Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mayıs '11

 
Kategori
Öykü
 

Alabulus

Bahar mevsimi yakıcı olmayan sıcaklığını uçsuz bucaksız yeryüzüne cömertçe aksettiriyordu. Sabahın bu erken saatinde, dört bir yanı bir senfoniyi aratmayan ve adeta çıldırmışçasına bir neşe içinde olan kuşların cıvıltıları sarmıştı. İç Anadolu’yu bir evlat sıcaklığı ile kucaklayan Kızılırmak boyunca sıralanan köylerin hiç birinde, o zamanlar ağaç olmadığı için; olmayan bu devasa bitkilerin tomurcuklar halinde yaprak veya çiçek açtığı da görülmüyordu. Kuşlar ağaç dalları yerine evlerin çatılarına ve saçaklara konuyorlardı. Köyün dışında veya yakın çevresinde yer alan ekin ve tarlaları bütünü ile kaplayan ve daha bir kaç hafta öncesine kadar beyaz çarşafları andıran karlar, büyük bir oranda erimiş, ancak epeyce uzaklarda yer alan bir kaç yüksek tepede öbekler halinde, bahar mevsiminin ılık güneşine karşı direnmeye devam ediyorlardı. Fakat bu direnme esnasında toprak yer yer erimemek için mücadele eden karlara karışmış olduğundan, dalgalar halindeki bu kalıntılar kar beyazlığını yitirip, kirli bir beyazlıkla yetinmek zorunda kalmıştı.
Evimizin çatı katına konan kuşların cıvıltıları beni de sabah vaktinin o derin ve tatlı uykusundan etmişti. Melodiler halinde gelen kuş cıvıltılarından elbette şikayetçi değildim. Kuş cıvıltılarını akortsuz ötüşleriyle sabahın köründe öten, alları ve de pullarıyla caka satan, çirkin ibikli horozlara tercih ediyordum. İyi ki uyanmıştım. Aslında benim de kalkıp okula gitmem gerekiyordu. Henüz sekiz yaşındaydım. Beni ilk defa görüp, baştan ayağa değin süzenler; kafamın kocaman denen cinsten olduğunu, gür kaşlarımı, küçük koyu kahve rengi gözlerimi ve kısa bacaklarımı hemen fark ediliyorlardı. Yaşım küçük olsa da, bende bedensel gelişim konusunda pek bir umut olmadığı tıpkı “Perşebenin gelişinin Çarşambadan belli olduğu” gibiydi. Zaten öyle ahım şahım veya dalyan gibi bir delikanlı olamayacağım şimdiden ve var olan her halimden belliydi. Olsaydı elbette iyi olurdu, herhangi bir itirazım vallahi de billahi de olmazdı. Fakat olmayınca da olmuyor ve vermeyen Allah her ne hikmetse vermiyordu. Varsın olmasın, varsın vermesin, bu durumda biz de var olanla yetinecektik.
Hafiften çapaklanmış küçük gözlerimi ovuşturarak kardeşlerimle yatmakta olduğum; kalın yer yer yumrular halinde insana rahatsızlık veren yün döşeğimde bacaklarımı uzattım. Daha sonra uzandığım yerden, uykumuzda korkmayalım diye, annemin kenarına kespikler (midye kabuğuna benzer iç kısmı tırtıllı olan bir deniz hayvanının kabuğu olsa gerek) diktiği allı güllü yorganı üzerimden atıp, bir süre gerinmeden sonra yataktan çıktım. Yeşil renk bir litrelik hakiki rivyera Kristal marka zeytinyağı tenekesindeki buz gibi soğuk suyu, aceleyle yüzüme bir iki çırptıktan sonra; bir zeytin tanesinin üç defa ısırılıp, bir tomar yufka ekmeğe katık olduğu, fakirce bir kahvaltının ardından, yine okul yolunu tutmam gerekiyordu. Köy okulu bize biraz uzakçaydı. Yaklaşık bizim evden bir kilometre mesafede, köy mezarlığının olduğu yerdeydi. Kısa bacaklarımla adımladığım bu yol, bu durumda uzun bacaklı bir yaşıtıma göre daha uzun sürüyordu. Günlerden Pazartesiydi. Kışı atlattığımız için okula ısınmak maksadı ile tezek ve gaz yağı götürmemize gerek kalmamıştı. Fakat haftanın her ilk günü sınıflara askeri bir düzenle girmemiz gerekiyordu. Dünyada hiç dostu olmayan bir milletin evlatları olarak asker doğmuş olan bizler, öyle de ölmemiz için de canımızı dişimize takmamız gerekiyordu. Uygun adım marş yürüyor, sağımızı solumuzu daha tam kestiremeyecek bir yaşta bu komutların verildiği yönlere kazık yutmuş gibi dimdik, bakışlarımıza anlam veremediğimiz bir gururu da ekleyerek, olduğumuz yerde dönüyor, kıtalar ve mangalar halinde çocukluğumuzdan bihaber bir şekilde durup kalkıyorduk. Cılız düşük omuzlarımızda tüfeklerimiz ve ayaklarımızda postallarımızın eksikliği bariz bir şekilde göze çarpıyordu. 


Okula gelirken hep Hesko’nun oğlu, benden bir iki yaş ve boyca da bir hayli büyük olan Koco ile karşılaşmayı umut ediyordum. Tam Fahrettin’in evini geçmiştim ki Koco’nun geriden geldiğini gördüm. Koco her sabah cebinde avuçlar dolusu siyah kuru üzümle gelir, yol boyunca onu yer ve okulda bu hazinesini de sadece benimle paylaşırdı. Üzümlerin tadı ve içinde bulunan çekirdeklerinin dişlerimiz arasında kırılırken çıkardığı ses çok müthiş hoşumuza gidiyordu. Koco’yu biraz bekledim ve daha bir iki adım kala iri elini cebindeki ganimetimize daldırıp, payıma düşen avuç dolusu kuru üzümümü verdi. Aslında neredeyse okula geç kalmak üzereydik. Okul önünde sıraya girmek için kaynaşmaların olduğunu görünce, üzüm yemeyi bırakıp, okula doğru koşturduk. Koco’ya yetişmem biraz zordu. O bana kıyasla çok büyük adımlarla koşturuyordu. Tüm gücümü toplayıp; 


‘Koco dur bekle beniii!’ demek zorunda kaldığımda, biraz yavaşladı ve ben yuvarlanırcasına nefes nefese kendisine yetiştim. Okulun önüne geldiğimizde tüm öğrenciler sıralar halinde ip gibi dizilmişlerdi. Önce kollar bir önündekinin omuzuna gelecek şekilde uzatıldı. Ardından hazır ve rahat olundu ve derken yer yer budaklı uzun eğri büğrü kavak ağacından bayrak indirilirken istiklal marşı okundu. Çalışkanlığımız, doğruluğumuz, küçüklerimizi seven, büyüklerimizi sayan ve Türk olmamız dolayısı ile duyduğumuz mutluluk bir kez daha hafızalarımıza kazındıktan sonra, sıralar halinde sınıflara girmemiz istendi. İki erkek öğretmen aynı derecede mekanik bir soğuklukla kapının önünde dururken, öğrenciler her zamanki rutinle, iki kolunu öne doğru uzatıp, ellerinde katlanmış olan cep mendillerini gizleyecek şekilde gösterip; tırnak ve saç kontrolünden büyük korkularla geçmeye başladılar. Sanki ilkokul öğrencileri değil de, birer kürek mahkumuyduk. Benim mendilim ve tırnaklarımla ilgili bir sorunum yoktu, ama saçlarım biraz uzunca gibiydi. Korkuyla sıranın bana gelmesini beklerken ayaklarımın titrediğini fark ettim. En nihayetinde gardiyan görünümündeki, küçüklerini çok seven öğretmenin bakışları gelip saçlarıma kenetlendi. İlk iş olarak hemen sağ kulağımdan kavrayıp kendine doğru çekerek, ben küçüğünü ne kadar çok sevdiğini ortaya koymaya çalıştı. Kulağım kopacak gibiydi. Gözlerimin önünde sayısız yıldız uçuşup duruyor, kafam zonkluyordu. Sol elinde tuttuğu makasla, kulağımı bırakmadan ve can havliyle ben de yukarı doğru tırmanırcasına ayaklarımın ucunda yükselip, acıyı daha az hissetme çabası gösterirken, saçlarımın ön kısmında bir iki makas darbesi ile çizgiler halinde eşek traşı denilen türden kesti. Ben acıdan kıvranırken, cılız bir sesle: 


‘Örtmenim arka taraftan keser misiniz, saçlarımı alabulus yapacağım da.’ demeyi de unutmadım. Sen misin lan saçlarını bir de alabulus yapacaksın dercesine, inadına daha çok önden kesip, kulağımın çekiştirilmesine de biraz daha acıtacak kadar hız katıp, bu model traşı olmamın önüne geçti. Alabulus denilen ve Amerikan modeli olduğu söylenilen ön kısmı hafiften uzun saç kesimi de ta Amerika’dan okyanusları aşıp, Camili Köyüne kadar Amerikan yağı, süt tozu, unu ve diğer insani yardımlarla birlikte, kaşımızın kalın ve karalığı da göz önünde bulundurularak gelmişti. Eti öğretmenimin, kemiği babamın olduğu bedenimin bir parçası olan kulağımı şefkatlı ellerden kurtardıktan sonra, kafamın sağ yanında oluşan bu kızıl gülü oğuşturarak, tekrar eve döndüm. Babamdan para alıp berbere gitmem, traş olup, yeniden okula dönmem gerekiyordu. Aynen benim gibi kafalarının sağ taraflarında kızıl güller taşıyan bir kaç tane kader ortağımla, birlikte süt dökmüş kediler gibi kışlamızı ardımızda bıraktık. Babamdan para aldıktan sonra, köy camisinin yan tarafında bulunan Berber Süleyman’ın dükkanına gittim. İçeri girdiğimde Berber Süleyman ince uzun briyantinli bıyıklarını çekiştirip, başını eğerek beni buyur etti. Ani bir hamleyle, beni koltuk altlarımdan tutup, “hooop..” deyip, ha düştü ha düşecek gibi sallanan büyük ve pek çok kırlaşmış saçın döküldüğü, kalın minderli büyük sandalyeye oturttu. Sineklerin yaldızlı çerçevesini tamamen kirletip, siyah benekler halinde izler bıraktığı büyük ayada makas izlerini görünce, kulağıma kanın yeniden uygun adımlar halinde marş ettiğini hisseder gibi oldum. Berber Süleyman maalesef alabulus traşı yapamayacağını, çünkü ön kısımdaki saçların makasla çok derin kesildiğini söyledi. Hemen ardından bana sormadan, ticari kaygıdan uzak bir saflıkla sıfır numaralı makine ile saçlarımı kazımaya başladı. Kafam tüm haşmetiyle pırıl pırıl bir bal kabağı gibi ortaya çıktı. Üzgün bir şekilde berberden çıktıktan sonra, aniden cebimde bir şeylerin olduğunu fark ettim. Bunun sabah okul yolunda Koco’nun verdiği kuru üzümler olduğunu anlamam uzun sürmedi. Yine okul yoluna bu kez tek başıma yeniden düştüm ve yemekte olduğum kuru üzümler biraz olsun üzüntümü dağıtmıştı. Büyük bir çekince ile sınıf kapısını tıklatıp, içeri girdiğimde ödevlerini yapmayanlar ve okul sonrası evlerinde Kürtçe konuşup jurnallenen öğrenciler; kulakları çekilmek üzere bir tarafa ayrılmışlar ve küçük bedenlerindeki kanın gelip kulaklarında toplanmasını, sınıfta bir gülistanlığın oluşmasını bekliyorlardı. Minik bir serçe sınıfın camına konmuş, içeri doğru kendine özgü ürkek hareketlerle bakarken, küçük gagası ile habire cama tık tık vurup, adeta öğretmenin sevgi ile dolup taşan yoğunlaşmış ilgisini çelmeye çalışıyoru. 


“İç Anadolu’daki Kum Kent’ten hikayeler…” 


Aydın Yılmaz 


Amsterdam, 10 Mayıs 2009 aydin1960@live.nl 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..