Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Nisan '08

 
Kategori
Felsefe
 

Aklından ruhu üşüyenin burnundan dili akarmış

Burun. Koku. Burun direği. Leş gibi koku. İnsanın ‘leş gibi kokudan burnunun direği kırılmak’ ya da ‘burnu düşmek’ gibi bir deyimi yaşayıp kabullenişinin hikâyesine bir göz attığımızda, aklımızı şu masalımsı anlatının gizli mesajını çözüp anlama derdiyle başbaşa bırakmak zorunda kalırız:

Zaman ‘akıl’ ve ‘dil’in (dil derken ‘lisan’ anlıyoruz) atalarının peşine düştükleri zaman, mevsim ‘akıl’ın ‘dil’e, ‘dil’in de ‘akıl’a kendi atasının daha yüce olduğunu kanıtlama ihtirasıyla yanıp kavrulduğu mevsim, gün ise ‘akıl’ ile ‘dil’in karşı karşıya oturup, ataları konusunda birbirleriyle iki âşık gibi atıştıkları gündü. Aklın aklından neler neler geçiyor, dilin dilinden neler neler dökülüyordu. Aklın atası aklın alamayacağı, dilinki de dilin dile getiremiyeceği kadar yüceydi. Akıl da atanın en güzelini, en yücesini, en kutsalını, kendinde biliyordu, dil de. Akıl da ‘ben doğru izdeyim’ diyordu, dil de.

Gelgelelim, bir başkasına üstünlük sağlamak ihtirasıyla yanıp kavrulan birinin yapamayacağı tek şey (kendisine) susmaktır. Bu yüzden de akıl dil üzerindeki hâkimiyetini mutlaklaştırmak için düşünceler sıralarken, dil de aynı sebepten akla dil döküyordu. Uzun lâfın kısası, akıl dili, dil de aklı avlamak için pusuya yatmıştır. Ancak bir yönden akıldan dile, diğer yönden de dilden akıla giden yolun bir yerinde bir arıza vardır. Susamamaktan, susup dinleyememekten kaynaklanan bir arıza. Bunun ne akıl farkındadır, ne de dil. Pusuda yatanın gözü etrafında olup biten her şeyi görür, fakat yattığı yolun sonuna kördür. Kendisine varacakları bekler, ama kendisi nereye varacak düşünmez. Bu yüzden de ne akıl, ne de dil, pusuya yattıkları yolun arızalı olduğunu bilmez. Akıl ve dil bunu bilmedikleri için de tamirat ne gibi bir techizatı gerektirir, düşünmezler. Aklın ve dilin arızalı yolunda da ne akıldan dile, ne de dilden akıla ulaşmak mümkündür. Yol arızalıysa iletişim de arızalıdır. Arızalı yol üzerinden de sağlam buluşmalar mümkün değildir. Sağlam buluşma olmayınca da sağlıklı iletişim mümkün değildir. Sağlıklı iletişim olmayınca da bir şeyin kanıtını getirmek mümkün değildir.

Şimdi, akıl yolun bu sonunda, dil diğer sonunda beklediği, ‘diğeri gelsin...’ nazına takılı kaldığı, yola koyulmaktan kaçtığı müddetçe, bu yolun aslında ârızalı olduğunu ikisi de öğrenmeyecektir. Birinden biri bilse bile, ‘acaba diğeri gelmek istedi de gelemedi mi?’ sorusunun muhtemel cevabının ‘evet!’ olabileceği ihtimâlinin kendisini otomatikman kötü yerine koyması düşüncesinden kurtulamayanın doğal mütevazılığına bürünmek zorunda kalacaktır ki, sağlıklı iletişimin yerinde varlığının ilk yasası da budur: iyi niyet!

Şimdi bu ikisi, akıl ve dil, yattıkları pusularından kalkıp, birbirine gitmeyi akıl (ve dil) edemedikleri, ama birbirlerine bir şey anlatmaktan da vazgeçemedikleri için, sonunda ne düşünen aklın tam aldığı bir dilde, ne de konuşan dilin tam dile getirebildiği akılda bir iletişim şekli uydurmuşlardır kendilerine; uymasa da uyan. Ve bu özde arızalı iletişim şeklinin esaslarına göre ‘doğru’larını belirlemişlerdir.

Nasıldır bu aklın almadığı bir dildeki ve dilin dile getiremediği akıldaki iletişim şekli? Nasıl olursa olsun, sonunda bünyesindekilerine ‘leş gibi kokudan burnumun direği kırıldı’ dedirtebilecek kadar esnektir. Bu esnekliktir iletişim şeklinin en katı özelliği. Aklımızı çözüp, anlama derdiyle başbaşa bıraktığımız anlatımızın gizli mesajı ‘doğruların esnekliği’dir.

Koku gelsin burnun direğini kırsın; olacak iş mi canım?! Koku nasıl bir yumruk, gülle ya da sille gibi burun direğini kırabilir?! Bu deyimle aklımızın boş tuvaline boylu boyunca yayılmaya aday resme iyice bir bakmak gerekir. Hem şöyle alıcı gözlerle:

Bu deyimin altına akıl ve dil sanki birlikteliklerinin daimiliğinin maddelerini dile getirirmişcesine imzalarını geçmişlerdir. Sanki ‘işbu deyimle birlikteliğimizin kabulünü arz ederiz’ der gibiler. Mevzu bahis birlikteliğe bir bakalım. Acaba insan neden ‘şaka’ da olsa, ‘canım, lâfın gelişi...’ de olsa böyle imkânsız dediği fenomenleri dilinden düşürmez ki? Neden aklını şekillendiren düşüncelerinden ‘saçma’ ya da ‘mantıksız’ dediği noktaları ayıklayamaz ki? Neden daha dün nobel ödülü almış bir bilim adamı, burnuna gelen leş gibi bir kokuyu algılar algılamaz tüm samimiyetiyle ‘burnumun direği kırıldı’ gibi bir deyime sarılarak esasında saçma sapan konuştuğunu ya da düşündüğünü duymamazlıktan ya da bilmemezlikten gelir ki? İnsan her ağzından çıkana inanmamalı, her dediğini ciddiye almamalı mı yoksa? Yoksa her şeyi ‘dilsel yalan’ının bir başka sûreti ‘mecaz’ın marifeti diye kesip atmalı mı? Yoksa, şaka bir yana, gerçekten de kullandığı deyimin mesajı doğru mudur, yani ‘leş gibi koku’ hakikaten burnumuzun direğini ‘küüüt!’ diye kırabilir mi, ya da kırıyor mu? Hayır, ne biri, ne de diğeri, değil mi?! Acaba namazdan bile geçebilen insanın mecazdan neden geçemediğinin kökünde ciddiye alınması gereken bir mesaj mı saklı? Evet! Kesinlikle evet!

‘Burnunun direği kırılmak’, ‘burnu düşmek’. Bu deyimi anlatırken, ki bu daha önce deyimin en azından asgarî mânasını anlamış olmayı önkoşar, bildiğiniz dünyevî olasılıklarla debelleştiğimiz mekânı gerinizde bırakmanız gerekir. Bunu başardığınız, yani mantığınzın sizi inanmamaya sıkıştırdığı fenomenleri ‘neden olmasın’dan sıyrıp ‘aaa oldu ya’ya geçirdikten, sırtladıktan sonra gözlerinizin önüne seriliveren manzarayı tasvir edebildiğiniz an, bu deyimle ilgili bir şey söyleme cürretini kendinize mütevazı bir davranışmış gibi kabul ettirebilirsiniz. Mevzubahis cürretle söyleyelim o zaman: Deyimler neden hep böyle derin ve karmaşık fenomenleri en sade, su halinde dile getirebilme gücüne sahiptirler? Neden deyim insanın doğrusunun yarısı yalan bir bilgiyle de olsa vazgeçilmez öğelerinden biri olabilmiştir? Çünkü yaratıcısı öyledir de ondan! İnsan öyledir de ondan! İnsanın doğasının sanki bir yarısı doğru bir yarısı yalan gibidir! Kimilerine göre ‘gibi’ değil, ‘öyle’dir! Bedeni buradadır da, ruhu nerededir? Aklı buradadır da, fikri nerededir? Aşkı buradadır da, sevdası nerededir? Soruların bir yarısının cevabını diğer yarısının anladığı bir dile çeviremedik gitti! Deyimlerin ana mesajı şudur: ey insan, senin bir yanın doğruysa, bir yanın da yalandır. Şimdi ne bir yan her şey doğruymuş gibi yapsın, ne de diğer yan her şey yalanmış gibi. Doğrun ne kadar gerçekse, yalanın da o kadar gerçektir! Kimine göre de ‘doğrun ne kadar yalansa, yalanın da o kadar gerçektir’dir. Ama bu gerçekten çıkar sağlamak isteyen ebediyetin elçileri kâbus tüccârları avcunu yalasın. Biline ki, ‘gerçek yalnızca bende’ diyerek ‘ruh ayartanlar’ın oyunu, artık talep görmeyecek kadar eski, modası geçmiş bir ürün olmuş olması gerekir. Ama nerdeee? Her şey aynı; her şey hâlâ mîlâttan önce. Ama asıl önemli olan bu ürünün son modelidir. Yani bizi bekleyen bir sonraki, üst doğrudur. Bu üst doğru sayesinde daha doğru ile yalan olgularına belki daha niceleri eklenecek. Ve yine her bir olgunun bir tarafı doğru bir tarafı yalan olacaktır. Ve yine ‘gerçek yalnız bende’ diyerek ruhumuzu ayartmak isteyenlerle vicdanî pazarlığa oturacağız. Ya da oturmayacağız! O zaman zaten ‘amenna!’ değil mi?!

‘Burnunun direği kırılmak’, ‘burnu düşmek’. İşte bu deyime sebep kokuyu katlaya katlaya aklın dahi alamayacağı büyüklüğe yetiştirebilen tek olgu insanın kalbinin büyüklüğünden beslenen fantezisidir. Böyle bir ihtimâli bir dereceden sonra mutlaklaştıran olgu da fantezidir; insanın tasavvur edebilme kabiliyetidir. Fantezisi sayesinde aklının kapasitesini aşan şeyleri en basit şekliyle materyalaştırır. Bu yüzden de kokunun bir gülle gibi burnunun direğini kırdığı resmine bakar. Koku sıfatının derecesini aklını aştığı için etkisini gözden kaybetmemek için materyal bir etkinin hissel boyutunu tespit eder. Yani deyimle söz edilen ‘leş gibi koku’ değil, bu kokununun alabileceği ‘leşlik derecesi’ni kestirememekten o derecesine burun direği kırar özelliğini yakıştırmaktır. Hani bir de ‘burnunda tütmek’ deyimi vardır. Bu deyim insanın ‘burnunun direği kırılmak’ ya da ‘burnu düşmek’ deyimleriyle yola koyulan fantezisinin estetiğinin görünen ve bilinen en yüksek doruğudur. Neden mi? Çünkü bu deyimde insan ‘iyi’dir, ‘güzel’dir, hem de ‘kötü’sü de, ‘çirkin’i de. Bu deyimde insanı sömüren kötülükten eser yoktur. Yalan doğru hâlâ koyun koyuna olduğu halde. Gönül isterdi ki her insanın bir burnunda tüteni olsun. Olsun da akıl ve dil birbirlerine kavuşsun.

Kısacası aklın da dilin de atası insandır, inanmayan burnuna sorar...!

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..