Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '07

 
Kategori
Anılar
 

Ahır ve kanayan yürek

Ahır ve kanayan yürek
 

Gökyüzüne kurulan kızgın sac indirilmiş, dağın gölgesi de toprak damlı ahırın üstüne düşmüştü. Deniz kokusuna bürünmüş meltem, ahırı yalayarak yükseliyordu yukarıdaki kızıl kayaların yangınını söndürmek için.

İki gözlü, birine hayvanların bağlandığı ötekine ise samanın döküldüğü ahırın üstünde, yuvağa oturmuş, düşünüyordum. Köy yaşantısı, yerini yavaş yavaş kent yaşantısına bırakıyordu. Bu ahır artık işe yaramaz olmuştu. Şimdi ne öküzümüz vardı ne de samana ihtiyacımız. Onu yıkıp yerine bahçe yaptırmayı planlıyordum. Palmiye ve gül dikilecekti, belki çim de ekilecekti. Ama anam ve babamın bu ahırı ne zorlukla ve ne umutla yaptırdıklarını düşündükçe, onu yıktırmaya gönlüm bir türlü razı olmuyordu. Kaldı ki o, yıkılırken bir yığın anıyı da alıp götürecekti.

Karşıdaki dörtayaklı anıt mezara baktım. Tarihin ta derinliklerinden günümüze ulaşmış, konik biçimde yükselen ve üst kısmı kornişle süslü bir anıttı bu. Toprak altında kalan kısmının mezar olduğu söylenirdi. O da düşünceli görünüyordu. Bana, "Beni de bir gün yıkarlar mı acaba" diyordu. Kocaman yontma taşları sallanıyor, düşüyor ve üstüme üstüme geliyordu. Kemerli ve her biri dört ana yöne bakan kapıları da yok oluvermişti. Neler görmüş, neler yaşamıştı bu Dörtayak! Ne kadar ağlaşma, ne kadar gülüşmeye tanık olmuştu! Konuşabilseydi, neler anlatırdı kim bilir?

Kornişin üstünde, kertenkeleden daha büyük, daha kalın derili ve daha uzun kuyruklu, aşağı yukarı otuz santim boyunda bir sürüngen gördüm. Adına koçmar denilir bizim buralarda. Pek sevilmeyen bir hayvandır. Onun Tanrıya küfrettiği söylenir ve taş yağmuruna tutulur.

Çocukluğumda, ne zaman onu görsem, koşar birkaç taş toplar gelir ve "Vay, namussuz seni! Sen Allaha nasıl söversin, haa" diyerek taşlardım onu. Neye uğradığını anlayamayan yaratık, büyük bir çeviklikle kaçıp kaybolurdu.

Şimdi yönünü benden tarafa çevirmiş, beni tehdit eder gibi, başını sallayıp duruyor. Onu taşlamak da gelmiyor içimden.

"Vay utanmaz, seni vay! Sen geçmişini nasıl inkâr edersin? Koçmarı taşlamadığın gibi ahırı da yıktıracaksın haa" diyordu, şimdi hiçbiri hayatta olmayan komşularımız. Bir anda nasıl olmuştu da ahırın üstünde bitivermişlerdi? Dürüye Teyze, Dursun Teyze bana bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı el kol hareketleriyle. Ne dediklerini anlayamıyordum bir türlü.

Üç ev, bir üçgen oluşturmuş ve anıtı aralarına almışlardı. Evlerin her biri tarihî esere beş altı metre uzaklıkta. Mezarın batısında, üstü toprak, taş duvarları çamurla sıvalı, iki göz ve küçük bir holden oluşan bina, bizim ev. Ne elektrik var ne su! Tuvalet bahçede, derme çatma. Kapısında bir çul parçası gerili. Evinin önünde de bir ahır.

Doğu taraftaki evde Dürüye Teyze, tek başına otururdu. Yaşlıydı ama çok şık giyinirdi. Ayak parmağının biri, kangren olduğu için, kesilmişti. "Bana ebe diyeceksin. Seni ben doğurttum. Tamam mı" derdi bana.

Evimizin doğusundaki üçüncü ev, Dursun Teyze'ninkiydi. Dere ile Dörtayak arasındaki daracık yolun sonunda küçük mü küçük bir kapıdan girilirdi. Üç beş haşhaş, fesleğen ve tenekelerde çeşitli çiçeklerin bulunduğu bir bahçeydi vardı. İki katlıydı ve üst katındaki iki odada yalnız yaşardı, Dursun Teyze. Günlerinin büyük bir bölümünü geçirdiği tahtalığın önünde kırmızı kırmızı güller açardı.

Dürüye Teyze yanıma geldi, gözleri yuvalarından fırlayacaktı sanki. İki elini beline koymuş, beni azarlarcasına, söyleniyordu:

- Büyüklerin, küçükler üzerinde her zaman hakkı vardır. Bunu unutma. Seni ben doğurttum. Bazen suçlarını gizledim. Yerine göre ekmek, yerine göre para verdim. Hatırla bir kere...

Elimdeki çöple dama bir şeyler çiziyor ve onu dinliyordum. "Sana, yerine göre ekmek, yerine göre para verdim, " sözleri beni alıp eskilere götürmüştü.

Bir gün, Düriye Teyze beni evine çağırmıştı. "Haydi, bana bir ekmek ile bir paket de sigara al gel" diyerek kâğıt iki buçuk lira vermişti. Parayı cebime özenle yerleştirmiş ve yalın ayak yola koyulmuştum. Babam, tüm ihtiyaçlarımı karşılar ama bana hiç para vermezdi. Ben de para harcama zevkini daha tatmamıştım. O yıllarda, büyükler, para harcamanın zevkten ziyade bir ihtiyaç olduğunu ve tatmin edilemeyen bu ihtiyaçların insanları bazen kötü yola sürükleyebileceğini ya da onların kötü alışkanlıklar edinmelerine yol açabileceğini ya kavrayamıyor ya da ciddiye almıyorlardı.

Yolda, parayı çıkarıp elime aldım ve şöyle bir baktım. "Keşke benim olsaydı bu para! Hemen ala şeker ya da taktak helva alırdım" diye geçirdim içimden.

Yol çarşının ortasında, büyük bir meydan oluşturarak, çatallaşır ve biri limana doğru, diğeri ise batı istikametine devam ederdi. Bayram kutlamalarının yapıldığı ve pazarın kurulduğu Cumhuriyet Meydanının kuzeyinden geçen yol üzerindeydi, Gilindire’nin tek fırını.

İçeri girdim. Ekmek yeni çıkmıştı, sıcak mı sıcak, mis gibi kokuyordu. Taktak helva da vardı. O yıllarda her aile ekmeğini kendisi yapardı. Yapamayan ya da parası olan fırından satın alırdı ekmeğini. Bizim evde yufka ekmek yapılırdı ve çarşı ekmeği hiç yenmezdi.

- Bir tane ekmek!

Parayı verip üstünü aldım. Gözüm, taktak helvaya takılıp kaldı. Nefis görünüyordu. Ağzım sulandı, dilimi dudaklarımda şöyle bir dolandırdım ve yutkundum. Elimde sıcak ekmek, dışarı çıktım. Bir başka dükkândan da sigara aldım. Artan parayı cebime koydum ve eve doğru yürümeye başladım. Ekmeği inceliyordum sürekli. İki ucu arasına pişmeden önce atılan jilet izi, kabuk tutmuş, koparınca çıtır çıtır ediyordu. Kabuktan biraz koparıp ağzıma attım. Harikaydı. Ucundan, kenarından derken ekmeğin yarısını indirmişim mideme. Kalanı getirip verdim. Dürüye Teyze, bir ekmeğe baktı, bir de bana. Hiçbir şey söylemedi; Mahcup, başımı öne eğmiş, bekliyordum. Parayı, ekmeği ve sigarayı aldı, içeri girdi. Elinde parayla geri geldi.

-Yavrum, misafir gelecek. Bu ekmek yetmez. Al şu parayı, bana bir ekmek daha al. Dönüşte, şu testiyi de doldura gel. Ha, kalan parayla da kendine ala şeker almayı unutma.

Kızmamış olması sevindirmişti beni, hele bir de ala şeker için para vermesi sevincime sevinç katmıştı. Zıplayarak yolun bir sağında bir solunda, vardım çarşıya.

Dursun Teyze, bir elinde gemici feneri, ötekinde değneği, üçlüden ayrılıp yanıma geldi.

- Bana bak, bacaksız! Ahırı yıktırırsan, yaptığın hırsızlığı babana söylerim. Ona göre. Tamam mı?

Dursun Teyze, bahçesine girilmesinden pek hoşlanmazdı. Oraya giren çocuklara çok kızar ve onları bazen taşla, bazen de sopasıyla kovardı. Şubat gelince, çiçeklere bürünen ve mart içinde iri iri çağlaların yüküyle yerlere kadar eğilen kocaman badem ağaçları vardı. Çağlalar, «Ye beni, ye» der gibiydiler ama onları yakalanmadan yemek, bayağı zor olurdu.

Bir gün, yerde görülürüm korkusuyla ağaçlardan birine tırmandım. Tepesine varınca dalın birinin üzerine oturmuş, çağla devşiriyordum. Dursun Teyze, beni görüp ağacın altına gelmiş, bağırıyordu:

-İn aşağı, bacaksız!

İnmeye başladım. Çok korkuyordum. Ah, kanatlanıp bir uçuverebilseydim! Derken, bastığım dal kırıldı ve sırt üstü düştüm. Çakılıp kaldım yere. Ağzım kocaman açılmış; nefes almakta zorlanıyordum, sanki dilim boğazıma akmaya başlamıştı. Bir anda dünyam karardı.

Sopası elinde, sert bakışları üstümde, Dursun Teyze bağırıp duruyordu:

- Vurayım mı sopayı? Bir daha çıkacak mısın ağacıma?

Ellerimi havaya kaldırmış, ona yalvaran gözlerle bakıyordum. Bir ter boşandı ve ölüm beni bir hışımla sıyırıp geçti.

- Kalk ayağa, diyorum sana.

Zorlanarak kalktım. Sık sık nefes almaya çalışıyordum. Üstümü başımı silkeledim.

- Tövbe et. Bir daha yapmayacaksın değil mi?

- Vallahi billahi, bir daha yapmam.

Değneğini popoma vurdu. Ama acıtmadı.

- Bahçemde seni bir daha yakalarsam, bacaklarını kırarım, anladın mı? Çabuk defol buradan.

İpinden boşanmış dana gibi koşmaya başladım.

Aynı akşam, Dursun Teyze, yemek saatinde, titreyen elinde içi turşu dolu bir sahanla bize geldi. Sofraya davet edildi. O da otururdu. Yemekte göz göze geldik. “Babana söyleyeyim mi” dercesine bakıyordu. Söylerse, babam kemiklerimi kırardı. Yemek süresince diken üstünde oturup durdum. Babam camiye gitmek üzere dışarı çıkınca ancak rahatlayabildim.

Dursun Teyze, yemekten sonra, biraz kestirdi. Uyanınca, gemici fenerini aldı, yaktı ve yalnızlığı ile baş başa kalmak üzere evine çekip gitti.

Hava kararmaya başlamış, az önce esen meltem de durmuştu. Dağdan serin serin gelmeye başlayan esintiyle birlikte, anam da ahırın damındaydı. Hep bu saatlerde, ahırın üstüne bir çul serer ve yemeğini orada yerdi.

Dürüye Teyze ile Dursun Teyze el ele vermişler ahırın etrafında dört dönüyorlardı.

- Yıktırma, oğlum, yıktırma! Yapma, oğlum, yapma!

Annem fırladı yerinden, o da katıldı onlara

- Yıktırma, oğlum! Ne zorluklarla yaptırdık, biz onu. Yıktırma bu ahırı. Eğer yıkarsan, bizim mezarımızı da yıkmış sayılırsın. Günah olur, günah! Hem burada oturması, çok güzel oluyor.

Bir sivrisinek kulağımın dibinde « dın » dedi. Bir başkası ısırdı beni ve kanayan yüreğimden bir damla kan yuttu.

Genç yaşta ölen babam dikildi, bu kez de karşıma. “Her şeyin, bir sonu vardır. Doğrular zamanla değişir. İçinden geleni, doğru bildiğini yap. Fazla düşünme. Güzele giden yolda her zaman çeşitli engellerle karşılaşır insan. Kararsızlık çok kötüdür, zarar verir insana. İyice düşün. Başkasına zarar vermeyecek şekilde ver kararını ve dönme kararından “ dedi ve ekledi “Rahat bırakın çocuğu, haydi, herkes evine.”

Güneşle birlikte işçiler dikildi kapıma. Kiminin elinde kazma, kimininkinde kürek, başladılar yıkmaya ahırı. Gözlerim buğulandı. İki damla gözyaşı, anılarla birlikte toza toprağa karışıp yok oldu...

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..