadar yakın olduğunu bir kez de, yaklaşık 35 yıl önce, Pülümür’e giderken bozulan aracımızın içerisinde sabahlarken fark etmiştim. Bunca yıl sonra, Büyük Ayı ve Kutup Yıldızının bu denli yakınlıklarına elimi sallayarak ve gülerek karşılık verdim. Kampta herkes uyuyordu ve anlamsız gelebilecek bu selamı diğer yıldızlardan başka gören olmamıştı.
Bir de, ilerideki iri kayalar arasındaki def-i hacet operasyonu, cansız yaratıklarla, benim aramda bir sır olarak kaldı. Gün doğana kadar, uyku tulumunun içine, o tatlı huzura sığındım tekrar.
Saat 05.30. Tenim, kısmen ıslak eşyaları kurutmuş olmalı, içeride yoğun bir buhar var. Gözlük camlarımı temizliyorum, yine buhar oluyor, çadırın kapısını açınca, sıcakla birlikte dışarı çıkan buharın yerini soğuk ve taze hava doldurdu. Uyku tulumunun ayak kısmı hala ıslak, olsun, bu huzur ve mutluluğumu bozamaz artık hiçbir şey. Uzandım ve notlarımı yazmaya başladım. Eğer; bu bölgede de, sabah kırağı düşmesi, havanın iyi ve açık olacağı anlamına geliyorsa, Ağrı Dağı bizi sorunsuz kabul edecek demektir.
Giderek, kamp hareketleniyor, mutfak çadırı önünde yaptığımız kahvaltı sonrası, 56 kişi, 4200 metre kampına aklimatizasyon amacıyla tırmanıp, tekrar 3200 m. ye dönmeye karar veriyoruz. Yağan yağmur ve dolu, kayalar arasındaki daracık patikalarda toprağı yumuşatmış, zemin gevşek, bastıkça, taşlar kopup, kaymamıza ve arkamızdan gelen arkadaşların sendelemesine neden oluyor. Bir saat kadar tırmanıyoruz, artık 3660 metredeyiz. Ana rehberimiz Nuri Tunç’un telsizine, yukarıda şiddetli yağmur başladığı ikazı gelince, henüz kurumadan, tekrar ıslanmamak için, geri dönme talimatı geliyor.
Çıkıştan, daha fazla dikkat ve Efor isteyen iniş işlemi de, bir saat sürüyor. Erkan, yukarı çıkmamıştı, bir yolunu bulmuş, dayandığı taşların etrafına bira şişelerini dizmiş, keyif yapıyor. Titiz, ama, kalabalık bir organizasyona hakim olamayan rehber Nuri ( haklı olarak ) Erkan’a sitem ediyor. Aslında, ben de, o anda bir şişe bira içmeyi öyle istemiştim ki.
Çadırın iplerini geriyor, takviye ediyor, uyku tulumunu ters çevirip kurumaya bırakıyorum. Belki, bu akşam, daha sıcak bir ortamda uyuyabilirim. Akşam, çadırın üzerinde donan su damlacıkları, rüzgarda kopup, buzdan küreler halinde aşağı yuvarlandıkça, çıkardığı sesler, uykumu daha da kaçırmıştı. Zaman zaman, sert rüzgarlar çıkıyor, kapkara bulutlar çöküyor kampın üzerine. Erkan, daha yukarılara çıkmamaya karar verince, elindeki krampon ve eldivenleri ödünç vermesini rica ettim, kırmadı. Böylece, zirveye giden buzul platosunu daha ciddi kramponlarla aşabileceğim. Son gün, bulabildiğim, yarım kramponları satın almıştım, ancak, tüm germe işlemlerine rağmen ayakkabıların altında döndüğünü gördükçe tedirgin oluyordum. Artık, rahatladım. Sağolasın Erkan. Matımı, çadırın yanına seriyorum, Celal ve Erkan’la geyik yapmaya başlıyoruz. Burası, gerçekten de bir balkon gibi, aşağılarda Doğu Beyazıt ovası uzanıp gidiyor, anlaşılan tarıma pek elverişli değil. Bir yandan da, ayakkabılarımı, esen rüzgara bırakmış, kurumalarını bekliyorum, ayağımda sandaletlerle. Sabah, 3660 metreye çıkarken, çorapların üzerine poşet geçirmiştim, zira, ayakkabıların her yanı ıslak idi.
Katılımcılar arasında AKUT ekibi ve Doğu Beyazıt Hastanesinden, gönüllü doktorlar da var. Genç AKUT’çular, zehir gibiler. Ekipmanları ve fizikleri ile hemen ayırd edilebiliyorlar. Bir ara aralarına katılıyorum. Devletin hiçbir desteğinin olmadığını, hatta, bazı kurumların hasımane yaklaştıklarını, başta Vodafon olmak üzere, güçlü sponsorlarla gelişebildiklerini söylüyorlar.
Zaman zaman titreme nöbetleri geliyor, yüzüm ateş gibi yanıyor, çadırıma çekilip, uzanıyorum. Uzaklardan gelen konuşmalarda, dün, 4200 metre kampında yoğun tipi olduğunu duyuyorum. Hakkımızda hayırlısı.
Gün, yarın çıkacağımız 4200 metrede ve zirve yolundaki hava şartlarının yorumlarını dinlemekle geçiyor. Kah umut, kah, ürküp, vazgeçme isteği uyanıyor içimde. Hele rehber Nuri’nin, ayakkabılarımın, tekrar su alması halinde, zirve yolunda, parmaklarımın -7 C’da donmaya başlayacağını, hipotermi neticesi büyük sorunlar yaşayacağımı söylemesi tuz biber ekiyor. Ben de, poşet geçiririm, ıslak ayakkabıya temas etmektense, ayak terinin donmasına katlanabilirim diyorum. Nuri kızıyor, aslında haklı, böylesine risk barındıran bir faaliyet içerisinde, şansa, kestirme yollara yer olmaması lazım. Hiç kullanmadığım ve hep gereksiz gördüğüm batonları da kullanmam gerektiğini anlıyorum. Zira, hem, eklemlere gelen yükü azaltıyor, hem de, kayma riskini azaltıyor. Mutfak çadırının önüne bıraktığı çuval içerisinden, açıldığında kolların 90 derece olmasını sağlayacak yükseklikte, iki baton seçiyorum. Giderek, dağcılara benzeyeceğim anlaşılan. Arkadaşlar, sıcaklığın 1.5 C civarında olduğunu söylüyorlar akşam, ama, sıfır altına inmese, su damlaları donup, çadır örtüsünden aşağı yuvarlanıp, uykumu kaçırmazlardı, sanırım. Uyusam da, uyuyamasam da artık, uyku tulumuna sığınma vakti. Gece yarısı, çadırımın etrafında konuşmalarla uyanıyorum. Anlaşılan, bir sporcu ( ! ) , dolunay ışığında arkadaşının fotoğrafını çekiyor ve dolunayı avucunun içine alarak, fotoğraf çekmesi için de talimat veriyor yüksek sesle ! Tanrım, büyük kentleri kuşatan duyarsızlık, Ağrı Dağının eteklerine de mi hakim oldu ? Nerelere sığınmalı, nasıl yaşamalı acaba ?
28.08.2010 ( 3200 m. KAMPI - 4200 m. KAMPI )
Gece, yine, geceyi delen kahkahalar ve konuşmalar arasında ilerliyor. Geç saatlerde, hiç de, yüksek olmayan çadırımdan, adeta sürünerek çıkıyor ve her tarafa hakim olan, dolunay altında, yıldızları, bembeyaz parlayan zirvesi seyrediyor, üşüdükçe, uyku tulumuna sığınıyor, sonra, yine, dışarı çıkıyorum. Gece, böyle bitiyor. Herhalde, gün doğumuna yakın bir-iki saat uyumuş olmalıyım. Kahvaltıyı ayakta yapmak zorundayız. Çünkü, mutfak çadırının önündeki masanın etrafına dizili, plastik tabureler, buralardan alınarak, çadırların önlerinde konuşlandı. Bize de, taşların üzerine oturmak, ya da; ayakta kahvaltı etmek zorunda kalıyoruz. Üzüldüğüm, bu tür etkinliklere katılanların, artık sosyalleşmiş ve egolarından arınmış olmaları gerekirken, daracık bir kampta dahi, bencil davranışları. Neyse ki; kampın çoğunluğu aklı selim sahibi ve bu tür sapmaları, olgunlukla tolere edebiliyorlar.
Çadırlar toplanıyor, konaklama malzemeleri çantalara sıkıştırılıp, katırların önüne bırakılıyor yüklenmeleri için. Sık sık da ikaz ediyoruz organizatörleri ki; Eli ile 3200 m. kampı arasında olduğu gibi, katırlar gecikmesin, zira, çadırların ve çantalarını gecikmesi büyük sorunlar yaratıyor.
09.30’da yola çıkıyoruz. Artık, yeşil kamptaki kurumuş da olsa, bitki örtüsünü görmek mümkün değil. 60 dereceye yakın bir eğimi, siyah kaya ve çıplak toprakların arasında, neredeyse, bir ayak genişliğindeki patikaları izleyerek tırmanıyoruz. Bin metrelik yükseklik farkını çıkabilmek için, tırmanmamız gereken patika uzunluğu 3.5 kilometre kadardı, sanırım, bu da, tırmandığımız zeminin eğimi hakkında fikir verecektir. 11.00’de 3700 m. yüksekliğe tırmanmıştık, etrafımızda, dün yağan ve leblebi büyüklüğündeki dolu taneleri erimemiş, donarak birbirine yapışmış ve kaymamıza neden olan bir zemin oluşturmuşlardı. Son kilometrede sağımızda başlayan buzullar Öküz Deresinin başladığını işaret ediyordu. Özellikle, inişlerde, pek çok dağcının ölümüne neden olan bu buzul’dan uzak durmak için, batonlarımı, daha da sert batırmaya başladım gevşek zemin. Atlas dergisi harita servisinden, deneyimli dağcı İskender Iğdır da, iniş sırasında kaymış ve bu buzula düşerek can vermişti. 3700 metreden sonra, yorgunluk hissimiz daha da artıyor, nefes alma ihtiyacına rağmen ciğerlerimi dolduramadığımı hissediyorum, bu da daha fazla terlememe neden oluyor. 3200 m. kampına tırmandığımız parkur, 7.5 km. civarında idi, 4200 metre parkur neredeyse yarısından da kısa olmasına rağmen, grubu daha fazla hırpalamaya başladı. Jülide, yükseklik nedeniyle rahatsızlandı, sağlık gönüllülerinin refakatinde çıkabildi yeni kampımıza. Sonunda, tepemizde gördüğümüz çadırlar, kampa yaklaştığımızı müjdeliyordu. Fakat, bu yerde bir karış toprak yok çadır kurmak için. Tamamen taşlık bir arazide çadırlar kurulmaya başlandı. Katırlar bu kez, bizden de erken gelmişti. Bir gece de olsa, eğimi olmayan bir zeminde yatabilme özlemiyle, 50 m. kadar ileride bir yeri gözümüze kestirdik Celal ile. Erkan, 3200 m. den, Doğu Beyazıt’a döndüğü için, Celal’in çadırını kurup, beraber kalacağız, fazla yorulmamak için. Celal, çadır yerini açmak için, bir taşı kaldırıyor, dışkı kokusu kaplıyor ortalığı, derken, rüzgar da, çadırın bir ucunu, bu taşlara sürünce, daha da beter oluyoruz. Kampı, yeni terk etmiş, yabancıların marifeti bu. Neredeyse, çadırın içine pisleyeceklermiş. Çadır kurmayı bırakıp, önce, zemini pislikten arındırmaya başlıyoruz. Taşıdığım karlarla, temizliyorum çadır alanını, alkollü mendillerle çadırı silip, huzurla içine girilecek hale getirdikten sonra, çadırı kuruyor, kazıkları çakacak toprak zemin olmadığı için, kayalara bağladığım iplerle gergiye alıyorum, zira, 4200 m. yükseklikte, gece saatlerinde çıkabilecek bir fırtına, bizi şaşkına çevirebilir. Artık, mutfak çadırına gidip, güğümlerde demlenmiş çayların keyfini yaşayabilirim.
Hava kararana kadar, etrafımızda bulutlar kaynıyor, hava çok değişken, soğuk da adam akıllı ısırıyor insanı. Aşağıdaki sırtlarda çadır kurmuş TODOSK’lu arkadaşlar, çay demlemiş, sohbet ediyorlar. Kramponların, bir de onların elinde ayarlanması iyi olacak. Sesleniyorum, “ memnuniyetle “ diyorlar. Yanlarına iniyor ve ayakkabılarım üzerinde, yeniden ayarlıyoruz kramponları, bu arada bilmediğim pek çok ayrıntıyı öğreniyorum. Şimdi daha huzurluyum, önümüzdeki sabahın ilk saatlerinde ulaşacağım zirveyi daha çok arzu ettiğimi hissediyorum. Akşam yemeği olan çorbamı içip, çadıra çekiliyorum. Zaten, 4200 m. kamp alanında, sığınacak, korunacak, sohbet edilecek bir alan yok. Sertleşen rüzgardan korunmanın en iyi yolu çadıra girmek. Hava kararıyor, kamp sessizleşiyor, saat ikide, zirveye uzanan yola koyulacağız. Herkes, bir an önce, az da olsa uyumak, büyük tırmanışa, dinç başlamak istiyor. Fakat, yine, kahkahalar, konuşmalar yankılanıyor kamp alanında. Yüksek sesli ikazım fayda etmeyince, telefonla, Nuri Tunç’u arıyor ve “ Akşam uyutmadılar, bari, önümüzdeki birkaç saat uyuyalım “ diyorum. Az sonra ikaz sesi yükseliyor karanlıkta ve ardından ortalığa sessizlik hakim oluyor.
29.08.2010 ( 4200 m. KAMPI - 5137 m. ZİRVE )
Uyumuşum, 01.00’e kurduğum alarm uyandırıyor. Ortalıkta tık yok. Çadırda, Celal’le, ortalığın hareketlenmesini bekliyoruz, daha sonra da kahvaltı çağrısının yapılmasını. Sonra, giyiniyor, yanıma alacağım sırt çantasının içindekileri bir kez daha gözden geçiriyor ve çadırın dışına, hakim olan ayaza çıkıyorum. Kafa lambaları dolaşıyor, ateş böcekleri gibi karanlığın içinde. Çok geçmeden, küçük grubumuzun rehberi İbrahim sesleniyor. Saat 02.00’de tek sıra halinde, 4200 metre kampını geride bırakmaya başlıyoruz.
Henüz yarım saat geçmeden, telsizde Nuri Tunç’un, nefes nefese telaşlı sesi yükseliyor. Yanındaki birinin, kıyafeti ve donanımı uygun olmamasına ve iki kez ciddi şekilde düşmesine rağmen, zirveye çıkmakta ısrar ettiğini, kendisini ikna edemediğini, grubun, bu zat başa geçene kadar beklemesini söylüyor. Az sonra, inatçı vatandaş yanımıza geliyor, bir yandan da, bu zirve için, 150 $’a eşofman aldığını, zirve yapmadan dönmeyeceğini söyleyip duruyor. Ayağında da, gece karanlığında, seçebildiğim kadarıyla, dağcılığa uygun olmayan bir ayakkabı var. Gruptan, itirazlar yükseliyor, ben de, bunca insanı bu karanlık ve soğukta beklettiği için çok sert bir tonla çıkışıyorum. Az sonra Nuri telsizde, bu şahsın dönüşü kabul ettiğini ve kendisini 4200 m. kampına bırakacağını, grup rehberliğini bizim rehberimiz İbrahim’in alması gerektiğini anons ediyor.
Tempolu tırmanış başlıyor, ancak, tırmandığımız patikalarda taşlar, yükseldikçe yerini kar ve buza bırakıyor Elimdeki batonlar daha bir önem kazanıyor. Allahtan sıkı giyinmemişim. Üzerimde termal giysiler yok, fanilamın üzerine polar montumu giydim. İyi ki de öyle yapmışım. Ter, ten üzerinde korkunç bir üşüme hissi yaratıyor. Etrafımdaki arkadaşların yanından geçerken, çoğunun titrediğini ve dişlerinin takırdadığını hissediyorum. Ne terliyorum, ne de bundan dolayı üşüyorum.
Aşağılarda, sarı ışıklar içerisinde Doğu Beyazıt ve İran’a uzanan Gürbulak sınır geçişinin ışıklı yolları görünüyor. Ne kaskım, ne de kaska takılı kafa lambam var. Allahtan, dolunayın cömert ışıkları, sorun yaşamadan, basacağım, batonlarımı saplayacağım yerleri görebilmemi sağlıyor. Ama, bir yandan da, güneşin doğmasını istiyorum. Artık, tamamen buzların, karların üzerinde tırmanıyoruz. En tehlikelisi, yoğunlaşmış olan gizli buzlar. Şeffaf olduğu için, fark edilmeyen, basıldığında da, kesin kayma riski getiren bu buzları ilk gören, arkaya doğru silsile ile bildiriyor. Eğim, sanırım 60 dereceden az değil. Derken, sağdaki buzul güneşin ilk ışıkları ile sarı sarı parlamaya başlıyor, seviniyorum. Gündüz gözüyle tırmanmak daha emniyetli olacak benim için. Önümü daha rahat görmeye başlıyorum, arkalarda harika bir panorama uzanıyor artık. Sık sık, kafamı geriye çeviriyorum, güneş ışıkları altında Saz Gölü parlıyor. Ağrı Dağı’nın gölgesi, fizik kanunlarına baş kaldırırcasına bulutların üzerinde uzanıyor, devasa görüntüsü ile. Eldivenlerimi çıkarıp, fotoğraf çekmek istedim. Parmaklarım, boylu boyunca morarmıştı, deklanşöre basarken de, istediğim hassasiyete sahip olmadıklarını fark ettim. Ayak parmaklarımda, noktalar halinde sızılar, acılar başlamıştı. Belki, 4200 m. den başlayan tırmanışın, ilk birkaç yüz metresinde, bana katılan olsaydı, geri dönmeyi düşünebilirdim, ancak, üç saattir tırmanıyordum ve artık, dönüşüm, münferit olarak mümkün değildi. Kaldı ki; artık, dönmek de istemezdim kesinlikle.
Beşbin metreye yaklaştığımızı söylüyordu, altimetresi olan arkadaşlar. Baş dönmesi yoktu, ama, hafiften midem bulanmaya başlamıştı. Artık, krampon bölgesine girmek üzere idik. Karların üzerine oturarak, kramponlarımı taktım, sıkıştırdım, perlonları asılarak gerdim, zorladım. Ayakkabılarıma mükemmel uyum sağlamışlardı. Son molada nefeslendim biraz. Nefes almak, adamakıllı zorlaşmıştı. Aslında buzul, 4500 metrelerde başlamıştı, ancak, platonun başlangıcı ve önümüzde uzanıp, Ata ve İnönü tepelerine ulaşan, bembeyaz buzdan zemin, buzul tanımına daha çok yakışıyordu. Binlerce yıldır var olan, kalınlığı 300 m.yi bulduğu iddia edilen, 5 kilometre çapında, 10 km2 alanı kaplayan buzul, üzerine ilk olarak 27.09.1829 tarihinde ulaşan bilim adamı Prof. Dr. Parrot’un adını taşıyor. Buzul üzerinde ilk adımlarım güvenli geliyor bana, çünkü, zorlanmadan saplanıyor kramponlar zemine. Doğu Beyazıt’tan çıktığımızdan beri, aralıksız yağan kar ve dolu, buzul tabakasının üzerinde yumuşak bir doku oluşturmuş. Pek çok arkadaş, Krampon dahi takmadan girdi buzula. Her adımda, kurbağaya basmış gibi, “ kırt kırt “ sesleri çıkıyor. Buzulun üzerindeki, tahminimce, 20-25 cm.kar tabakası ile buzul arasında oluşmuş boşluktan kaynaklanıyor ve yer yer buzula değene kadar gömülüyor ayakkabılar. Bu tehlikeyi görünce, hiç basılmamış, ezilmemiş bir rota izlemeye başladım, ayakkabılarımın ıslanmaması için. Yükselen güneş ışıkları altında, buzul öyle parlıyor ki; gözlerim yanıyor. Fotoğraf makinemin ekranından beyaz zeminden başka bir şey göremiyor ve biraz da rastgele çekiyorum fotoğraflarımı. Zirveye yürüyenler, karıncalar gibi görünüyorlar. Bakıyorum, hem gelmişim, hem de daha çok yolum var zirveye.
5000 metreden sonra, nefes almak adamakıllı sorun oluyor. Her on adımda, dakikalarca dinlenme ihtiyacı hissediyordum. Kamplarda tanıştığım bir dağcı arkadaş, yere uzanmış, acılar içerisinde kıvranıyor, bir yandan da ağlıyor. Buzula hızlı girdiği için tükenmiş ve kesilmişti. Kısa molalar, kısa adımlar sonrası, İnönü Tepesiyle Ata Tepesinin arasından geçerek, zirveyi temsil eden, metal borunun yanına ulaştım. Herkes, mensubu olduğu dağcılık kulübünün pankartlarını açmış, fotoğraf faslına geçmişti. Benim ne kulübüm ne de dağcılığım vardı. Bir ara elime geçirdiğim, kırmızı renkli sprey boya ile tertemiz karların üzerine eşimin adını yazıyor ve önünde fotoğrafımı çekmelerini istiyorum arkadaşlarımdan. Saat 02.00’de başladığımız tırmanış tam beş saat sonra 07.00’de zirvede bitmişti. Güneş ışıkları, Ağrı Dağınının doğusundan yükseldikçe, buzul üzerinde beyaz bir çizgi halinde ilerliyordu. İlk geldiğimizde – 5 C olan ısı, zirvede kaldığımız kırk dakika boyunca + 5 C’ye yükselmişti. Çok amatörce, çok donanımsız olarak giriştiğim zirve macerasının, Tanrı’ya şükür kazasız bitmesi mutlu etmişti. Zirve konisinin bembeyaz buzul zemininin, ardında, Doğu Beyazıt ovası, hemen önümde karsız tepesi ile Küçük Ağrı Dağı uzanıyordu. Ağır hareketlerle, yer değiştirip, fotoğraf çektikten sonra, zirve defterine, hissettiklerimi aktardım ve 07.40’da, aşağı inmek üzere yine kramponlarla yürümeye başladım.
Hemen her araştırmamda; Ağrı Dağı inişinin, çıkıştan daha riskli olduğunu okumuştum. İlki, zirve yapmanın verdiği keyif ve rehavetten geliyordu. İkincisi ise, güneşin ısıtarak erittiği kar ve buzların, çakıl taşları ile karışarak, çok kaygan bir yatak oluşturmasından. Nitekim, incelediğimde, zirve yolunda ölümlerin çoğunun inişlerde olduğunu, ürpererek görmüştüm. Mümkün olduğunca, kramponları çıkarmadan, buzulun sonuna kadar yürüdüm. Aralarında taşlar olmasa, uzun bir süre daha, buz ve karlar üzerinde krampon ile yürümek daha güvenli olacaktı, ancak, aralardaki , taşlar, kayma riskini daha da arttırıyordu.
Gerçekten de inişte defalarca kaydım. Bir tanesi, hayli ciddi idi, beş- altı metre kontrol edemedim kendimi, sola doğru akmış olsam, pek çok Ağrı kurbanı gibi, Öküz Deresi'nin iri kayalarının arasında veya üzerinde can verebilirdim. Sanırım, eriyen buz ve çakılların yanında, ayakkabı tabanının da rolü var. Yanımdan geçen pek çok dağcının tarifi üzerine batonları ve ayaklarımı kullanmaya başladım. Uçurumun olduğu yönün tersi yönde baton saplıyor ve ayaklarımı, patikaya dik olarak ve kısa mesafelerde basıyordum. Yine de, birkaç kez daha düşünce, gönüllü genç doktorlar, adeta, kordona aldılar beni, onlarla birlikte 4200 m. kampına indim. Sonradan öğrendim ki; hemen hemen düşmeyen kalmamış ve doktorlardan birinin ayak dirseği ters dönmüş düşme esnasında.
11.30’da, 4200 m. kampına iniyor, Celal ile çadırı toplayıp paketliyoruz, ben çantamı derliyorum, mutfak çadırında her zamanki gibi, İbrahim Amca’nın “şorba “ sını dolduruyorum plastik bardağa. Akla sığmayacak kadar zor ve kayalık zemine kurduğumuz çadır yerinden, çantaları katırların yanına taşıyoruz. Sonrasında, 12.45’de, artık, aşina olduğum üzere batonları taşlara kah vurarak, kah saplayarak 3200 m. kampına doğru yol almaya başlıyorum. Bu güzergahta kar ve buz olmamasına rağmen, bir kez daha kayıyorum, ama, risk azaldığı için rahatım, sabah gerçekleşen zirve çıkışının verdiği gururla daha keyifle yürüyerek, saat 15.00’de 3200 m. kampına varıyorum. Benden önce gelen arkadaşların yanında, toprağa uzanıp, günlerdir üzerimde taşıdığım gerginlik ve yorgunlukları toprağa veriyorum. Nuri Tunç, grup halinde yürümemizi istiyor Eli Yaylasına ve kendisi de bizimle geliyor, hatta biraz da tedirgin görüyorum, daha rahat olan son rotada. Acaba, daha önceleri gerçekleştiğini okuduğum PKK müdahaleleri hala gündemde mi ?
Organizasyon, bugün bizi perişan etmekte kararlı anlaşılan. Sabahın ikisinde zirve çıkışına başladık, devamlı tırmandık, şimdi de sürekli iniyoruz. Bacak kaslarım titriyor. Şu ana kadar, 13 saattir hareket halindeyim. Bacak kaslarım iflas işareti veriyor. Bir zamanlar dozerler tarafından açılan, ancak, PKK tarafından yakılan dozerlerden sonra, yarım bırakılmış yol tamamlanmış olsa, Eli Yaylasına, minibüslerin beklediği noktaya yürümeye gerek kalmayacak, yol en az 4-5 km. azalacak. Ne var ki; her yıl, binlerce dağcı, anlamsızlığa anlam vermeye çalışarak, kaslarında kalan son enerji kırıntılarını bu patikalarda heba ediyorlar.
Güneşin iyice devrildiği, Ağrı Dağı’nın bir silüete dönüşmeye başladığı saatlerde, minibüslerin yanına ulaşabiliyorum. Ama, üç günde çıktığımız zirveden, bizi yuvarlar gibi, kısa sürede, 1600 m. rakıma indiren organizasyonun hatırını da sık sık sormadan edemiyorum kendi kendime. Aslında, bu acelenin nedenini 4200m – 3200 m. arası inişte öğrenmiştim. Dar patikalarda, tam donanımlı kıyafetleri ile yabancılara rastlamıştık. Rehberlerini, daha önce, Doğu Beyazıt’ta görmüştüm.
Selamlaştıktan sonra, aynen şunları söylemişti; “ Sizler, hataları af edersiniz, bu ülkenin insanlarısınız. Ama, Valiliğimiz, yabancı ülkelerden gelen bu dağcılar için, daha özel bir program ve mutfak hazırladı. Ülkemizi her yerde överek anlatsınlar diye. Bu nedenle de; zirve sonrası, bir gece daha, kampta kalmanız gerektiği halde, kamplarda yer olmadığı için Doğu Beyazıt’a dönmeniz istendi. “
Ne denir, elbette, bu ülkenin insanları, Valilik organizasyonunun da misafirleri olarak umduğumuzu değil, bulduklarımızı yiyecektik, uygulanan plana riayet edecektik. Allah, ciğerlerimize, kaslarımıza zeval vermesin.
Minibüsler, aynı perişan yollarda, sarsarak, perişan bedenlerimizi önce, Topçatan köyüne, daha sonra da Doğu Beyazıt’taki otelimize taşıyorlar.
150 $’lık eşofmanı ile zirve çıkışına mani olunduğu için öfkelenen beyefendi, otele girer girmez, ayaklarını, girişteki, ayakkabı parlatma makinesine uzatıyor, çalışmadığını görünce de Resepsiyon'daki görevliye sitem etmeye başlıyor. Ben de, tüm yorgunluğuma rağmen, gülümsemeye çalışıyorum, odama çıkarken.
Sonrası pek renkli değil. Hemen restorana koşuyor, tıka basa yemek yiyorum. Valilik katılım sertifikaları gece saat 23.00’de dağıtılacakmış. Saatimi 1.5 saatlik uyku sonrasına kuruyorum, 24.00’e doğru Devlet ricali, otel lobisinde, bir buket Gül ile birlikte sertifikaları dağıtıyor. Bana vermiyorlar, sertifikaları yazan kızcağız, ismimi okuyamayınca, sertifikamı hazırlamamış. Özür dileyerek, sertifikamı doldurup uzatıyor, sırada, Kaymakam'ın yanına gidip, kendimi öptürerek, bir kez daha sertifikayı elime almak ve fotoğraf çektirmek var, ama, ben, yarın görüşemeyiz düşüncesiyle, arkadaşlarımla vedalaşıp, odama gidiyor, banyo sonrası da, yatağa atıyorum kendimi.
30.08.2010 ( DOĞUBEYAZIT - İSTANBUL )
Akşam yatarken, bugün en azından, öğlene kadar uyurum sanmıştım. Sabah 05.00’de dün perişan olan ben değilmişim gibi uyandım. Anlaşıldı, yolcu yolunda gerek. Çantalarımı toparlayıp, resepsiyona iniyorum. 09.00 otobüsüne yer ayırtıyor, saat 07.00’de, otel terasında sıkı bir kahvaltı yaparken, muzip muzip Ağrı Dağı’na bakıyor, sonra, otobüs firmasının servisiyle Otogar'a geliyorum. Zafer Bayramı törenleri olduğu için, kentin, ana caddeleri kapalı. Şoför, söylenerek, daracık sokaklardan, kent dışına çıkmayı başarıyor ve benim, 23 saat sürecek, 1420 kilometrelik yolculuğum başlıyor, İstanbul’a doğru.
Böylece; balçık kasabalar, kel dağlar aşarak, Ağrı Dağı zirvesi yaparak, ülkemi bir uçtan bir uca, bir kez daha kat ediyor ve gurur duyarak, şükür ederek evime, aileme dönüyorum. Ne mutlu ki; kimse ciddi yara almadan, kaza geçirmeden bu macera bitti.
Valilik ve emeği geçen herkese, rehberlerimize gönülden minnet duyuyorum.



Ağrı Dağı ve özellikleri;


Yüksekliği: 5137m.
Tipi: Volkanik
Bulunduğu il: Ağrı, Iğdır.
Çıkış yolları: Eli Köyü, Çevirme Köyü, Yenidoğan Köyü, Aralık - Ahora çukuru...

Iğdır İli'nin güneyinde, Doğubayazıt'ın 15km. kadar kuzeydoğusundadır. Iğdır ovasından 4000m.yi geçen bir kot farkıyla yükselen Ağrı Dağı, Türkiye ve Avrupa kıtasının en yükseği ve dünyanın da ikinci en büyük volkanik dağı unvanına sahiptir. Düşük nem miktarına sahip ve açık havalarda Ermenistan, Nahçıvan, Azerbeycan ve İran toprakları ile Van, Kars, Bitlis yörelerinden görülebilen bir büyüklüktedir. Tarihte; Ağrı veya Eğri Dağ olarak isimlendirilen bu volkan, yabancı kaynaklarda ise Ararat olarak geçer. Urartulardan beri farklı isimler ile adlandırılan Ağrı Dağı'na, Ermenîler Masis, İran coğrafyacılarının da kullandığı gibi Farsça olarak Kûh-i Nuh, Arap dağcılar ise Cebel-el Hâris, Küçük Ağrı'ya da Cebel-el Havayris derler.

Dinî kitaplarda ismi Nuh Tûfanı ile geçer ve Ararat isminin Nuh efsânesinden geldiği belirtilir. İsâ'nın doğumundan önce Ortadoğu tarihinin en geleneksel kaynağı olarak kabul edilerek Hz.Musa tarafından yazıldığı ileri sürülen "Eski Ahid" (Tevrat) 'in beş kitabından ilki olan "Tekvin"de Ararat şöyle geçmektedir; "Ve gemi yedinci ayda, ayın onyedinci gününde Ararat Dağları üzerine oturdu." (bkz. 8.Bap 4.Âyet) Kur'an-ı Kerim'de ise, "Gemi, Cûdî üzerine oturdu..." (bkz. Hûd Sûresi 44.Âyet) olarak belirtilmektedir. Sümer destanlarından dünyaca meşhur olan Gılgamış Destânı, 5000 sene önceki bir tûfandan söz etmekte ve bu tûfandaki geminin Nisip (Cûdî) Dağı'na oturduğunu yazmaktadır. Târih boyunca dağın çevresindeki yörede çok farklı milletler varlıklarını sürdürmüştür. Ağrı Dağı etekleri ve çevresinde yaşayan Hitit Uygarlığı'nın, İ.Ö.1340'tan sonra Doğu Anadolu Bölgesindeki etkinliklerini yitirmeleriyle ortaya çıkan krallıklardan biri olan Hurriler İ.Ö.1200 senesine kadar bölgede yaşamışlardır. İ.Ö.1200-600 yılları arasında ise, ismine ilk kez İ.Ö. XIII. asırdan kalan Âsur kaynaklarında rastlanan, Urartu'lar yerleşmiştir. Ardından Roma'lılar, Bizans'lılar, Selçuklu'lar ve Osmanlı İmparatorluğu bölgede hüküm sürmüştür.

Dağ, güneydoğu yönünde aynı kaynağın farklı bir damarı olarak 3896m. yüksekliğe ulaşan ikinci bir volkan yaratmıştır ki bu da Küçük Ağrı olarak isimlendirilir. Yüksekliği Kaçkar ve Erciyes dağlarından sadece 20-25m. kadar farklı olan K. Ağrı, yanında 5000m.yi aşan B. Ağrı Dağı'na daha da görkemli bir hâl verir. Meşhur seyyah Marco Polo'nun şahsî yazılarında Ağrı Dağı için "hiç bir zaman çıkılamayacak bir dağ" diye bahsedilmektedir. Bu görkemli görünüşü sebebiyle dağın çevresinde yaşayan yerli halk da, ulaşılamaz olarak görülen o zirveye bugüne kadar kimsenin ulaşabildiğine inanmamaktadır. Bu yanlış inanış hâlen günümüzde de devam etmektedir. Büyük ve küçük Ağrı Dağı aynı taban üzerinde yükselir ve 2512m. yüksekliğindeki Serdarbulak Geçidi ile ayrılır. Her iki dağın toplam çevre uzunluğu 128km. olup 1, 188km2lik bir taban üzerinde yükselir. 40km.ye yaklaşan çaptaki dar bir alandan birden bire 5000m.yi aşan bir yükselti ve çevresinde onu kapatabilecek başka bir yüksekliğin olmaması sebebiyle zirvesine ulaşanlara çok zengin bir manzara ile göz ziyafeti yaşatır. Açık havalarda 400km. çapında bir araziyi görebilmeniz mümkündür. 4 Ülkenin sınırlarının birleştiği bir alanda odak noktası gibi yükselen Ağrı Dağı'ndan; Van Gölü ve yöresi de dâhil olmak üzere Doğu Anadolu yaylalarının büyük bir bölümünü, Gürcistan'ın Kafkas'lara değin uzanan geniş bir kesimini ve İran'ın Ûrmiye Gölü'nü görebilirsiniz.

Ağrı Dağı'nın doruğu toktağan kar tabakası ile kaplıdır. Binlerce senelik bir târihe sahip olan bu buzul, 300m.ye yaklaşan kalınlığı ile 5km. çapında bir genişliğe sâhiptir. Yaklaşık 10km2'lik bir alanı kaplayan boyutu ile Türkiye'nin en büyük buzuludur. Bu geniş ve kalın buz örtüsü doruk sahasını tamamıyla örttüğü için krater ağzı görülemediği gibi nerede olduğu da bilinememektedir. Dağın kuzey yönünde uzanan buzul dilimine, dağın ilk tırmanışı gerçekleştiren dağcının ismi olan "Parrot Buzulu" adı verilmiştir. Târihte, Nuh Tûfanı'ndan sonra zirveye oturan Nuh'un gemisindeki bütün hayvan çiftleri, yerli inanışa göre dağın kuzey yönünde bulunan Ahora (Ahura, Ahuri) köyünden dünyaya yayılmıştır. Günümüzden 162 sene önce, 20 Haziran 1840 sabahında meydana gelen devâsa büyüklükteki bir heyelan sonucunda, dağın kuzeydoğu yamacı kayarak Aziz Yâkup Vâdisi ile birlikte Ahora köyünü çamur, taş ve kayalarla örtmüştür. Açılan bu devâsa boyuttaki çukur ise Ahora Çukuru olarak isimlendirilmektedir. Bu köyün yakınlarında ise şimdi Yenidoğan köyü bulunmaktadır. Ağrı Dağı, bölge dağlık alanları çayır ve meraları ile birçok memeli hayvana da ev sahipliği yapmaktadır. Bunlar arasında ayı (Ursus artos), kurt (Canis lupus), tilki (Vulpes vulpes), vaşak (Lynx lynx), yaban koyunu (Ovis gmelinii), yaban keçisi (Capra aegagrus), çengel boynuzlu dağ keçisi (Rupicapra rupicapra), yaban domuzu (Sus scrofa), dağ tavşanı (Lepuz capensis), Arap tavşanı (Allactaga williamsi), porsuk (Meles meles) ve kaya sansarı (Martes foina) gibi türler bulunmaktadır. Tamamıyla volkanik bir yapıya sâhip olan dağın yaklaşık 4000 metresine kadar olan kısmı bazalt, daha sonraki yükseklikler andezit lavlarından oluşmuştur. Dağın üst kesimlerinde eriyen buzul suları, çok kısa bir mesâfede geçirimli kayalar ile derinlere sızdığından dolayı, dağın eteklerinde özellikle de yaz mevsimlerinde ciddi anlamda su bulunmamaktadır. Yazın yapılacak tırmanışlarda yüksek miktarda su taşınması tavsiye edilir. Ayrıca, dağın güneybatı yönüne tekâmül eden 3200m. yükseklikteki yeşil kampta bâzı seneler temmuz ayının ortalarına kadar su bulabilme imkânı olsa da, bu târihten sonra kesinlikle su görülmez. 4200m. kampında ise, öğlen saatlerine kadar buzulların kısmî kesimlerinin, sâdece güneşli havalardaki ısınmaları sonucunda meydana gelen erimeler ile su bulabilmek mümkün olsa da, güneş battıktan sonra âni soğuma netîcesi ile sular tekrar donar. Ağrı Dağı'nda kış mevsiminde yağan karlardan, 3000m.nin alt kesimlerinin baharla birlikte gelen ısınma sonucunda erimesiyle 21 farklı türde binlerce çiçek açar. Ancak, birbirinden farklı çeşitli renklerdeki bu çiçekler, sebebi bilinmemekle birlikte karakteristik olarak kokusuzdur.

Eski târihlerde genelde Nuh'un gemisi hakkında bilgiye ulaşabilmek gâyesiyle yapılan Ağrı Dağı tırmanışlarda ise ilkler; 9 Ekim 1829 târihinde dağın ilk çıkışını gerçekleştiren, dönüşünde Nuh'un gemisinin bulunabileceği 200 adım çapında bir düzlükten söz eden Prof. Dr. Friedrich Von J.Parrot kayıtlardaki ilk dağcıdır. 5 yıl sonra 1834 senesinde Rus Spaski Antomonof, 1845 senesinde dağın günümüze kadar saklanan ilk bilimsel çizimlerini yapan Alman Hermann Abich ve arkadaşı Wagner, 1850 de Rus ekibi lideri olarak dağa tekrar tırmanmak için gelen Hermann Abish ve Rus Kochko, Kanikovf, Eleksandrovf olmuştur. İlk Türk tırmanışı ise 1854 senesinde Osmanlı İmp. Subayı ve bir grup eğitimli asker tarafından gerçekleştirilmiştir. 1856 senesinde İngiliz Seymour, 1876 da 4000 metre yükseklikte lav yığınları arasına sıkışmış, dört ayak uzunluğunda ve beş inç kalınlığında yontulmuş bir tahta parçası gördüğünü iddia eden İngiliz James Bryce'ın ardından Fırat Nehri'nin kaynağını araştırmak üzere 1883'te dağa tırmanan Kudüs Başdiyakosu Dr. Nûri, geminin orta bölümünün buza gömülü olduğunu, çok kalın ağaçlardan yapıldığını ve koyu kırmızı renkteki kalasların 30cm. uzunluğundaki çivilerle çakıldığını bildiriyordu. Bu açıklamalardan esinlenen bir grup Belçika'lı zengin Nuh'un Gemisi'ni aramak üzere bir keşif gezisi düzenlemeye çalıştılar. Gemi parçalar hâlinde taşınarak Amerika'ya 1893 Chicago Müzâyedesi'ne gönderilecekti. Fakat, Osmanlı Hükümeti bu konuya sert ve kesin bir kararla karşı çıktığı için tasarıdan vazgeçildi (Bkz.Navara, "L'expedition au Mount Ararat", ). Ardından bütün bu iddiaları araştırmak üzere yine aynı târihte dağa tırmanarak büyük bölümünü araştıran ve hiçbir kalıntıya rastlamadıklarını îtiraf eden Hasan Paşa ve beraberindeki erlerden sonra 1949 senesinde Birleşik Devletlerden Dr. Smith, 1952 senesinde Fransız ekibi Navarra ve Riquer ve 8 Ağustos 1957'de Muzaffer Erol Gez, Kâzım Naz, Dr.Bozkurt Ergör ve Dennys Hills zirveye çıkan ilk ekipler olmuştur. Prof. Dr.Abdül Mecit Doğru ve Muzaffer Erol Gez, yüksek irtifâda insan fizyolojisi üzerine Türkiye'de bilimsel anlamda ilk tıbbî araştırmaları yaptıkları sırada, Ağrı zirvesinde 3 gün kalarak kırılması güç bir rekora imza atmışlardır. İlk solo tırmanış Ertuğrul Melikoğlu, ilk kış tırmanışı ise 21 Şubat 1970 târihinde Dr. Bozkurt Ergör tarafından gerçekleştirilmiştir. En fazla katılımcı ile gerçekleştirilen tırmanış ise, iki bölüm hâlinde toplam 197 dağcı ile T.Dağcılık Federasyonu'nun düzenlediği 2002 Uluslararası Ağrı Dağı Tırmanışı olmuştur (İ. Meydan.2002). B.Ağrı Dağı zirvesine bugüne kadar kuzey yüzünden ve kış şartlarında hiçbir bölgesinden solo olarak ulaşılamamıştır.

Dağ 16, 864ft.lik boyutuyla yüksek irtifâ dağcılığı için vazgeçilmez bir tırmanışa sâhiptir. Ağrı Dağı 5137m.lik zirve tırmanışı ile, 5671m.lik İran'da ki Demavent (Damavant) Dağı'ndan daha zordur. Tırmanış için en uygun zaman, temmuz, ağustos ve eylül aylarıdır. B. Ağrı ve K. Ağrı dağlarında izne tâbi olan tırmanışlar, sâdece Doğubeyazıt Topçatan ve Eli Köyü güzergâhından olmak şartıyla dağın Doğubeyazıt sınırları içinde kalan cephesinden, ve Iğdır Yenidoğan Köyü ile Cehennemdere Vâdisinin sağ tarafından Küp Gölü rotasıyla yapılmaktadır. Fakat dağın bu iki rotası dışında, zirveye giden üç farklı yol daha vardır. Zirveye giden en kolay yol ise, Doğubeyazıt üzerinden Eli köyü rotasıdır. Bu rota diğer yollara nazaran daha kısa ve emniyetlidir. Kuzey yolu ise Ahuri çukuru ile yüksek kot farkından dolayı çok zordur ve Küp gölü üzerinden geçer. 2100m.deki Eli köyünde yaşayanlar, yazın 3000m.deki yaylalarda ikâmet etmektedir. Eli köyüne kadar araçlarla gelindikten sonra yaklaşık 6 saatlik bir tırmanış ile 3200m.deki yeşil kampa, yüksek irtifâdan kaynaklanan dağ hastalıkları hâriç tutularak hiçbir tırmanış sorunuyla karşılaşılmaksızın rahat bir şekilde ulaşılır. 4200 kampına ulaşmak için gidilen yol ise 3200 kampına kadar olan yoldan daha diktir. Fakat buna karşın daha kısa sürede ulaşılır. Parkur tırmanış hızına bağlı olarak 4 ilâ 6 saat sürer. 3200m. kampı bir gecede yaklaşık 150 çadırı barındırabilecek imkâna sâhipken, 4200 kampı en fazla 25 çadır büyüklüğündedir. Tırmanış boyunca dağın görülmeyen tarafında kalan K. Ağrı bu kamp alanında kendisini gösterir. 4200 kampının güneyindeki Şeytan çukuru olarak isimlendirilen keskin yamaçtaki kayalıkların görülmeyen tarafında zirve için su tedâriği yapmak mümkündür. Kamp alanından zirveye gitmek için gece hazırlıkların tamamlanması ve sabahın çok erken saatlerinde tırmanışa başlanılması gerekmektedir. Ağrı Dağı'nda karakteristik olarak öğlene doğru bulut toplanması, tırmanışları çoğu zaman engelleyen bir durum yaratır. Zirve çanağı 5137m.lik Atatürk ve 5122m.lik İnönü tepelerinden oluşur ve 5000 yaylası kuzey yöndedir.
( Kaynak http://www.geocities.com/yuksekirtifa )

Klasik Rota GPS Koordinatları :

1. Kamp bolgesi - 3340 m. 38 S MJ 37400
MGRS 92450

2.Kamp Bolgesi - 4200 m. 38 S MJ 38620
MGRS 93820

3. Buzula giriş - 4820 m. 38 S MJ 39120
MGRS 94800

4. Agri zirve - 5137 m. 38 S MJ 39860
MGRS 95070

Not: Bu degerleri kullanirken GPS inizin degerlerini asagidaki gibi kullanin..
Position Frmt - MGRS
Map Datum - European 1979
Unıts - metric
North Ref - magnetic
Variance - 004E
________________________________________________

BÜYÜK AĞRI DAĞI (5165 m.)-Yavuz İşcen

Türkiye’nin en yüksek doruğu olan Büyük Ağrı Dağı, 5165 m yükseklikte sönmüş bir volkandır. Bazı kaynaklarda yüksekliği 5137 m. olarak belirtilmektedir. Türkiye, İran ve Ermenistan sınırlarının kesiştiği noktada sınırdan 25 km. kadar içerde, çapı yaklaşık 40 km.yi bulan bir koni görünümündedir. Büyük Ağrı Dağı’nın kuzey yamaçları Iğdır ili sınırları içinde, güney yamaçları ise Ağrı ili sınırları içinde yer almaktadır. Büyük Ağrı Dağı’nın güney doğusunda yine sönmüş bir volkan olan Küçük Ağrı Dağı (3896 m.) yer almaktadır. Bu iki volkanik koni arasında 11 km. uzaklık bulunmaktadır. İki dağ arasında 2678 m. rakımlı Serbulak Geçidi (Serdarbulak) yer almaktadır. Volkanik patlamalar sonucu oluşmuş olan bu dağların üzerinde krater bulunmamaktadır. Yanardağlar, tek baca çıkışlı ve merkezsel püskürme sonucu lav tabakalarının birbirlerinin üzerine yataklanması ile meydana gelmişlerdir.


BUZULLAR

Büyük Ağrı Dağı’nın üzeri kalın bir örtü buzulu ile kaplıdır. Ortalama bir değerle 4500 m.den başlayan buzul, 12 km2. alanı kaplamaktadır. Bu örtü buzulunun kalınlığının yüzlerce metreyi bulduğu ve krateri kapattığı düşünülmektedir. Örtü buzulu, Dağın zirvesinden güney, güneybatı ve kuzeybatı yönlerinde aşağıya doğru sarkar. Eğime uyarak aşağı doğru sarkan bu buzullar vadi buzulu özelliği kazanır ve kuzeybatı yönünde 3500 m.ye kadar iner. Kuzeybatı yamacındaki bu buzul, 10 km2. lik bir alan kaplar ve Türkiye’nin en büyük buzuludur. Eski yıllarda “manyak yüzbaşı” lakaplı bir subay tarafından bu buzul, Küp Gölü’nden tank ile top atışına tutulmuştur.
Büyük Ağrı Dağı’nın güneybatı tırmanış rotası üzerinde olduğu için en bilinen ve önemli buzullarından biri de tipik bir vadi buzulu olan güney buzuludur. Buzul aşındırması sonucu oluşmuş genç bir buzul vadisi içinde yataklanmıştır. Bu vadiye Öküz Deresi Vadisi adı verilmektedir. Uzunluğu 5 km., kalınlığı 50 – 100 m. arasında değişen güney buzulu, püskürme sırasındaki lav tabakalarının sertlik farkına göre ve eğime uyarak üç buzul balkonu (basamağı) oluşturmuştur. Üzeri yer yer kum – çakıl ve iri taş parçaları ile kaplı olan güney buzulu yaklaşık 4000 m.ye kadar iner.
Büyük Ağrı Dağı’nın doğu yüzünde 4900 m. civarında kükürt buharı çıkan bir bölge bulunmaktadır. Gaz çıkışının devamlı mı yoksa zaman zaman mı olduğu doğrultusunda bir bilgi yoktur. 1961 yılında bir tırmanış sırasında gözlenmiştir. Ancak bu durum, volkanın püskürmesinin son aşamasına geldiğini ve Dağın sönmüş volkan sınıfına girdiğini göstermektedir.








AHURA KÖYÜ’NÜN YOK OLUŞU

Büyük Ağrı Dağı’nın kuzeydoğusunda derince yarılmış bir vadi içinde yer alan ve Cehennemdere buzul dili olarak adlandırılan buzul oluşumu, Takke buzulundan itibaren 3.5 km. uzunluğa sahiptir ve 2370 m. rakıma kadar inmektedir. Oluşumu ile ilgili farklı görüşler bulunmaktadır.
Ağrı Dağı bölgesi bir fay hattı üzerinde yer almaktadır. Bu nedenle bölgede tektonik veya volkanik kökenli depremler görülmektedir. 1840 ve 1940 yıllarında yaşandığı tespit edilen birer deprem sonrası Dağın kuzey yamacında büyük bir heyelan meydana gelmiş, kaya ve buzul bloklarının koparak büyük ve derin bir heyelan vadisi meydana getirmesi sonucu Cehennemdere oluşmuştur. Bu heyelanlar sırasında Dağın kuzeydoğusunda bulunan Ahora Köyü toprak altında kalarak yok olmuştur. Bugün aynı köyün yerine Gündoğan Köyü kurulmuştur. Bir başka görüş ise, 2 Haziran 1840 yılında (bazı kaynaklarda 2 temmuz olarak yazmaktadır) meydana gelen ve heyelana neden olan etkenin deprem değil Ağrı Dağı’nın son patlaması olduğu doğrultusundadır.
Büyük Ağrı Dağı’na ilk çıkan kişi olan Prof. Dr. Parrot, 27 Eylül 1829 günü zirveye ulaşır. Parrot’un 1844 yılında ölümünden sonra yerine geçen ve devlet adına bölgeye gönderilen Prof. O.W.Herman Abich 1846 yılında üniversiteye “Ahura tamamen imha oldu” şeklinde rapor gönderir. Ahura’nın Abich’in belirttiği tarihte yok olmuş, ancak daha sonra benzer bir felaketi 1940 yılında yeniden yaşamıştır.
Ahura ile birlikte burada yer alan Yakup Manastırı ve Peygamber Çeşmesi de yok olmuştur. O tarihlerde yapılan araştırmalarda bulunan ve Nuh’un gemisine ait olduğu söylenen bazı parçaların yok olan bu manastırda saklandığı bilinmektedir. Gemiye ait diğer bazı parçaların ise Erivan yakınlarındaki başka bir manastırda bulunduğu bilinmektedir. Ağrı Dağı’na ilk çıkan kişi olan Parrot, 1829’da bölgeye geldiğinde Etşimiadsin Manastırı olarak bilinen bu manastırda, manastırın patriği Aziz Jacop tarafından kendisine kutsal emanet olarak kabul edilen gemi parçalarının gösterildiğini nakleder.


ARARAT ADININ KAYNAĞI

Büyük Ağrı Dağı’nın diğer bir adı da Ararat’dır. Kitabı Mukaddes’te geçen Ararat adı, İÖ 1200 – 600 yılları arasında bölgede yaşayan Urartulardan gelmektedir. Urartu adına ilk kez, 13. yüzyıldan kalma Asur kaynaklarında rastlanmaktadır. Bu kaynaklarda Urartular, Sami ırkından gelme “Uruatri” adında bir boy olarak tanımlanmaktadırlar. Bu ad, İbrani dilinde Ararat olarak geçmektedir. Urartulardan daha sonra İÖ 600 - İS 640 yılları arasında bölgede bir Hint – Avrupa topluluğu olan Ermeniler yaşamıştır. Urartu bölgesi bu tarihten sonra Ermenistan olarak anılmaya başlanmıştır. Ermeniler, İS 301 yılında Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Ermeniler de Ağrı Dağı için Ararat adını benimsemişler ve kullanmışlardır.
Bugün batı dillerinin hemen hepsinde Dağın adı Ararat olarak geçmektedir. Hatta Harita Genel Komutanlığı’nca çıkartılan 1950’li yıllara ait haritalarda Dağın adı, Ağrı Dağı ( Ararat ) şeklinde yazılmıştır. 1980’li yıllardan ve özellikle 1990’dan sonraki Türk hükümetleri Ararat adından kıl kapmışlar (!) ve Ararat adına bir tür yasaklama getirmişlerdir. Bunda, Ermeni örgütü ASALA’nın, Türkiye aleyhine yaptığı çalışmalar ve eylemler etken olmuştur.


Dağa çıkış başvurularında Dağın adını Ararat olarak kullanan yabancı ekiplere zorluklar çıkartılmıştır. Zaten yabancı bir ekibe izin verilebilmesi için evrakların 170 imzadan geçtikten sonra çıkabildiği düşünülürse, bürokrasi başlı başına bir engel bile kabul edilebilir. Baskının boyutu gitgide artmış ve adı Ararat olan bir yerli turizm acentasının ve Doğubeyazıt’ta dağcıların kalmayı gelenek haline getirdikleri Ararat Otel’in adı da değiştirilmiştir (bu otelin yeni adı İsfehan Otel’dir). Ermenice olduğu gerekçesi ile Dağın adının ülke içinde ve hatta batı dillerinde de Büyük Ağrı Dağı olarak benimsetilmesine çalışılırken –ki aslında Dağın adının Ermenicesi Masis’dir- Ermeniler de Ararat adını kullanmaktadırlar.


NUHUN GEMİSİ

Tufandan sonra Nuh’un gemisinin oturduğu sanılan yer, Büyük Ağrı Dağı’dır. Bu konuda kutsal kitaplarda çeşitli bilgiler bulunmaktadır. İS 70 yılında Josephus yazdığı bir yazıda Nuh’un gemisine ait kalıntıların görünür ve ulaşılabilir olduğuna ilişkin bize ikinci elden bilgiler verir. 1800’lü yıllara ait çeşitli araştırmalar hep gemiye ait parçaların görüldüğü hatta bulunduğu doğrultusundadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında bir Rus pilotun Ağrı Dağı üzerinde uçarken gördüğünü söylediği gemi kalıntısı, bunu doğrulamak için İkinci Dünya Savaşı sıralarında yapılan ikinci uçuş ve gene aynı bilgilerin aktarılması efsaneyi sürekli gündemde tutmayı başarmıştır.
Musa Peygamber tarafından yazıldığı söylenen Eski Ahid’in (Tevrat) beş kitabından ilki olan Tekvin’de Ararat adı ilk kez şu şekilde geçmektedir. “ Ve gemi yedinci ayda, ayın onyedinci gününde Ararat Dağları üzerine oturdu.” (8. Bab 4. Ayet)
Kur’an-ı Kerim’in Hud Suresi’nde ise geminin Cudi Dağı’na oturduğu belirtilmektedir. “ Ey arz suyunu yut ve ey gök sen de suyunu tut denildi. Sular çekildi, iş de tamam olup bitti. Gemi Cudi’ye oturdu. ” ( 11 / 44 )
Bugün de Cudi Dağı ve yöresinde Nuh ve gemisi ile ilgili inançlar ve bir kültür bulunmaktadır. Sümer destanlarından Gılgamış’da ise, İÖ 5000 yıllarında yaşandığı belirtilen bu tufan ve Nuh’un gemisi olayı detaylı olarak anlatılmaktadır. Bu destana göre gemi, Nisip Dağı’na (Nissir) oturmuştur. Nisip Dağı’nın neresi olduğu tam belli değildir. Cudi Dağı Şırnak ile Silopi arasında 2114 m. yükseklikte bir dağdır. Yakınında bulunan Nusaybin ilçesinin eski adı Nisibis’dir. İsim benzerliğine bakılarak bu dağın Cudi olabileceği tahmin edilmektedir. Ancak Nissir’in Urartu bölgesinde bir dağ olduğu akla yakın gelmektedir. Görüldüğü gibi Nuh’un gemisinin hangi dağa oturduğu kesin olmayıp tartışmalıdır.
İÖ 5000 yılına ait Sümer – Babil tarihinde “Gılgamış Destanı” olarak anlatılan Nuh tufanı, düzelmesi olası görünmeyen insan soyunu düzeltebilmek için tufan kararı alan tanrının bu kararını Nuh Peygamber’e bildirmesi ve bir gemi yapmasını istemesi ile başlar. Nuh Peygamber, 22 m. eninde 150 m boyunda ve üst üste 3 güverteden oluşan bir gemi inşa eder. Sonradan çok şiddetli yağışlarla tufan başlar ve her yer sular altında kalır. Nuh peygamber karısı ve üç oğlu ile gelinleri ve her hayvandan birer çift olarak gemiye biner. Aylarca sular üzerinde dolaşan gemi nihayet bir kara parçasına rastlar burası efsanedeki adı ile Ararat Dağı’dır. Gemi burada karaya oturur ve insanlık soyu buradan tekrar çoğalarak dünyaya yayılır.
O gün bu gündür Nuh’un gemisi Ağrı Dağı’nda aranır olmuştur. Bir ara zirveye yakın bölümlerde bulunan tahta parçaları heyecana neden olmuş ancak bunların geçen yüzyılda Ruslar tarafından kurulan bir teodolitin taban parçaları olduğu anlaşılınca durum normale dönmüştür.
1950 – 60 arasında Fransızlar, 60’lı yıllardan sonra da Amerikalılar çeşitli araştırmalar yapmışlardır. Bir sonuç alınamaması üzerine konu bir süre unutulmuştur. 1981 yılında aya ilk giden astronotlardan James Irwin Ağrı Dağı’na gelerek tekrar araştırmalarda bulunmuştur. Bu konuda bugüne kadar alınmış somut bir sonuç bulunmamaktadır.


DOĞAL GEMİ KALINTISI

Dağın güney yönünde Gürbulak sınır kapısına giden yol üzerinde, karayoluna 3.5 km uzaklıkta, Telçeker Köyü ile Meşar Köyü arasında bir yamaçta gerçekten de gemiye benzeyen, lav akıntısı sonucu meydana gelmiş, tamamen doğal bir oluşum bulunmaktadır. Bugün bu oluşum, Nuh’un gemisi olarak gelen ziyaretçilere ve turistlere gösterilmektedir. 1987 yılında doğal SİT alanı ve açık hava müzesi olarak koruma altına alınmıştır.

METEOR ÇUKURU

Bölgeye gidenlerin görmek istedikleri yerlerden biri de meteor çukurudur. İran ile sınır oluşturan Gürbulak sınır kapısı ile Sarıçavuş Köyü arasında İran sınırına 2 km. uzaklıktadır. 1913 yılında düştüğü sanılan bir göktaşının açtığı çukurdur (bazı kaynaklarda 1920 yılında düştüğü belirtiliyor). Göktaşının çukurun dibine gömülmüş olduğu düşünülmektedir. Çukurun çapı 35 m., derinliği ise 60 m. kadardır. Alaska’daki meteor çukurundan sonra dünyada büyüklük olarak ikinci sırada yer aldığı rivayet edilmektedir.


AĞRI DAĞI’NA ÇIKILABİLİR Mİ ÇIKILAMAZ MI ?

“ ...tepesinde Nuh’un gemisinin bulunduğu söylenen çok yüksek bir dağ vardır. O kadar geniş ve uzundur ki, çevresini dolaşmak iki günden fazla sürer. Zirvedeki derin kar bütün bir yıl boyunca kalır ve kimse ona tırmanamaz (Marco Polo İS. yaklaşık 1295).”
Marco Polo’nun da belirttiği bu inanış, yani Ağrı Dağı’na çıkılamayacağı düşüncesi uzun süre devam etmiştir. Hatta dağa ilk çıkışın gerçekleştirildiği 1829 yılından sonra bile bu inanış varlığını bir süre daha sürdürmüştür (farklı bir şekilde bugün de devam ediyor). Dağa ilk çıkan kişi olan Parrot uzun süre dağın zirvesine çıktığını kanıtlamak durumunda kalmıştır. Dağın çıkılamaz olduğu inancı, dağın yüksekliği ve o dönemlerdeki zorluğundan değil, dinsel bir inançtan kaynaklanmaktadır.
Hristiyanlığın ilk yıllarında Aziz Hagop, Ararat’a bazı tırmanış girişimlerinde bulunur. Ancak başarılı olamaz. Üçüncü tırmanışta kendisine bir melek görünür ve tanrının bu dağa çıkılmasını istemediğini söyler. Bu karşılaşma sırasında melek tarafından Nuh’un gemisine ait bir parça, Aziz Hagop’a verilir. Sonradan bu parça Erivan yakınında bir manastırda kutsal emanet olarak saklanır. Daha sonra bu söylenti yayılır ve özellikle de din adamları, tanrının bu dağa çıkışı yasak ettiğine inanırlar. Parrot dağa çıktıktan uzun süre sonra bile din adamlarının direnci ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Özetle 170 yıl kadar önce yaşanan farklı bir Galile olayı ile karşı karşıyayız.
Hala bile tırmanış için gelenlere “Nereye kadar çıktınız ?” diye soruluyor olması, dağın çıkılamaz olduğu inancını yansıtıyor sanıyorum. Yörede konuştuğumuz çeşitli insanlar, dağa çıkıldığına ya da çıkılabileceğine gene inanmıyor. Mustafa Bilgili’nin, “Ağrı Dağı’na Yolculuk” adlı kitabını okurken rastladığım, yörede, “Dağın üzerinde hava boşluğu var, üzerinden uçak bile geçemez” şeklindeki söylentiyi okuyunca, aklıma birden Ankara’dan Doğubeyazıt’a gittiğimiz otobüsteki iri kıyım adam geldi. Tırmanışa birlikte gittiğimiz arkadaşlara, benzer bir hikayeyi elden geldiğince inandırıcı olarak anlatıyordu.
Yöre insanı (bunlar tamamen Kürtlerden oluşuyor) dağa çıkan o kadar insanı gördükleri halde, hatta bir kısmı rehberlik yapıp tırmanışa bizzat şahit oldukları halde, gene de dağa çıkılabileceğine bir türlü inanmak istemiyor.
Eskiden bölgede dağ üzerine yemin edilirmiş. Yani yemin etmek gerektiğinde nasıl “kurana el basayım” ya da “anam avradım olsun ki” gibi şeyler söylenirse, benzer bir ifade Ağrı Dağ’ını içine alacak şekilde kullanılırmış. Bence bu, dağın ne kadar dokunulmaz (çıkılamaz) ve bir anlamda da o kadar kutsal olarak kabul edildiğinin güzel bir göstergesi. Belki de yöre insanının hazmedemediği, kabullenemediği şey budur. Bizler onların bir nedenle kutsal olarak kabul ettikleri bir şeye (dağa) gelip çıkıyoruz hatta çıktığımız yetmiyormuş gibi birde içine edip gidiyoruz. O insanlar da bizim bu tavrımıza karşı direniyorlar ve “bizim dağımıza çıkılamaz” diye tutturuyorlar (bir tür pasif direniş). Doğubeyazıt’lı dağ rehberlerinin bir dönem başkanı olan Ahmet Turan, “siz (turistleri kastediyor) gelmeden önce biz bu dağ üzerine yemin ederdik, şimdi bu adamların dağa işemelerini hazmedemiyorum” derken bence konuyu çok güzel özetliyor.
Aslında kaynağı ya da nedeni ne olursa olsun, Ağrı Dağı’na çıkılamayacağı inancı, ülkemiz insanının bugün bilimsel tarzın ne kadar uzağında olduğunu ve dolayısıyla da söylentilere ne kadar açık olduğunu bir kez daha gösteriyor sanıyorum.


EDEBİYATTA AĞRI DAĞI

Gerek görkemli görüntüsü ile hafızalardan silinmeyecek büyüleyici etkisi, gerekse hakkında çivi yazılı kil tabletlerden kutsal kitaplara ve seyahatnamelere kadar bir çok yazı ile Ağrı Dağı gerçekten de yazın hayatımızda önemli bir yer tutar.
1952 yılı ağustos ayında Ağrı Dağı zirvesine tırmandığını bildiğimiz Yaşar Kemal, “Nuh’un gemisi peşinde” adlı yazısında bir edebiyatçı diliyle Ağrı tırmanışını anlatır. “Ağrı’nın tepesindeki üşümüş yıldızlar ağarıyor. Gün, doruğun çok aşağılarından, Ağrı’nın sağ kanadı üzerinden doğar. Orada bir ağartı, kocaman, fışkırmaya hazırlanmış bir top ışık... Öyle duruyor. Ne gün doğuyor, ne de kızarıyor. Kocaman, birikmiş bir top ışık !”
“Önümde geniş bir alan ağarıyor. Buraya nasıl geldim, neyle geldim, farkında değilim. Yalnız biliyorum ki, burası Ağrı’nın tepesidir. Bu ağaran da tepenin buzullarıdır. Rüzgar bütün şiddeti ile esiyor ve tipiyi savurup donduruyor. İlerde tek sıra olmuş askerler gidiyorlar. Bunlar en yüksek doruğa bayrağımızı çekecekler.”
Yaşar Kemal, “Ağrı Dağı Efsanesi” adlı romanında Osmanlı döneminde yörede geçen bir aşkı anlatır. Bir halk masalı esintisi taşıyan bu roman, paşa kızı ve ona aşık olan bir köy genci gibi klasik görünen bir temayı ele almakla birlikte, Osmanlı – halk karşıtlığı, temelinde köylülerin yalnız bırakılmışlığı, halka uygulanan baskı ve zulüm gibi aslında geçmişten günümüze fazla değişmemiş konuları gözler önüne serer.
Yaşar Kemal’in bölge ile ilgili bütün yazılarında, devlet yönetiminin sadece askere alırken ve vergi toplarken hatırladığı halkın, içinde bulunduğu derin yoksulluk ana temayı oluşturur.
“Ağrı” adlı uzun şiirinde, Ahmet Muhip Dranas, dağın görkemi karşısında şaşkınlığa uğrayan insanın ruh halini vermeye çalışır.
Doğrusunu söylemek gerekirse Ağrı Dağı’nı ilk gördüğüm an ben de çok etkilendim ve dağın şu ana kadar görmüş olduğum bir çok dağdan daha heybetli görünüşü karşısında nedendir bilinmez hayretle karışık bir saygı hissine kapıldım !
1952 yaz ayında Ağrı’ya çıkış yapan Fransız ekibi başkanı F. Navarra tırmanış anılarında “Ararat’ı bu ilk görüşün yol açtığı kendinden geçme duygusundan hiçbir yolcu kurtulamaz. Bir çoğu bundan en unutulmaz anılarından biri olarak söz eder” demektedir.
Ağrı ili doğumlu bir yazar olan Ömer Polat’ın eserlerinde ise yöre insanının toplumsal sorunları önemli bir yer tutar. Yıllar önce AST’da seyrettiğim “Aladağlı Mıho”dan (1976 yılında İsmet Küntay ödülü almıştı) hatırladığım, Rana Cabbar’ın mükemmel oyununun yanı sıra Cumhuriyet dönemi boyunca yöre insanına çok az şeyin götürülebildiğidir. Gene 1977 Madaralı roman ödülüne layık görülen “Dilan”da, Ömer Polat, benzer konuları çarpıcı bir şekilde yansıtmaktadır.


DAĞIMIZIN BİR SAHİBİ VAR

Ağrı Dağı’na Doğubeyazıt tarafından çıkacak olanlar Eli Köyü’nden geçmek durumundadırlar. Hele yüklerinizi taşıtmak için katır kiralayacaksanız, köye uğramanız ve gerekli ilişkileri kurmanız şarttır. Buraya gidenler köyün ağası Ahmet Çokdin’i tanımadan edemezler. Zaten o bir yolunu bulup kendini size tanıtacaktır. Bugün 51 yaşında olan Ahmet Çokdin, çobanlıktan yetişmedir. Şu anda ithalatla uğraşmaktadır. 4 çeker görünümünde olup sadece 2 çekeri çalışan son model bir Nissan Terrano jeep’e binmektedir. Köyün ağası olmak kolay değildir elbette. Eli Köyü’nden, Ağrı Dağı’nın zirvesine kadar uzanan 50 dönüm arazinin tapusuna sahiptir. Özetle o, Ağrı Dağı’nın sahibidir. 5 çocuk babası olan Ahmet Ağa, 120 kg.lık bir görüntüye sahip olmakla birlikte zayıfken iki kez zirveye çıkmıştır. Çıkarken de tüm kayalara yağlı boya ile adını yazmaktan geri durmamıştır. Şimdilerde ise gelen ekiplerden ödünç aldığı sırt çantası, baton vs ile pozlar vererek, dağa çıkıyormuş gibi izlenim yaratmaktadır. Onun fotografını çekmek serbesttir. Hatta bunun için sizi zorlayabilir !
Ahmet Ağa, 1974 yılında 415.000 TL vererek (8-9 kilo altın parasına) Ağrı Dağı’nı Sabri Ceyhan’dan satın almış. Sabri Ceyhan ise ANAP milletvekili Yaşar Eryılmaz’ın babası Rıza Eryılmaz’dan satın almış. Ağrı Dağı’nın Boğaz Köprüsü kadar gelir getireceğini düşünen Ahmet Ağa, dağın yaklaşık 10 yıldır turizme kapalı olması sonucu epey para kaybetmiş gibi görünüyor. Hatta bir ara dağı satışa bile çıkartmış. Yabancılar 100 milyon Dolar teklif etmişler! Ama onun gönlü razı olmamış, yabancılara gitsin istemiyor. Ne de olsa memleketimizin dağı değil mi ? Bizden biri isterse yarı fiyatına bile vermeye razı. Ahmet Ağa’nın ticari yaklaşımlarının ne kadar iyimser olduğunu ondan katır (aslında at) kiraladığınızda zaten daha iyi anlama fırsatınız olacaktır. Eli Köyü’nden 4200 kampına gidiş-dönüş adam başı 50 Milyon TL.dir. Bir at 2 kişinin yükünü taşımaktadır. Böylece bir attan elde edilen gelir 100 Milyon TL. olmaktadır. Bu arada belirtmekte yarar var bölgede söz konusu bir atın satış fiyatı 120 milyon TL. civarındadır !!! ( kaynak Ertuğrul Melikoğlu )


Ortaokul mezunu olan ancak üç hayat fakültesi bitirdiğini belirten Ahmet Ağa’nın, bir de yanında dolaştırdığı yerel gazetecisi bulunmaktadır.
Ahmet Ağa’nın 1983 yılında Ağrı Dağı’na tekrar gelerek Nuh’un gemisini arayan astronot James Irwin ile birlikte araştırmalarda bulunduğu bilinmektedir. Bu araştırmalar sonucu gemi bulunamamıştır. Eğer bulunsaydı herhalde Ahmet Ağa alıp evine götürürdü. Ne de olsa arazi onun.

AĞRI DAĞI TIRMANIŞLARI İLE İLGİLİ BAZI BİLGİLER

1829 yılı : 27 Eylül 1829 Prof. F.V. Parrot Ağrı Dağı’na ilk çıkan kişi olur. (Rus-Alman)
Bazı kaynaklarda bu tarih 9 Ekim, bazılarında ise 29 Ekim olarak yazılıdır.
1845 yılı : Wage ve Abich’in başında bulunduğu bir ekip tırmanış yapar.
1937 yılı : Binbaşı Cevdet Sunay başkanlığında 15 subay ve 50 askerden oluşan bir askeri birlik zirveye hareket eder, içlerinden 8 kişi zirveye ulaşır ve Atatürk büstü dikerler. Bu askerlerin dağa ilk çıkışlarıdır. O zamanlar binbaşı olan Cevdet Sunay, dağa tırmandığında 38 yaşındadır. Daha sonra Türkiye’nin 5. Cumhurbaşkanı olarak 1966 – 1973 yılları arasında görev yapacaktır.
1952 yılı : Ağustos ayında yazar Yaşar Kemal Ağrı Dağı’na tırmanır. Tırmanışı yaptığında Yaşar Kemal, 30 yaşındadır. Tırmanış ile ilgili anılarını “ Nuh’un gemisi peşinde ” adlı yazısında anlatır.
1968 yılı : Albay Turhan Selçuk (Karikatürist Turhan Selçuk’la bir ilgisi yok) başkanlığında 18 subay, 16 astsubay ve 112 askerden oluşan tam örgütlü dağ taburu zirveye çıkarak 3. Ordu flaması ve Türk bayrağı dikerler.
1970 yılı : 21 Şubat günü Bozkurt Ergör Ağrı Dağı’nın ilk Türk kış çıkışını gerçekleştirir. Dağa çıktığı tarihte 42 yaşındadır.
1982 yılı : Ağrı Dağı yabancı uyruklu tırmanışçıların tırmanışına açılır.
1987 yılı : Bölgede PKK eylemleri yaygınlaşır. Yaz aylarında dağa gelmiş olan Amerikalı, Alman ve Japon turistler kaçırılır. Bir süre rehin tutulup bırakılır. Eylemler birkaç kez tekrarlanır. Son olarak yerli bir tur rehberi vurularak öldürülür.
1990 yılı : Bölgede yayılan PKK eylemleri nedeni ile dağa çıkış riskli hale gelir ve dağa çıkışlar güvenlik gerekçesi ile bir süre durdurulur.
1999 yılı : Ağrı Dağı 9 yıl aradan sonra yeniden tırmanışçılara açılır. Tırmanış için izin alınması gereklidir. İzin işlemleri Ağrı Valiliği ve Doğubeyazıt 34. Mekanize Tugay aracılığı ile halledilebilir. Ya da dağa tur düzenleyen bir firma ile anlaşırsınız (parayı bastırırsınız) onlar sizin adınıza bu işleri hallederler.
18 Eylül’de 9 yıl aradan sonra ilk çıkış İDADİK tarafından 6 kişi ile gerçekleştirilir. Bunu, 2 Kasım’da 5 kişilik AKUT ekibi çıkışı izler.
2000 yılı : 22 Şubat’ta Ertuğrul Melikoğlu Ağrı Dağı’na ilk solo Türk kış tırmanışını gerçekleştirir.
2001 yılı : ...... ve 10 Temmuz günü Yavuz İşçen Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkar. Tırmanış tarihinde 43 yaşındadır (Yanlış anlaşılmasın konunun tarihi bir önemi olmayıp sadece kendimi ilgilendirmektedir).


AĞRI DAĞI’NDA ÖLÜMLE SONUÇLANAN KAZALAR

24 Temmuz 1985 : Gülden Haberoğlu’nun iniş sırasında heyelan – çığ sonucu ölümü.
24 Temmuz 1985 : Nuray Sarıbatur’un iniş sırasında heyelan – çığ sonucu ölümü.
13 Şubat 1987 : Fatih Sireci’nin iniş sırasında düşme sonucu ölümü.
25 Şubat 1989 : Halil Yeniçıkan’ın çıkış sırasında Büyük Platoda düşme sonucu ölümü.
27 Şubat 1989 : Recep Çatak’ın iniş sırasında buzuldan düşme sonucu ölümü. Olay Halil Yeniçıkan’ın cesedinin indirilmesi sırasında yaşanır. Recep Çatak’ın mezarı, vasiyeti üzerine Aladağlar’da Emli Vadisi girişine gömülmüştür.
29 Şubat 2000 : İskender Iğdır’ın iniş sırasında buzuldan düşme sonucu ölümü.
15 Temmuz 2001 : Sertaç Tümerdem’in iniş sırasında zirvenin hemen altında buz çatlağına düşmesi sonucu ölümü.

BİTKİ ÖRTÜSÜ, HAYVANCILIK

Büyük Ağrı Dağı üzerinde orman örtüsü gelişmemiştir. Küçük Ağrı Dağı’nın batı, güney ve güneydoğu kesimlerinde huş ve meşe ağaçlarına dağınık olarak rastlanır. Büyük Ağrı Dağı’nın 3000-3500 m.ye kadar olan bölümleri otlak olarak kullanılmaktadır. Özellikle küçükbaş hayvancılık yapılmasına olanak tanıyan bu bölümler yöre halkı için büyük ekonomik öneme sahiptir. Yaz mevsimi boyunca bu otlaklarda bir çok yayla çadırı kurulur ve hayvancılık yapılır. Bölge PKK eylemleri nedeniyle yaklaşık 10 yıldır yaylacılığa kapalı bulunuyordu. Son 2 yıldır yeniden açıldı. Yaylacılık mayıs ve ağustos ayları arasında yapılmaktadır. Dağın 3500 m.den, devamlı kar sınırı olarak kabul edilen 4000 m.sine kadar olan alanlar ise yüksek dağ çayırları ile kaplıdır. Büyük Ağrı Dağı’nın büyük bir bölümü lav akıntılarının kapladığı bir çöl görünümündedir.

SU DURUMU

Dağın üst bölümü devamlı kar ve buzla kaplı olmasına karşın Ağrı Dağı’nda su sıkıntısı çekilmektedir. Kalıcı kar ve buzulların erimesi ile haziran ve temmuz aylarında en üst düzeye çıkan erime suları bile gündüzleri kısa süreli yüzey akışı göstermektedir. Erime suları çok geçirimli olan andazit ve bazalt lavların altından sızarak yer altında kaybolmaktadır. Bu sular, lav örtülerinin son bulduğu ova tabanında güçlü kaynaklar halinde yüzeye çıkarlar.

YABAN HAYATI

Yaban hayatı açısından zengin olan Ağrı Dağı’nda, yüksek kesimlerde kurt ve ayıya fazla miktarda rastlanır. Ayrıca yüksek kesimlerde rastlanan bir hayvan da yaban koyunudur. Dağın ova ile birleştiği sıcak ve kumluk kesimlerde zehirleri insan için de öldürücü olabilen bazı engerek yılanı türleri yaşamaktadır.

İKLİM

Büyük Ağrı Dağı etrafında genel olarak karasal iklim hüküm sürer. Gece ve gündüz arasında ısı farkları oldukça fazladır. Yüksek bir dağ olan Büyük Ağrı Dağı, kendi iklimini kendi yaratır. Gündüzleri ısınan hava yükseklere doğru hareket eder. Bu yükselme sırasında havadaki nem oranı artar ve sıcaklık düşer. 3000 m.den sonra bu hava, buzulla karşılaşır ve nem oranı daha da artar. Bu durum ani ve beklenmedik yağışları hazırlar. Geceleri ise bu işlem terse doğru işler ve soğuyan ve ağırlaşan hava doruk bölgesinden aşağıya vadilere doğru kanalize olur. Yüksek dağlara özgü bu düşey ve dikey hava hareketi, bazen yatay hava hareketleri ile birleşerek, tipili ve türbülanslı yağışlara neden olur.
Zirve tırmanışı yapan dağcılar bu nedenle yazın sürpriz gibi görünen kar tipileri ile karşılaşabilirler. Büyük Ağrı Dağı’nın zirve bölümü genellikle bulutlarla kaplıdır. Bu durum, tırmanışı fazlasıyla riske etmemekle birlikte tırmanış zevkini ve zirveden seyredilmesi umulan manzarayı görememeyi doğurabilir. Bunun için zirveye mümkün olduğunca erken varılması önerilir. Ağrı Dağı’nın bu bulutlarla kaplı hali zamanında Rus çarını bile hayal kırıklığına uğratmıştır.
Vakti zamanında Rus çarı, Çar Nikola, Ağrı Dağı’nı merak eder ve görmek için St. Petersburg’dan kalkıp haftalar süren bir yolculuktan sonra Erivan’a gelir. Dağın üzeri sis ve bulutla kaplıdır. Dağı görebilmek için birkaç gün Erivan’da bekler, ancak dağın zirve kısmı bir türlü açılmaz. Çar dağa küser ve “yüzünü bile göstermeyen dağın onuru olamaz” der. Dağı göremeden üzgün ve kızgın olarak geldiği yere geri döner.
Büyük Ağrı Dağı’nda en iyi hava koşullarına sahip zaman temmuz ve ağustos aylarıdır. Yaz sezonunda gündüz hava ısısı 5-12 derece arasındadır. Gece ise ısı, 0 derece ve altında olabilmektedir. Kış sezonunda ise tırmanış için en uygun aylar, şubat ve mart aylarıdır.


 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..