Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mart '08

 
Kategori
Öykü
 

Aksaray, bu yöndeki son istasyondur!

Aksaray, bu yöndeki son istasyondur!
 

Merdivenlerden indi, pembe demir kapıyı yavaşça açtıktan sonra, dışarı çıktı, kapının kapandığından emin olmak için eliyle geriye doğru itti, apartman sakinlerinin güvenliğini sağladığından emin olduktan sonra, bağcıklarına baktı, henüz çözülmemişlerdi, daha münasebetsiz bir yer bekliyor olmalılar, diye düşündü. Minibüs için bozuk parası olup olmadığını kontrol etti, bütün parayla araca binmek, minibüs şöforünden bile daha çok rahatsız ediyordu kendisini.

Sol cebindeki bir bucuk yeni türk lirası, onu oldukça mutlu etti, muhatap olunacaklar listesinden bir kişi daha eksilmişti, kimsenin ağız kokukusunu çekmek istemiyordu, ağızlarla dolu bu şehirde. Kurşunsuz pencereler kadar zararsız olmak için çabalıyordu çevresine, bu gereklilikten uzak hassasiyetle kendi bünyesini kurşunladığından habersiz miydi, yoksa bilnçli miydi, bu kendini yok ediş?

Müsait bir yerinde indi yolun ve müsait yerinden yürüdü kaldırımların, aynı kadın aynı dükkanı bu sabah yine açmıştı. Yağmur başladı, tedbirsizdi.

Adımlarını hızlandırdı, paçaları çamur olmasın diye önce arkalarını yere bastı ayakkabılarının, bağcıklarının çözüldüğünü fark etti, suçlu aramıyordu...

Geçitin üzerinden arabalara baktı, trafik olacağını düşünerek metroyu tercih etti, sarı çizgilerin hayli gerisindeydi, inenlere yol verdi, acele etmedi, köşeler bir önceki duraktan kapılmıştı. Artık her yer aynıydı!

Dün aynı güzergahta, on üç sayfasını okuduğu kitabın, tamamını çıkardı çantasından. Okuduğunu düşündüğü yerleri el yordamıyla çevirdi, bilmediği yere gelince durdu ve okumaya başladı, ayraç kullanmalıydı!

Güzel bir kız bindi; yanakları soğuktan kızarmış, yazıldığı kadar, güzel okunan, güzel bir kız.

Kitap, insanların kitaplarda kendilerini okuduklarından bahsediyordu yazılanları kendine yorduklarını, kahramalarını sevdiklerine benzettiklerini.

Kim bilir ne hikayeleri vardır diye düşündü, gördüğü kısımları güzel kızın! Kim bilir, nerededir hikayesenin beyaz atlı prensi?

Hikayesiz biri bulmanın zorluğunu düşündü! Tüm hikayeler, bir önceki duraktan tutulmuştu, şimdi her yer aynıydı!

Neresinde dursa sevdanın, hep abesle iştigaldi, hep yakışıksızdı.

Bakalım bir manava uğramadan anlatabilecek mi, bir sonraki durakta inecek kadar güzel duran bu misafiri, hazırlıksız yakalanan ev sahibi? Elma yanaklar, kiraz dudaklar klişelerine girmeden, bakalım Proust’un gözüne girebilecek mi?

İlkin görünmüyorlardı, sonra eliyle ardına attığında, birkaç kez boyanmış gibi duran saçlarını, ortaya çıktı, söylenen her şeyi duyacakmış gibi duran kulağı, geçtiğimizde; araca bindiğinden bu yana, konmuş ikinci durağı.

Dudakları birbirene sanki yapışıktı, içindekilerin okunması şüphesiyle sıkı sıkıya kapatılmış bir mektup zarfı gibiydiler, burnu; birinin nerede bittiği, diğerinin nerede başladığı belli olsun konulmuştu gözlerinin ortasına o kadar düzgün, o kadar düz bir burun...

Bunun bir aşk hikayesi olmadığını anlamıştı; o ona dek, kendi gitmesi gereken durağın, gelmesini beklemekten başka, hiçbir şey yapmayan adam.

Bir adam, bir kadını tanımaya çalışıyordu!

Bir kadın, göründüğü kadar güzel olabilir miydi, göründüğü kadar çirkin? Kulak, burun, boğaz doktarların işi diye düşündü, görünenin ardına bakmalıydı, vitrinin ön tarafına dikkatle dizilmiş kalem ve defterlerden ibaret olabilir miydi, koca bir kırtasiye dükkanı?

Hiç kimse göründüğü kadarıyla var değildi, bizim baktığımız kadarıyla da. Yabancıların, yabancılarıyız! Yabancılara, yabancıyız, dedi.

Sonra onu hatırladı kendi bir önceki durağını, elini gözlerini ve dudağını.

Bir ara, bağcıklarıma bakmak için başını eğdi!

Güzel kız inmişti!

Kendi durağına dönmek için sonsuz bir istek duydu.

Kendi hikayesinine...


Düz dümdüz, bir burun gibi, iki gözü ya da iki suyu birbirinden ayıran bir burun, mutlulukla mutsuzluk arasındaki, ümit burnuna.

Dönmek istedi.

Daha önce gidilmiş bir yolda hissetti kendini, kim bilir kaç hikaye vardı böyle, kendinden önce ve esnasında ve ondan sonra da olacak olan esasında.

Birileri öyle, birileri böyle davranmıştı, birilerinin burnu kemerleri, ötelekilerinin düz, kimisininki yaz bitmişti hikayelerinin, kimisininki güz...

Ama hep aynı hikayeler, yaşanışları farklı, yaşayanları farklı, yolları yordamları farklı, ama hep aynı hikayeler.

Özneleri ayrı, yüklemleri hep aynı hikayeler!

Kiminde prens olan ötekinde cüce, birinde yerle yeksan, ötekinde yüce.

Göründüğü kadarıyla var değil hiçbir hikaye, hiçbir masal!

Biz masalın sonunda prensle prensesin evlenip, mutlu oldukları bilgisine ulaşırız. Yan karakterlerin istikbali ya da haletiruhiyeleri hakkında fikir sahibi değilizdir. Belki de cücelerden biri prensesi çok sevmiştir, prensten bile çok. Ve prenses gittikten sonra, bunalıma girerek pasiflora kullanmaya başlamıştır. Bundan haberdar etmez bizi masallar, yazarın baktığı tarafından görürüz, yazanın baktığı taraftan, hep özneldir hikayeler, anlatana özeldir.

Bunu merak ediyorum, dedi. Mutlu sonla biten masallardaki, mutsuz insanları! Mutluluğun göreliğini, bakıldığı yere gore değişikliğini, ötekileri merak ediyorum, diğerlerini, göreli kaybedişleri…

Şimdi geri dönebilsem, dedi. İnip karşı tarafına geçsem istasyonun ve geri dönebilsem, bir önceki durağıma!

Neyi değiştirebilirim?

Beni sevmeyen birine, sevdirebilir miyim ki kendimi?

Yeniden başlayarak ve ona giden yolları bilerek, artık oraya çevirek direksiyonumu, şimdiki aklımı alarak yanıma! Coğrafyalardan ve etnik kimliklerden bağımsız bir kurnazlıkla!

Değiştireblir miyim fikirlerini?

Zamani geri alarak, geri alabilir miyim, kendi zamanı mı?

Aklı başka yerlerde olan bir prensesin aklına girmeye çalışmak! Aklı başında adam işi mi?

Anlatmadığı tarafları boğazında düğümlendi hikayesinin, gözleri ıslandı, akşam çok iyi uyuyamamış gibi yaptı!

Esnedi, yazıldığı gibi kabul etmedi hikayeyi, kelamı ve kalemi yanına alınca, hikaye biraz esnedi.

Kamerayı Grimm Kardeşlerinki’nin tam karşına dikti ve motor dedi; cücenin başrolde oynadığı, bir pamuk prens masalına!

Gurbetten, nicedir görmediğimiz bir akramızın gelişiydi aşk... Heyecanlı, hesapsız, tutkulu, birdenbire, kapının önünde...

Bu sefer de cücenin kapısındaydı aşk, seviyordu prensesi. Ne prens, ne Grimm Kardeşler, ne de onların masalı, ilgilendiriyordu cüceyi...

Bağırdı cüce, sesini duyurabilmek için prensese. O da biliyordu, hikayeyi değiştirmenin güçlüğünü, dünyadaki genel kabulü, kendi prensesini aramalıydı, kendi hikayesini, bu hikayede mutlu olacakların isimleri, evvelden belliydi.

Bağırdı, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, prensesin onu duymayacağını bile bile...

Peki ama niye? Duymayacağını bile bile, niye bağırdı cüce?

Bir umuttu işte. Belki, duyar diye!

Kendi adımlarının peşinden koştu, istem dışı çarpışları kalbini ağzına getirdi, sitem dışı konuştu, kendi gözlerindeki yeşili döktü, onun gözlerindeki yeşili görünce, aklında ne varsa unuttu, sevgili; önündeki işi bitirip, ona dönünce.

Daha önceden defalarca konuşulmuş, aslına bakılırsa defalaca susulmuş…

Bir ihmital, bir olabilirlik, bir olmayabilirlik yol verir söze, sözün yolunu açan ihmalller. “Olmaz”lar “katiyen”ler doktorsuz bir tıp oyununun ön şartlarıdır.

Guatrdan bağımsız bir şişlik çöker, gırtlağın üzerine, söylenecek çok az söz vardır, sevgilinin olmazının üzerine.

Olmaz dedi, sevgili. Olmaz dedi, prenses. Bir es verdi, sonra bir ses verdi, sonunda yine olmaz, dedi.

Sustu cüce.

Tüm dertlerini, tüm sevgilerini anlatmak için sadece bir cümlesi olan, her bir şeyi, bir seferde yapmaya çalışan, her şeyi, hep birini, yarım yapan, eksik kalan, eksik bırakılan, eksik bırakan, bir cümlede cüce bir diğerinde dev olan, öyle gören, öyle görülen, ama hep göründüğü gibi olmayan, gördükleri; her zaman gördüğü gibi olmayan, atıl sevgiler mimarı, korkak, korunaklı, bolca arka sokaklı, kararsız, karanlık, bağcıkları hep ıslak, kimi zaman mutluluktan, kimi zamandan biraz daha çok zaman, mutlu olamamaktan, gözleri hep ıslak, boyalarını başkalarının resimlerini yapmakta harcamış, ömrünün boyasız bir yüz bulmakta harcamış, ana karakterlerinden aldığı güce dayalı bir bir prenses masalında, göreli bir cüce, görmeyeli epey büyümüş bir cüce!

Sustu, cüce.

Söz alıp bir şey dese, parmak kaldırıp söze girse, ne derdi sizce?

Bir şeyleri tamamıyla güne kavuşturcak bir tümce kurmak isterdim, içimde ne varsa güne kavuşacak, bitince.

Yanlış nesnelere özne olduk. Hep kendi gözlerimizden baktık, öznel olduk, uzak kaldık bu günlere, bize daha benzediğini düşündüğümüz günleri özler olduk, dedi. Sözü sevdi, devam etti cüce:

Bir cümle kurmak isterdim, bir ev gibi, her şeyini, yerli yerine koyduğum, her şeyini yerli yerine koyduğumuz, pempe panjurlu, içinde biraz aş, biraz aşk olan, bir ev gibi, öznesi biz olan, bizi; sen ve ben olan, içinde senin benim olmayan, bir ev gibi. Cümle aleme duyurmak isteğim, ev gibi bir cümle, dev gibi bir cümle…

Sevgili, sevgilim, sevgimin sahibi, sahibesi, aşk umutlarımın rahibesi...

Bir gün böyle şeylerden konuşmalıyız senle, ama şimdi değil, daha geniş zamanlarda, "ne zaman size gelsem, evde misafir olduğu bir yüzyılda değil, " daha geniş zamanlarda, grimm kardeşlerin rollerimizi bu biçim yazmadığı bir masalda, bir yüzyılda, beklemek gerekse de bir yüz yıl daha, konuşmalıyız, ama şimdi, susmalıyız, dedi. Sustu, yeniden.

Gurbetten, nicedir görmediğimiz bir akramızın gelişiydi aşk... O akrabanın, izni bitiyor bir gün... Geldiği gibi, ansızın kalkıp gidiveriyor...

Geldiği gibi, aniden kalkıp gitti aşk, kalkıp gitti prenses.

Cüce serpti tüm sularını, Alman plakalı, Mercedes arabanın üzerine...

Gitsin, ama çabuk gelsin diye... Aynıyla gelmeyecekti prenses.

Başka biri siluyetinde BELKİ, aynıyla gelecekti aşk, kim bilir!

Aşk kimdir, kim bilir!

Aşk, bir akıl çelmesidir, kim bilir!

Maşrapaya damlayan, gözyaşlarını sildi ve şöyle seslendi, gidenin ardından:

"Sen, güzeldi. Ve şimdi sensizlik de..."

Sevgiliyi, kendi işlerinde ve kendi yolunda bırakarak yoluna koyuldu, artık üzerinde onun olmadığı bir yola, yolculuğa…

Başkalarının vardığı, daha başkalarının daha sonraları varacağı, kendisinin ne zaman varacağını bilmediği, sona koyuldu…

Bağcıklarına bakmak için başını eğdi, masalının bittğini prensesin gidişiyle öğrenmişti, ardından kendi gidişiyle, gidişleriyle velhasıl, yolun bittiğini de, Vatman’ın iç anonsuyla öğrendi: Aksaray, bu yöndeki son istasyondur…


 
Toplam blog
: 25
: 764
Kayıt tarihi
: 30.08.06
 
 

22.09.81 İstanbul doğumluyum. 26 seneye, İstanbul'daki üç semti sığdırdım: önce Kocamustafapaşa, son..