Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Haziran '10

 
Kategori
İstanbul
 

Ah ulan Abdülmecit!

Ah ulan Abdülmecit!
 

Dolmabahçe Sarayı’nı ilk gezdiğimde şaşkına dönmüştüm. 

O müthiş sanat eseri beni, duvara çarpmış kerkenez kuşuna çevirmişti. 

O ne biçim bir ihtişam. 

O ne biçim bir yapı. 

Sanatın en doruk noktası. 

Zenginliğin ve gücün göstergesi. 

Sultan Abdülmecit yaptırmış sarayı. 

1843 yılında başlanana saray, 1856 yılında, tam11 yılda tamamlanmış. Bir Ermeni mimar yapmış oğlu ile birlikte. “Karabet Amira Balyan” adında bir usta. Oğlu da payını almış, bu işten. 

Avrupa’dan gelen sanatçılar çalışmış iç dekorasyonda. 

Osmanlı’da ne para varmış derken, ip koptu. 

Meğerse Sultan Abdülmecit, borç para ile yaptırmış sarayı. 

Avrupa ülkelerini titreten, Osmanlı Devleti’nin bir sultanı, ekonomi çürük diye düşünmemiş. Gitmiş Avrupa’nın sömürgecilerinden para almış. 

Kendisini, “dünya yakışıklısı” gören sultan, borç para ile saray yaptırmış. 285 odalı bir saray. 5.000.000 altın harcamış. O kadar saray varken, düşünmeden. Cebinden mi? 

Borç! Borç! 

Altı ay bile oturamamış sarayda. 

36 yaşında ölmüş gitmiş. 

Veremden ölmüş. 

Boş durmamış, zargana balığı.. 

Kırk kadar çocuğu olmuş, veremli yakışıklının. 

18 kız, Bilmem kaç erkek çocuk. 

Haremine aldığı kadın sayısını bilmiyorum. 

“Dolmabahçe Sarayı” borçla harçla olmuş, olmuşta. 

Kimseye yar olmamış. 

Adülmecit’ten sonra, saraya Abdülaziz yerleşmiş. Bütün borçlarda Abdülaziz’e kalmış, doğal olarak. Bu sultan-ı Şahanemiz sarayda 5320 kişi çalıştırmaya başlayıp, yıllık masrafı 2 milyon sterline çıkarınca, birde ordu ödeneğinden saray için 80 bin altın isteyince işler bozulmuş. 

Pehlivan güreşleri ile horoz dövüşlerine meraklı Abdülaziz’de terk edince sarayı, daha sonra kimseler oturmamış. 

Dolmabahçe Sarayı’nın ödenmeyen borçları hazineye kalmış. 

Devlet, memurunun maaşını ayın birinden, ayın on beşine ertelemiş. Daha sonra, dört ayda bir maaş verilir olmuş, devletin memuruna.. 

Koskoca Osmanlı, bir saray yüzünden aldığı borçlarla, faiz batağına düşmüş. 

Birde Osmanlı’da bir gelenek var ki sormayın. İstanbul’da yüz metre arayla istemediğiniz kadar cami var. Valide sultanlar, şehzadeler ve vezirler çift minareli, padişahlar dört minareli cami yapma yarışına girmişler. Her taraf cami. Osmanlı Devleti’nin halkı, bence çok çekmiş padişahlardan. O kadar camiyi yapmak kolay mı? Çalış çalış, ver padişahlara. Ohhhh! 

Bu saray yapma, köşk yapma işi de, işin başka yönü. İstanbul Körfezi’nin kıyılarında saraylar köşkler, möşkler…Yazlık mazlık, kışlık mışlık… Adamlar, yaz kış ceviz kırmış. 

Borçla, saray yapan Osmanlı, tepe taklak gitmiş sonunda. 

Bir daha da belini doğrultamamış. 

Hiç borç almayan Osmanlı’ya; borç veren İngilizler ya da başka Avrupalılar kesinlikle kırk gece kırk gün eğlence düzenlemişlerdir. Göbekte atmışlardır. 

Cumhuriyet hükümetleri bile, Osmanlının borçlarını ödemiş düne kadar. 

Ben nasıl bağırmayayım. 

“Ah Ulan Adülmecit!” diye. 

Bağırırım arkadaş. 

Elimizde, her şeye rağmen bir saray var. Gerçi birçok saray var. 

“Dolmabahçe Sarayı.” 

Şimdilerde müze. Müthiş bir müze. 

Her gün dolup taşıyor. 

Dolsun taşsın. Biz bu saray için, koskoca Osmanlı Devleti’ni feda ettik. 

Aynı zamanda “Resim Heykel Müzesi.” 

Saray gezildiğinde insanı büyülüyor. 

Avrupa sanat anlayışıyla yapılmış. İçi dışı her şeyiyle mükemmel. 

Çok az padişah otursa da içinde, saray yapılırken düşünülen kullanış amaçları çok heyecan verici. 

Sarayın içindeki eşyalar, halılar, mobilyalar, parkeler, avizeler, gönderilen hediyeler… İnsanı hayran bırakıyor. 

Sarayın, simetrik bir yapısı var. 

Bir köşede bir dolap gördünüz, tam karşısında da bir dolap. Sağda bir kapı, solda da aynısı. 

En iyi malzeme kullanılmış. 

Hiçbir şeyde taviz verilmemiş. 

Sadece para olmadığından, Avrupalılara taviz verilmiş. 

Faizlerde bizi tüketmiş. 

Elimizde bir saray kalmış. 

Turistler, akın akın sarayda. 

En çokta Japonlar. 

Adam değnekle zor geziyor. Çıkmış gelmiş, sarayı geziyor. 

Biz sarayın yerini, daha yeni öğrendik. 

.* 

Mahsuni Şerif’in bir türküsü vardır. Her dinlediğimde hüzünlenirim. 

“Sarı Saçlım, Mavi Gözlüm” türküsü. 

Şöyle. 

Sana Hasret Sana Vurgun Gönlümüz
Neredesin Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost
Bu Gemi Bu Karadeniz
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost

Ararım İzini Dolmabahçe’den
Bir Daha Dönmez mi Bu Yola Giden
İçimde Sen, Gözümde
 

Sen Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost

Kurban Olam Yürüdüğün Yollara
Kara Peçe Yakışmıyor Kullara
Uyan Bak Bizim Hallara
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost

Bulutlar Terinden, Dağlar Kokundan
Sarhoştur Sevdiğim Mahsuni Bundan
Bir Daha Gel, Gel Samsundan
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost
 

Nerdesin Atam! Uyanda bak bizim hallara. 

Atatürk, İstanbul’u ziyaret ettiğinde hep Dolmabahçe Sarayı’nda kalmış. 

İkinci kez gittim, Dolmabahce Sarayı’na. 

Bu defa, “Sarı Saçlı, Mavi Gözlüm’ün” bu Dünya’dan ayrıldığı yeri görmeye gittim. 

Kullandığı ilaçları gördüm. 

Öldüğü odadaki, Tük bayrağı ile kaplı yatağını gördüm. 

Saatin, zamanı durdurulmuş. Saat 9.05 geçe kilitlenmiş. 

“Mevsimler” tablosu odanın girişinde. 

Fotoğrafını çekmek isterdim, odanın. 

Fotoğraf çekmek yasak. 

Çok yerde, fotoğraf çekmek yasak. 

Teknoloji ilerlerdi. Herkeste fotoğraf makinesi ve kamera var. Kullanmak yasak. 

Öğretmen evine gir. Fotoğraf çekmek yasak. Hastaneye gir, fotoğraf yasak. Hemen bir güvenlik görevlisi dikiliyor başına. 

Ne kadar “yasaklamayı” seven bir milletiz. 

Patlayan flaşlar zarar veriyorsa, flaşsız çektirin. 

Olmaz, yassak! 

Biz bu sarayın parasını ziyaretçilere kestiğimiz biletlerle toplarız alimallah. 

Saray zaman zaman restore edilmiş. Bakımı yapılıyor. 

Bu sarayın en gülünç tarafı neresi biliyor musunuz? 

Kimsenin dikkatini çekmeyen bir şey gördüm. 

Güldüm. 

Biz bazı işleri beceremiyoruz. 

Kimsede bazı şeylere dikkat etmiyor. 

Sanat tarihçileri bile. 

Bakın. 

Dolmabahçe Sarayı’nın girişinde sağ tarafta bir polis odası var. 

O odanın kapısı ve penceresi “penden” yapılmış. 

Saray yapmak için, Afrika’dan kereste getirmişler. 

Bizim keresteler, “pen” kullanmışlar. 

Ah ulan Mecit! 

Yaktın bizi. 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 420
: 1641
Kayıt tarihi
: 19.12.08
 
 

1957 Çanakkale/Yenice doğumluyum. Öykü ,deneme, şiir yazarım. Yazdığım bir çok şiirin bestesini d..