Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Aralık '14

 
Kategori
Dil Eğitimi
 

Ah Osmanlıca, ille de Osmanlıca!...

Ah Osmanlıca, ille de Osmanlıca!...
 

Günlerdir gözümün önünde çift çift, lodos poyraz, yağmur çamur  demeden kavgasız gürültüsüz, sakin sakin avlanan, kendi aralarında doyumsuz, bitmez sohbetlerini sürdüren flamingolarla şu mağrur, vurdum duymaz, hazır lopçu balıkçılları anlatmaya kalkışıyorum. Olmuyor.

"Onların, insanların, kendimin aşk meşk hallerini, içsel yolculuklarımı, anacığımın nice çileyle yoğrulmuş ömründe Araf’a tırmanırken direncini, çaresizliğini, hırçınlığını, öfkesini anlatayım" diyorum.  Olmuyor.

“En iyisi bu konuları yine ertelemek, karnımın şişini indirmek” diyorum.

Bir yazıya başlıyorum, 'Pat" gündem değişmiş, başka bir olay öne geçivermiş.

Saraylara layık, saygıdeğer 'devletlü' baş büyüğümüzün fermanı ve yüce izni ve de yandaş sendikanın 19. Eğitim Şurasındaki önerisiyle günlerdir toplumu, basını meşgul eden Osmanlıca, karma eğitimin kaldırılması konusunda dilim döndüğünce iki laf da ben edeyim bari demiştim ki  Cemaat operasyonu öne geçiverdi, dayanamadık, o konu geride kaldı, operasyona klavye oynattık.

Diyeceksiniz ki "Yazmazsan olmaz mı?" Olmuyor, olmuyor... Şişiyorum, sancılar çekiyorum.

………….

Osmanlıca ya da Osmanlı Türkçesi'nin zorunlu olmasını ısrarla istemelerinin artalanında her zamanki gibi bir taşla çok kuş vurmak var bana göre.

Osmanlı Türkçesi, Arapça, Farsça, biraz da Türkçe karışımı bir dildir. Dil kuralları, ses yapısı, Türkçeye uymaz, diğer dillerin kuralları, ses yapısı egemendir. 

“Osmanlıca esas Türkçedir” diyorlar. Esas Türkçe Osmanlıca ise, Dede Korkut’un, Yunus’un, Pir Sultan’ın, Dadaloğlu’nun, Karacaoğlan’ın, Köroğlu ve nice halk ozanının, zamanında yazıya geçme olanağı bulamayan, yüzyıllar boyu sözlü olarak, inatla günümüze ulaşan dil hangi dildir?

Beylikler düzeninden, Osmanlı Devletine ve  Osmanlı İmparatorluğuna geçiş sürecinde, geleneksel inançlar silinip giderken İslamiyet yaygınlaştı, devlet dini haline geldi. Dinin egemenliği nedeniyle gelişmiş Arap dili ve kültürü, yakın komşuluk ilişkileri nedeniyle ise gelişmiş bir edebiyata sahip ola Fars dili, devlet dilini ve edebiyatı zorlar oldu.

Göçer boyların dili olarak Anadolu’ya gelen Türkçe, bu gelişmeler karşısında egemen olamadı.

Boylar halinde yaşarken Anadolu'ya gelerek kabile düzeninden yerleşik beyliklere geçiş, sonra da Osmanlı devletine geçiş süreciyle birlikte sınıflar arası, yönetilenlerle yönetenler arası farklar çoğaldı, ara açıldı. 'Devletlüler', dağlarda, köylerde yaşayan kadim Anadolu halklarını, dillerini, inançlarını küçümsediler. Oysa Türkçe’nin Çin’den Orta Asya’ya, hatta, İskandinav ülkelerine ve Roma dönemindeki bir coğrafyaya yayılmış olan Orhun ve daha sonra kullandıkları Uygur abeceleri, yazıya dökülmüş  dilleri  vardı.

Anadolu’da yaşayan kadim halkların dilleri de yok sayıldı. Bu yazılar ve dil Anadolu’da yerleşemedi, diğerleri de asimile edildi yavaş yavaş. Ama dil ve edebiyat, halk ozanlarının sazıyla sözüyle, Alevi-Bektaşi geleneğiyle halkın arasında yaşadı, ölmedi. Osmanlıca ise yalnızca saray ve çevresi, medrese eğitimi alan azınlık tarafından kullanıldı, asla halka inmedi. Halk okuma yazmadan yoksun kaldı.

Çeşitli kollarıyla Anadolu'ya gelen Oğuzlarda, Orta Asya'dayken onları yüzyıllarca etkilemiş inançlarının (Gök Tanrı Kültü, Totemizm, Animizm, Şamanizm, Budizm, Manihaizm, Zerdüştlük)izleri de öncelikle yönetici sınıf katında siliniyor, sonra yeni din, İslamiyet halka dayatılıyordu. Bu inançların izlerine, Anadolu'nun pek çok yerinde bugün de rastlanır.

Kaşgarlı Mahmut’un, Türkçe’nin  değeri ve yetkinliğini kanıtlamak, Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla yazdığı Divanü  Lugati't- Türk (1074) ve Karamanoğlu Mehmet Bey’in  “Dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden  başka dil kullanılmayacaktır (13 Mayıs 1277)”diye yayınladığı ferman da işe yaramadı.

Osmanlı, artık imparatorluk haline gelmişti. Devletlülerle halk arasında dil yönünden de fark olmalıydı. Halk dediğin, kuldu, tebaaydı. Eğitim, yalnızca seçkinler, saray, devlet erkânı ve onların yakın çevreleri için gerekliydi. Eğitimden yoksun bırakarak yönetmek, kulları savaştan savaşa sürmek kolaydı.

Dil bilinci, bilinç dili yoğurur. Hem ilerleme hem de gerileme yönünde.

Dil; düşünmekte, düşünceyi aktarmakta, iletişim kurmakta, ekonomiyi yürütmekte, bilimi, sanatı geliştirmekte kullanılan bir araç olduğu kadar, eski iktidarı, sistemi reddetmekte, yeni oluşturulan düzeni kurmak için de kullanılan çok güçlü bir politik  araçtır. Tarih boyunca nice dil, toplumlarla, devletlerle birlikte doğmuş, büyümüş, ölmüştür.

İşte şimdi Yeni Türkiye’yi kurmakla meşgul, kökenleri taşra eşrafına, zengin köylülüğe  ve diğer feodal güçlere dayanan yeni egemenler de “Osmanlıca da Osmanlıca ve karma eğitim kaldırılsın” diye tuttururken  dili, kültürel, ekonomik ve  politik amaçları için kullanmak istiyorlar. Toplumu 'Yeni' adı altında yüzyıllarca geriye götürmeye kalkışıyorlar.

Osmanlı İmparatorluğu çökerken, eski yıkılırken Cumhuriyet Devrimi de böyle yapmıştı. Gelişmiş dünyaya ayak uydurmak için eski kültürü radikal biçimde geriletmeye, yenisini oluşturmaya çalıştı. Her devrim böyledir, eskiyi yıkar, yerine yenisini koymaya çalışır. Şimdi ise Yeni adı altında eski getirilmek isteniyor. Bunun adı karşı devrimdir.

Ne kadar başarılı ya da başarısız olduğu, nedenleri tamamen ayrı bir konu ama cumhuriyet kurulduğunda okuma yazma oranı kadınlarda binde 4, erkeklerde yüzde 7 idi. Yoksullukla boğuşan, savaşlarla perişan olmuş, feodal ilişkilerin egemen olduğu, halife padişah-şeyhülislam erkiyle yönetilmiş bir toplum... Devlet katına göre birey yok, halk yok, millet yok. Ne var?... Kul, ümmet, tebaa...

Dünyada gelişen bilim ve kültürden nasibini almamış bir toplumda, bağımsızlık, halkın yönetimi, aydınlanma  hedefleniyor; dogmaların, hurafelerin yerine bilimi koymak amaçlanıyordu.

Medreseler, tekkeler, zaviyeler kapatılırdı, Arap abecesinden Latin abecesine bu nedenle geçildi. Eklektik, küçük bir azınlığın kullandığı Osmanlıca yerine, halkın çoğunun konuştuğu, anladığı kullandığı dil Türkçe, kültür ve devlet dili haline getirilmeye, eğitim halka götürülmeye çalışıldı. Latin abecesiyle hem okuma yazma  kolaylığı sağlamak hem de dünyadaki gelişmeyi yakalamak amaçlandı. Bitişken bir dil olan, ses yapısı açısından Türkçe, Latin abecesiyle uyumluydu. 

Anadolu köy köy dolaşıldı, halkın dilindeki sözcükler derlendi, dil devrimi gerçekleştirilmeye çalışıldı. Eskinin yerine yeni bir Türkiye kuruluyordu. O günkü iç ve dış koşulların belirlediği ortamda, farklı dinsel, etnik kimlikleri tek bir dil ve tek bir milli kimlikte bütünleştirerek çağdaşlığa erişilebileceği düşünülüyordu.

Bugün çok çok gerilere doğru çekiştiriliyorsak, gericilik aracılığıyla emperyalizmin oyuncağı oluyorsak, cumhuriyetin kazanımlarını koruyamıyorsak, cumhuriyet döneminde de bu ülkenin ilerici güçlerine uygulanan baskı ve zorbalığı görmezden gelebilir miyiz?

Gericiliğe ve emperyalist kışkırtmalara karşı devrimi korumak amacıyla 1925'te çıkartılan Takrir-i Sükun Kanunu'nun sonradan  her türlü ilerici ve demokratik muhalefeti sindirmekte kullanılmasını yok sayabilir miyiz?

Başlangıçta zorunluluktan, sonra ise iktidarı korumak için sürekli feodal güçlerle, gericilikle kurulan bağlaşıklıklar, feodal yapının çözülmemiş olması bugünümüzü hazırladı. 12 Eylül Askeri Darbesi ise gericiliğin önündeki tüm barikatları yıktı.

Bu bilgilerimize rağmen, bugün, cumhuriyetin kazanımlarını hızla yitirdikçe din tacirlerini alkışlayanların dışında kaldığı halde gelecek kaygısını bırakıp cumhuriyet dönemi eleştirilerini gündemlerinin baş köşesine koyanların masumiyetine artık hiç inanmıyor, hiç ciddiye alamıyorum. Doksan yılın yanlışlarını hâlâ yok sayanları da  anlamıyor, mazur göremiyorum. Kimse kusura bakmasın. Bunlar aşılmalı. Şimdi, geleceği düşünme zamanıdır.

Tarih durağan değildir, devrimler-karşı devrimlerle, ileri geri adımlarla yürür gider. Kusursuz devrim yoktur.

Biz, tarihsel olguları, gelişmeleri, değişimleri ne düşmanlık ne de aşırı yüceltme duygularıyla değerlendiririz, algılarız. Biliriz ki hepsi birbirini etkiler ve içinde olumluyu-olumsuzu, doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü barındırır. İnsanlığın büyük çoğunluğuna nasıl yansıdığına, çoğunluğu var olan noktadan daha ileri götürüp götürmediğine bakarız. Eskiye göre kadar çok insan doyuyor, sağlık hizmetlerine ulaşabiliyor, eğitiliyor, özgürleşiyor, kadın erkek eşitliğine ne kadar yaklaşıyoruz?... Bizi bunlar ilgilendirir. Yapılan yanlışları düzeltmeye çalışır, doğruları geliştirmeye, eksikleri gidermeye çalışırız. Arkadan çok önümüz ilgilendirir bizi.

Gelelim tekrar Osmanlıcaya...

Varsayalım ki genç kuşaklar Osmanlıcayı öğrendi. Yani bu dilin temeli Arapça ve Farsçayı, mezar taşlarını ve tüm yazılı metinleri okumak için de hat sanatını öğrendi. Reyhanî, Sülüs, Nesih, Tevki ve Rikâ gibi süslü yazı tekniklerini Şeyh Hamdullah Efendiye, Mustafa Rakım efendiye taş çıkartacak biçimde, sular seller gibi öğrendi. Çocuklar bu dersleri bellemek için büyük rıza ile, korku ile herhangi bir şekilde bilgisayarlarından, cep telefonlarından falan vazgeçti, cebren ve iman zoruyla öğrendi. Peki ne olacak? Uzay teknolojisinde, bilimin bütün disiplinlerinde kullanmak için “Aman bize de öğretin” diye dünya kapımıza mı yığılacak?

Osmanlıca öğretmeni üretip, Osmanlıca öğretmeni mi ihraç edeceğiz?

Bugünün egemenleri, toplumu yüzyıl ve daha gerilere götürmenin olanaksızlığını bilmezler mi? Gerilere götürdüler, diyelim. Karşı hamlenin er geç geleceğini bilmezler mi? Biliyorlarsa ısrardaki amaçları nelerdir?

Uzun yazıları okumaya üşenen okurlarımızı daha fazla sıkmamak için bu yazıyı burada keselim, soruların yanıtlarını bir sonraki yazıya bırakalım.

13. 12. 2014

Vildan Sevil

 
Toplam blog
: 102
: 882
Kayıt tarihi
: 07.06.11
 
 

1949 İstanbul doğumluyum. Emekli edebiyat öğretmeniyim. Çeşitli edebiyat sitelerinde, çeşitli kon..