Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Aralık '13

 
Kategori
Öykü
 

Alageyik sütü

Alageyik sütü
 

Bafa Gölü, Oyhan Hasan Bıldırki


Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın sözü çokmuş. Kiminin elindeki yay, kiminin okmuş. Biri tutar, biri atarmış. Kör ile yatan şaşı kalkarmış. Devir hanlar, sultanlar devriymiş. Devir şahlar, padişahlar devriymiş. Kiminin ülkesi bir avuç gökyüzü, kiminin ülkesi üç kıtada bayrak açmış. Küçük bir ülke mi desem, ne desem? Bilemiyorum. Sözümü de öteye beriye çekilmesin diye uzatmak istemiyorum.
O ülkelerden birinde yaşayan bir padişahın üç kızı varmış. Bu üç kız da birbirinden çok mu çok güzelmiş. Fakat anasız kaldıklarından mıdır nedir, bu kızların talihleri kapalıymış. Önlerine onları padişah babalarından isteyecek, siz deyin vurgunları, ben diyeyim sevdalıları çıkmamış. Nerdeyse evlenme çağları geçip gidecekmiş.
Olacakla öleceğin önüne geçilmez derler. Her şeyin bir zamanı var diye söylerler.
      İşte öyle bir zamanda padişahın büyük kızı, baş vezire kocaman bir karpuz vermiş.
      – Bu karpuzu babama ver, demiş. Yemekten sonra soğuk soğuk yesin.
      Baş Vezir, iriliğine göre hafif çeken kocaman karpuzu almış, götürüp padişaha vermiş.
      – Soylu padişahım! Bu koca karpuz size büyük kızınızın hediyesidir. Onu, padişahlar padişahı babama götürüp ver. Yemekten sonra içini serinletsin, soğuk soğuk yesin, dedi.
      Padişah büyük kızının gönderdiği karpuzu keser, bir de ne görsün? Koca karpuzun içi gitmiş, bir özü kalmış. Elle tutulup yenecek hiçbir yeri yokmuş.
      Padişah, bunun ne anlama geldiğini baş vezirden sormuş.
      – Vezirim, ne demek şimdi bu?
      Baş Vezir;
      – Kızın vaktim geçiyor, bana er bul baba demek istiyor, demiş.
      Ertesi gün padişahın ortanca kızı, baş vezire yarı kavlamış kocaman bir karpuz vermiş.
      – Bu karpuzu babama ver, demiş. Yemekten sonra soğuk soğuk yesin.
      Baş Vezir, iriliğine göre iri fakat yarı kavlamış olan kocaman karpuzu almış, götürüp padişaha vermiş.
      – Soylu padişahım! Bu koca karpuz size ortanca kızınızın hediyesidir. Onu, padişahlar padişahı babama götürüp ver. Yemekten sonra içini serinletsin, soğuk soğuk yesin, dedi.
      Padişah ortanca kızının gönderdiği karpuzu keser, bir de ne görsün? Koca karpuzun göbeği iplik iplik olmuş, kabuğuna yapışık kısmı kalmış. Elle tutulup yenecek hiçbir yeri yokmuş.
      Padişah, bunun ne anlama geldiğini baş vezirden sormuş.
      – Vezirim, ne demek şimdi bu?
      Baş Vezir;
      – Kızın yandım gidiyorum, bana er bul baba demek istiyor, demiş.
      Daha ertesi gün padişahın küçük kızı, baş vezire çok güzel olgun kocaman bir karpuz vermiş.
      – Bu karpuzu babama ver, demiş. Yemekten sonra soğuk soğuk yesin.
      Baş Vezir, çok güzel olgun kocaman karpuzu almış, götürüp padişaha vermiş.
      – Soylu padişahım! Bu koca karpuz size küçük kızınızın hediyesidir. Onu, padişahlar padişahı babama götürüp ver. Yemekten sonra içini serinletsin, soğuk soğuk yesin, dedi.
      Padişah bu defa küçük kızının gönderdiği karpuzu keser, bir de ne görsün? Koca karpuzun içi kan kırmızısı. Leziz bir karpuzmuş. Yenmeden atılacak hiçbir yeri yokmuş.
      Padişah, bunun ne anlama geldiğini de baş vezirden sormuş.
      – Vezirim, ne demek şimdi bu?
      Baş Vezir;
      – Kızın çağım geldi, bana er bul baba demek istiyor, demiş.
      Padişah, Baş Vezir’ine buyurmuş.
      – Köşe bucak dört yana, bayrağımızın dikildiği her yere atlı atsız haberciler çıkarın. Ulaşılmadık hiçbir köşe kalmasın. Ülkemizin bütün delikanlıları, korkusuz yiğitleri filan gün padişah sarayının önünde toplansın. Herkes duysun, işitsin. Padişahımız kızlarını evlendirmek istiyor. O gün orada seçim yapılacak. Duymadık demeyin. Gelmemezlik etmeyin. Bu, padişahımızın emridir. Biliyorsunuz emir, demiri keser.
      Baş Vezir, ülkenin her tarafına dili düzgün, ayağına çabuk haberciler göndermiş. Padişahının buyruğunu, bayraklarının dalgalandığı her yere hiçbir kör nokta bıraktırmadan iletmiş.
      Vakit dediğin ne ki? Gelmiş çatmış, dört bucaktan, ülkenin her köşesinden gelen delikanlılar, korkusuz yiğitler, büyük sarayın önündeki selamlık alanında toplanmışlar. Hepsinin gözleri parlıyor, kalpleri küt küt atıyormuş. Duyanlar, duymayana duyurmuş, meraklı halk, yedisinden yetmişine seyirlikte birikmiş. Sarayın tören komutanları, gençleri alay alay dizmişler. Seçmeler için tamam her şey hazırmış. Tekmil verilmiş, geçit başlamış.
      Umutlu umutsuz delikanlılar, seçmeleri kendileri için çantada keklik gören korkusuz yiğitler, sarayın önünden akın akın geçmeye başlamışlar.
Padişahın büyük ve ortanca kızları ellerindeki al elmalarıyla gözüne kestirdikleri, görür görmez beğendikleri birer vezir oğlunu nişanlayıp vurmuşlar. Aksilik bu ya padişahın küçük kızının al elması, körün taşı gibi gitmiş, bir Keloğlan’ın omzuna düşmüş. Olmadı denmiş, atış yenilenmiş. Bir daha, bir daha derken, yeniden denenirken, üçüncü defasında da al elma gidip gidip Keloğlan’ın omzuna düşmüş. Rastlantının bu kadarına pes doğrusu denmiş.
      Ulaklar, küçük kızın yanına varmışlar, alçak sesle sormuşlar:
      – Sultanım, padişah babanız sizin düşüncenizi öğrenmek ister. Ne dersin?
      – Gidip babama söyleyin. Küçük kızınızın alın yazısı böyleymiş, deyin. Onun kısmetine bu garip Keloğlan düşmüş diye söyleyin.
      Ulaklar küçük kızdan aldıkları haberi, padişahlarına iletmişler. Vezirler fısıl fısıl düşüncelerini açıklamışlar. Sonunda kısmeti böyleymiş deyip küçük kızı, Keloğlan’a vermişler.
      Sarayda görkemli üç düğün yapılmış. Bu düğünler kırk gün, kırk gece sürmüş. Zengin yoksul, sırmalı sırmasız bütün millet, davetlere katılmış, göz kamaştıran bu düğünleri akıl defterlerinin bir köşesine unutulmasın, dünya durdukça anılsın diye silinmez kalemlerle yazmışlar.
      Sonunda düğünler bitmiş, üç yeni ocak kurulmuş.
      Evli evine, köylü köyüne dönmüş.
      Keloğlan, o gece güveyi girerken cebinden bir tüy çıkarmış, kavını çakmış, tüyü yakar yakmaz, görenleri imrendirecek, döndürüp tekrar tekrar baktıracak çok yakışıklı bir şehzade oluvermiş.
      Padişahın küçük kızı, bu duruma şaşakalmış ve Keloğlan’a bu işin aslının ne olduğunu sormuş.
      Oğlan söylemiş.
      – Ben Kafdağı’nda yaşayan Alageyik adındaki dev ananın tek şehzadesiyim. Anam, koca koca ülkeleri yöneten Tepegöz Sultan’dır. Bu dediklerim aramızda kalsın. Fakat benim bu sırrımı sakın ola hiçbir kimseye söyleme. Söylersen, başımıza türlü işler gelir, beni yitirirsin ve sonra da çok ararsın, arkamdan çok ağlarsın.
      Kız, Keloğlan’a, kısmetimdir diye bildiği yakışıklı şehzadesine söz verir. Aklına kilit vurur, eşiyle ilgili bildiklerini unutur. Böyle böyle derken, bir süre gül gibi geçinirler.
      Ay geçer, yıl olur derken, bir gün padişah hastalanır. Hekimler başına toplanır, padişahlarının hastalığına çare ararlar. Öteye beriye başvursalar, dağa ovaya koşsalar, köşeyi bucağı arasalar da padişahın derdine derman bulamazlar.
      Gün gelir, hekimlerden biri padişaha hastalıktan kurtuluş çaresinin ne olduğunu söyler:
      – Sultanım! Alageyik sütü içerseniz hemen şifa bulursunuz, der.
      Padişah, damatlarına buyruk çıkarır. İki vezir oğlu olan damatları, yüğrük atlarına binerler, alageyik sütü bulmaya çıkarlar. Ülkelerinin her tarafını dolaşmaya başlarlar.
      Bu arada, durumu öğrenen Keloğlan da başvurur, alageyik sütü aramaya kendisinin de çıkmak istediğini bildirir, büyük hakaretler görür. İlle de diye ayak diretir, rica eder. Sonunda beklediği izin çıkar. Saraydan bir topal at alarak, o da alageyik sütü aramaya gider. Şehir dışına çıktıktan sonra kavını çakar, tüyünü yakar, topal atı, bir yağız ata dönüşür. Beklemez, hemen buna biner.
      – “Ha!” der, Kafdağı’na gider.
      Yıldırım gibi akar, şimşek gibi çakar, tam sağım zamanında kız kardeşleri davarlarını sağarken yetişir. Onların davarlarının hepsi de geyikmiş. Bir tas tatlı, bir tas acı süt alır. Zamanın altın gibi değerli olduğunu bildiği için orada hiç eğlenmez, hemen geri döner. Saraya varır. Diğer güveyiler de adi süt getirirler.
      Hekimler toplanırlar, sırasıyla büyüğünden küçüğüne doğru giderek damatların getirdikleri matara dolusu sütleri padişahlarına içirirler.
      Sonunda Keloğlan bu işten kazançlı çıkar ve padişah tekrar eski sağlığına kavuşur.
      İyileşmesinin şerefine padişah, ülkesinde büyük cirit oyunu yarışması düzenletir. Komşu ülkelerin şehzadeleri, beyoğulları, ünlü ciritçileri bu yarışmaya çağrılır. Yarışma üç gün sürer. Cirit oyunları oynanır. Bu oyunlar sırasında bir atlı yiğit, üst üste üç gün boyunca padişahın gözüne girmeyi başarır ve onu kendisine hayran eder.
      Padişah, içini çeker, hayıflanır:
      – “Ah, benim böyle bir oğlum ya da damadım olsaydı ne olurdu?” der.
      Yarışmalar boyunca hiç göze çarpmayan, ortalıkta gözükmeyen Keloğlan yüzünden, padişahın küçük kızını, ablaları kötü söz yağmuruna tutarlar, onunla alay ederler.
      – Ay, ay derler, kocalarımız bugün de cirit oyuncularının gözdeleri arasına girdiler. Seninki ipini kırıp kim bilir nereye gitti? Hangi delikte gizlendi? Ha, bir de şu var: Yabancı bir şehzade, içlerinde en becerikli olanıydı. Sorup soruşturduk, kim olduğunu bir türlü öğrenemedik. Bu konuda senin bir bildiğin, duymuşluğun var mı?
      Bu alaylara dayanamayan küçük kız, kocasının sırrını sonunda açığa vuruvermiş:
      – O yabancı şehzade var ya, o benim kocamdır, demiş.
      İki büyük kız henüz vay vay bile demeden, şehzade, ses kesilmiş, üzüntüsünü dile getirmiş:
      – Sevgili karım, demiş. Sırrımızı niçin açık ettin? Neden ağzını sıkı tutmadın? Biliyor musun, bu yüzden beni bir daha göremeyeceksin. Allahaısmarladık, demiş.
      Sonrası, küçük kıyamet olmuş. Küçük kızın kocası, gürültü patırtı, toz duman içinde kaybolup gitmiş. Aynı günün gecesi ciritçilerin en başarılısı, Kafdağı’nın Şehzadesi evine gelmemiş.
      Kız çok ağlamış, derdini dökecek tek kişinin padişah babası olabileceğini düşünmüş. Sonunda kendisi için babasından bir çift demir çarık ve bir demir asa alarak, kocasını, Kafdağı Şehzadesi’ni aramaya başlamış. Seneler geçmiş, ayağındaki demir çarık delinmiş, elindeki demir asa eğrilmiş.
      Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Gide gide, yolları tükete tükete, günün birinde bir Bakır Kale’nin karşısına gelmiş. Sağa sola bakınmış, o kaleye girecek ne bir gedik, ne de bir kapı var. Çaresiz, kalenin burçlarından etrafı seyreden kızlara seslenmiş:
      Kızıl kaleli kızlar
      Bakır kovalı kızlar.
      Ahret bacınız olam,
      Beyiniz nerde kızlar?
      Kızlar bir ağızdan cevap vermişler:
      – Biz bilmeyiz. İlerde Gümüş Kale var, git oradakilere sor.
      Kız beklememiş, kızıl sıcaklar basmadan Gümüş Kale’ye gitmiş. Gümüş Kale’nin tam karşısına gelmiş. Sağa sola bakınmış, aranıp taranmış, o kaleye girecek ne bir gedik, ne de bir kapı var. Çaresiz, kalenin burçlarından etrafı seyreden kızlara seslenmiş:
      Ak boz kaleli kızlar
      Gümüş kovalı kızlar.
      Ahret bacınız olam,
      Beyiniz nerde kızlar?
      Kızlar bir ağızdan cevap vermişler:
      – Biz bilmeyiz. İlerde Altın Kale var, git oradakilere sor.
      Kız beklememiş, akşam güneşi inmeden Altın Kale’ye gitmiş. Bir de bakmış, Altın Kale’nin tam karşısına gelmiş. Sağa sola bakınmış, aranıp taranmış, o kaleye de girecek ne bir gedik, ne de bir kapı var. Çaresiz, kalenin burçlarından etrafı seyreden kızlara seslenmiş:
      Sarı kaleli kızlar
      Altın kovalı kızlar.
      Ahret bacınız olam,
      Beyiniz nerde kızlar?
      Oradan da Gümüş Kale’den aldığı cevabın benzerini almış.
      Kızlar bir ağızdan cevap vermişler:
      – Biz bilmeyiz. İleride Kafdağı Şehzadesi var. O, çok şeyi bilir. Git, ona sor, demişler.
      Gönlünde bin bir umut, ayağında demir çarık, elinde eğik demir asa, yürüyüp gitmiş. Aklından neler neler geçirmiş? Kalbine sıcak sular inmiş. Sakın, bu “Kafdağı Şehzadesi” dedikleri, onun kocası olmasın?
      Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Dört mevsimden üçünü geride bırakmış. Kavurucu sıcaklarının başakları olgunlaştırdığı, dana gibi karpuzları erittiği, dağ gibi harmanların dövülmeye başladığı yaz mevsiminde dere tepe düz gide gide çok yorulduğunu, bitip tükendiğini, gözlerinin karardığını, nerdeyse yere düşüp bayılacağını anlamış. Elini alnına götürmüş, gözlerine siper etmiş, ileriye bakmış, yakınında bir köy var. Var gücüyle yürümüş, o köye varmış. O köydeki suları gubur gubur kaynayan bir pınarın başında durmuş, kana kana suyundan içmiş, kör talihine sitem etmiş, ağlamaya başlamış.
      Meğer bu kızın kocası, Kafdağı Şehzadesi, o köyde çocuk okutuyormuş. Pınardan su almaya gelmiş, ağlayan kadını duymuş. Bir de ne görsün? O ağlayan kadın kendi karısı değil mi? Karısına bir fiske vurmuş, onu bir topak iplik yapmış, eve getirmiş, anasına seslenmiş:
      – Bir kız buldum, ana! Gelsin, bizim evde çalışsın, demiş.
      Anası razı olmuş. Fakat insanoğlu olduğu için bir gün kızı yemek istemiş, kıza incili, elmaslı bir süpürge vermiş.
      – Ortalığı iyi süpür, süpürme demiş.
      Kız eline alır almaz süpürge dağılmış, bunu görüp ağlamaya başlamış.
      Kafdağı Şehzadesi gelmiş, kavını çakmış, tüyünü yakmış, dağılan süpürgeyi toplamış, kürkü ile ortalığı temizlemiş.
      Dev anası gelmiş, tuzağının tutmadığını görünce, işi anlamış.
      Kıza;
      – Ah sürtük, ah! Sen oğlumun ya karısı, ya da oynaşısın, demiş.
      Hiç beklememiş, eninde sonunda aklına geleni yapacak, insan eti tadacak ya, kıza iki kazan getirmiş.
      – Şu iki kazanı ağlaya ağlaya gözyaşlarınla dolduracaksın, demiş.
      Kız, kazanların başında ağlamaya başlamış. Nasıl ağlamasın, niçin gözyaşı dökmesin? Hiç kazan gözyaşıyla dolar mı? Ağlamış ağlamış ama koca kazanın içine ancak bir iki damla gözyaşı akıtmış.
      Bakmış olacak gibi değil, şehzadenin kendisine verdiği tüylerden birini yakmış.
      O saat, neredeyse Kafdağı Şehzadesi çıkıp gelmiş, kazanlara su doldurmuş, içine tuz atmış.
      Dev anası yine gelmiş, yine tuzağı tutmamış. İşi çakmış.
      – Sen oğlumun ya karısı, ya oynaşısın, demiş.
      Yapacağından geri kalmamış. Gece bitmiş, gün ışımış. Üçüncü gün gelip çatmış. Bu dev anası, durur mu? Oğlunun eve getirdiği kadını, kız kardeşine göndermiş ve ona demiş:
      – Bugün bacıma git, orada pencere sahanlığında bir çift dambıt dumbut var. Onları bana getir, bu akşam oğlumu evereceğim, düğünde lâzım olur.
      Kız ağlaya ağlaya giderken, Kafdağı Şehzadesi önüne çıkmış, ona bu işin inceliklerini öğretmiş.
      – Açık kapıyı kapa, kapalı kapıyı aç. İtin önündeki otu ata, atın önündeki eti ite ver. Kanlı pınardan su iç, irinli pınardan yüzünü yıka, ama teyzem seni yemek için dişlerini bilemeye gidince penceredeki parlak kutuyu kap gel, demiş.
      Kız böyle yapmış ve kendi kendine çalgı çalan kutuyu alıp gelmiş. Meğer bu kutunun içinde iki karasinek varmış.
      Tuzağının boşa çıktığını anlayan dev anası, bu defada birkaç saat içinde bir dev kızıyla Kafdağı Şehzadesi’ni evlendirmeyi tasarlamış. Düğün kurulmuş, davetliler gelmiş. Kafdağı Şehzadesi o gece dev kızını bırakmış, eski karısını alıp anasının küpüne binmiş, gökte uça uça gitmiş. Fakat dev anası durur mu? O da başka bir küpe binmiş, onları izlemeye başlamış. Kafdağı Şehzadesi, peşlerindeki tehlikeyi sezmiş, dev anasının elinden kurtuluş olmadığını görünce, kıza bir tokat vurmuş, onu bir kavak ağacına çevirmiş, kendisi de bir yılan olarak o ağaca sarılmış.
      Dev anası gelmiş, tılsımı anında tanımış.
      – Ey oğlum, demiş. Şimdi sizin ikinizi de yok edeceğim, diyeceklerini de bakalım.
      Oğlan yalvarmaya, ipe sapa gelmez laflar etmeye başlamış.
      – Ben senin oğlun moğlun değilim. Bu kızda gelinin değil. Var git başımızdan. Bizi rahat bırak. Aradıklarını başka yerde ara.
      Dev anası;
      – Oğlum, demiş. Ağacı parçalayacaktım ama sen dua et, onun gövdesine dolanmışsın. İyisi mi gelinimin kim olduğunu öğrenmek için, ona söyler misin, bana sırça parmağının ucunu göstersin.
      – Yağma yok, demiş. Karşında çocuk mu var da tatlı diller döküyorsun? Artık olan oldu, senin eline düştük. Oldu olacak, bari dilini uzat da öpeyim. Sonra bizi ne edersen et. İster parçala, ister öldür, her parçamızı bir tarafa at, ikimizi birbirimizden ayır.
      Sonunda ne olduysa olmuş, nasıl olduysa olmuş, dev anası yumuşamış. Dilini çıkarıp uzatmış. Yılan kılığındaki oğlu öldürücü zehrinden akıtmış, anasını dilinden sokmuş.
      Dev anası oracıkta ölmüş.
      Fırtınadır, boradır derken, ortalığı toz duman almış. Aniden hava açılmış, gökyüzü inadına masmavi olmuş. Ağaca sarılı yılan ok yılanı olmuş, uçup gitmiş. Ağaç yanmış erimiş, külleri oracığa yığılmış. Oğlan ve kız ikisi birlikte yeniden görünmüşler. Mutluluktan uçuyorlarmış. Karar kesmişler, birlikte kızın babasının ülkesine gelmişler.
Meğer tam o sırada kızın babası ölmüş, üç kıtaya bayrak açmış ülke padişahsız kalmış.
      Kafdağı Şehzadesi, kıza buyurmuş. Kız, ulaklar çıkartmış, okuyucular bağırtmış ve kocasını tahta geçirtmiş. Yeni padişah Kafdağı ülkesi topraklarını da üç kıtaya bayrak açmış ülkesiyle birleştirmiş. Böylece kızın baba yurdunun insanları da alageyik soyuna karışmış. Bütün halk o günden sonra geyik sütü içmeye başlamış. Yurdun bütün davarları geyik, katırları at, oğlanları kahraman birer yiğit olmuşlar. Devlet işleri yeniden düzene girmiş. Küçük kız ile Keloğlan yeniden yedi gün, yedi gece düğün yapmışlar, muratlarına ermişler.
      Düğün de düğünmüş ha?
      Dambıt dumbutlar bile varmış.

      Gökten üç elma düşmüş.
      Düşer düşmez ilk açıkgözler tarafından kapılmış.
      Sizin payınıza da bu masal kalmış.
      Yetmez mi?

      Oyhan Hasan Bıldırki

 
Toplam blog
: 51
: 1343
Kayıt tarihi
: 31.08.06
 
 

1947 Haziranı'nda Bağarası'nda doğdu. İlkokulu doğduğu yerde, ortaokul ve liseyi Aydın'da okudu. ..