Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Nisan '07

 
Kategori
Anılar
 

Alaska'ya seyahat

Alaska'ya seyahat
 

Alaska
Yazı ve fotoğraflar: Ufuk İşman ( ufukisman@gmail.com )
"Seyahat etmek, hayal gücümüzü gerçeklerle dengeler ve bazı şeylerin nasıl olabileceklerini düşünmek yerine onları oldukları gibi görmemizi sağlar."- Samuel Jackson

CNN Türk "Gezgin" programının yapımcısı olarak, ülke ülke diyar diyar gezmeye başladığımda. Bir gün gelip de gerçek anlamda bir "Gezgin" olabileceğim hiç ama hiç aklıma gelmemişti...
Şimdi dolaştığım, ziyaret ettiğim her bölgeden bir parça getirmeye başladım evime. Amacım onları biriktirmek mi açıkcası tam olarak bilmiyorum. Fakat bir gün kitapların birinde Borges'in şu ilginç düşüncesine rastladım. "Yıllar boyunca insan, bir alanı, eyaletlerin, krallıkların, dağların, körfezlerin, gemilerin, adaların, balıkların, odaların, aletlerin, yıldızların, atların ve insanların imgeleriyle doldurur. Ölümünden çok az bir süre önce de, o çizgilerin sabırlı labirentinin, kendi suratının imgesini çizmiş olduğunu fark eder" diyor. Henüz yüzümde çizgiler oluşmadığına göre kendimi bir gezgin olarak rütbesiz hissediyorum.

Alaska'ya kadar uzanan bir yolculuk fikri ilk kez ortaya atıldığında ne düşündüğümü bile hatırlayamıyorum. Çünkü Alaska benim için o kadar uzak, o kadar ulaşılmazmış gibi duran bir bölgeydi ki; o an ancak bana "Ufuk, Ay'a gidiyorsun" deseler o kadar şaşırırdım...

Amsterdam'da yapılan bir aktarma bizi tam oniki saatlik bir yolculuk sonunda Kanada'nın batı yakasının en büyük liman kentlerinden biri olan Vancouver'a ulaştırdı. Vancouver Sanfrancisco ve Los Angeles'dan daha büyük limanlara sahip bir şehir. Geniş caddeler, lüks arabalar... Sanki yılbaşıymış gibi ışıl ışıl aydınlatılmış sokakların insanı etkilememesi mümkün değil.
Şehir adını Kaptan Cook'un yanında yetişmiş bir denizci olan ve 1792 yılında bu bölgeyi keşfeden George Vanvouver'dan almış. Şehrin tarihi ancak 1800'lü yıllara kadar uzanabiliyor.
Bizi çok etkileyen bu şehri dolaşmak için çok farklı bir yol seçiyoruz ve Amerika'ya özgü genç girişimcilerin keşfettikleri birer bisiklet taksi çeviriyoruz. Şehir iklimiyle İstanbul'a benzese de yolları kesinlikle kıyas kabul etmez genişlikte. Tabii yokuşun olmaması da bisiklet taksi sürücülerine hem bir avantaj hem de dez avantaj oluşturuyor. Bisikletin arkasındaki sepette etrafı seyre dalarken nedense aklıma "her yokuşun bir inişi vardır" sözü geliyor. Fiyatları da oldukça hesaplı. Bir blok bir dolar. Sakın bloğu bizim düşündüğümüz gibi bina olarak algılamayın. Şehir bir cetvelle çizilmiş kadar düzgün birbirini kesen yollarla çevrilmiş. Her iki cadde arasında kalan bölümse blok olarak nitelendiriliyor. Yani bisikletle bir bloğu geçmeniz en az 3 ila dört dakika sürüyor. Küçük bir hesapla 10 Kanada dolarına yarım saatlik bir açık hava keyfi alabiliyorsunuz. Robsin Street, Vancouver'ın en işlek caddelerinden biri. Cadde boyunca, pahalı butikler ve şık lokantalar sıralanmış. Adliye sarayı, stadyum, Pan-Pacific Oteli, Planeterium ve Vancouver Müzesi kentin görülmeye değer yerleri. Sonuçta bizim yolculuğumuz da şehrin en çok ziyaret edilen sokaklarından biri olan Gas Town'da sona eriyor. Burada şehrin kurucularından Gassy Jack'in bir heykeli var. Gassy adlı girişimci, ambarları kasalar dolusu viskiyle yüklü buharlı gemisi ile, bir bar açmak amacıyla Vancouver'a gelmiş. Bar inşaatında kendisine yardımcı olacak herkese birer şişe viski vaat etmiş. Bu vaat bir doping etkisi yapmış olmalı ki, Gassy'nin barı 20 saat gibi kısa bir süre içersinde hizmete hazır hale gelmiş. Bahsi geçen bar 1886 yılında çıkan bir yangın sırasında yok olmuş. Ama tam barın olduğu yere Dünyanın buharla çalışan tek saatini dikmiş Vancouver'lılar. Saat her 15 dakikada bir buhar düdüklerini öttürerek zamanı haber veriyor. Vancouver'ın ısıntma sistemi her modern şehirde olduğu gibi merkezi bir sistem. Bu yüzden şehrin altından belkide binlerce sıcak su ve buhar boruları geçiyor.
Sabah olduğunda bisiklet taksimiz ve Ed'le yine aynı noktada buluşuyoruz. Bu kez istikamet şehrin simgelerinden biri haline gelen Stanley Parkı. Yolumuz yat limanının içerisinden geçiyor. Denizin ortasına kurulmuş benzin istasyonları hem yatlara hem de deniz uçaklarına hizmet veriyor. Deniz üstünde süzülen uçaklar dikkat çekiyor. Bu tip hem karaya hem denize inebilen uçakların hem Alaska, hem de Kanada için önemi çok büyük.
Doğa ile başbaşa bir tatil geçirmek isteyen şehirliler akın ediyor parka. Kimi kulağında walkmanı paten kayıyor, kimi koşuyor kimi de sevgilisiyle sohbet ediyor.
Parkın sonunda Kuzey Amerika yerlilerine ait bir de tapınak var. Çok eskilere daynamayan tarihi kültürlerinin değerini biliyor ve koruyorlar. Doğayı ve bereketi simgeleyen bu totemlerin yemyeşil bir parkın içersinde kalması ise planlı, çağdaş kentleşmenin nasıl olması gerektiğini söylüyor bizlere...
Parktan şehire doğru bakınca bir duvar gibi sahil şeridini çeviren gökdelenler görülüyor. Ama bu bölge yaşama değil, iş merkezlerine ait. Vancouver'lılar şehrin banliyölerinde iki katı aşmayan müstakil evlerde yaşıyorlar. İşleri için şehir merkezine geliyorlar.
Vancouver'ın iklimi İstanbul'a benziyor demiştim. Tek benzediği yönü havası değil. İstanbul Boğaz Köprüsü'nün küçük bir modeli olan Lions gate Bridge köprüsü Kuzey ve Güney Vancouver'ı birbirine bağlıyor....
Kanada'nın bu etkileyici şehrinden ayrılmak gerçekten zor ama bu yolculuğa asıl çıkış amacımız olan Alaska'ya gitmek üzere limana bir kez daha iniyor ve Dawn Princess adlı muhteşem bir gemiye biniyoruz. Princess Cruises şirketine ait şafak prensesi adlı gemiyle yol alacağız o soğuk, buzlarla kaplı denizde.
Princess Cruises, değişik destinasyonları ile dünyanın en çok gezi noktasına sahip 10 gemiden oluşan birinci sınıf bir deniz işletmesi. Bu filonun en genç üyesi ise bizi Alaska'ya kadar götürecek olan Dawn Princess.
Gemi yaklaşık 110.000 gros ton ağırlığında ve 2600 yolcu kapasiteli. 1200 mürettebatta göz önüne alındığında safak prensesinin aslında yüzen bir şehir olduğu daha rahat ortaya çıkıyor.
Yüzen şehir demekle abarttığımızı hiç sanmıyorum çünkü Türkiye'de şehirlerimizde pek olmayanlar bile var bu gemide. Tiyatro, sinema, jimnastik salonları, casino, 2 açık ve bir kapalı havuz, 3 restoran, kütüphane, çocuklar için oyun odası, sauna, çok sayıda bar ve dükkanlar...
Yolculuğunuz boyunca sıkılmamanız için her şey düşünülmüş. Gemi aslında geceleri yol alacak ve gündüzleri birbirinden ilginç limanlarda konaklayacak. İngiliz Bandıralı geminin kaptanları ve tayfasının büyük bir çoğunluğunu italyanlar oluşturuyor. Bu da ingilizce konuşan esprili italyanların şiveleriyle yolculuğa ayrı bir renk katmasına sebep oluyor.
?afak Prensesi Kanada'nın en büyük limanlarından biri olan Vancouver'dan ayrıldıktan sonra bir tam günü pasifik okyanusu üzerinde geçiriyor. Rahatlıkla yüzen şehir olarak adlandırabileceğimiz bu muhteşem gemide farklı zevklere sahip konukların vakit geçirebilmeleri için her şey düşünülmüş. Kimi yürüyüş yapıyor, kimi açık havada sıcaklığı 38 dereceyi bulan jakuzilerde dinleniyor kimi de şafak prensesinin renkli casinosunda farklı hayallerin peşinden koşuyor. Onaltı kattan oluşan geminin deniz tutmasını engelleyen süspansiyonları da var. Kısacası seyir halinde olduğunuzu bile anlamıyorsunuz.
Gemide sizi rahatsız edecek tek şey Amerika'lı turistlerin sürekli bir şeyler yeme ya da satın alma alışkanlıkları oluyor. Tabakların büyüklükleri bizim tepsi olarak nitelendirebileceğimiz genişlikte. Herhalde tek tabakla 10 Afrika'lı çocuk doyabilir. Şöyle örnek vereyim ben ülkemde tombul hatta şişko diye nitelendirilebilecek bir adamım ama Amerika'lıların yanında nedense kendimi "Versace" mankeni gibi hissettim...
Alaska! Ya da daha kuzeyler, eminim pek çok gezginin hayallerini süsler. Bir gün her şeyi bir yana bırakıp bu dünyanın en esrarengiz bölgesine gitmeye karar verirseniz, sizi kararınızdan caydıracak tek şey doğa şartlarının zorluğu olurdu herhalde. Ama şimdi bu tip turlar sıradan turistlerin bile vahşi doğa diye nitelendirebileceğimiz bir ortamda beş yıldızlı konforla yolculuk yapmalarına olanak sağlıyor. Tabi tartışılabilir bir konu ...
Alaska'yı 1867'de Abraham Lincoln döneminin ABD Dış İşleri Bakanı William Seward, 7 milyon 200 bin dolar karşılığı Rus'lardan satın almış. Gerçi bu ticaret sonrası William Seward halktan büyük tepki çekmiş, çünkü buzlarla kaplı bir araziye bu kadar para verilmesi herkesi rahatsız etmiş. Hatta Alaska'ya
"Ahmak Seward'ın buz kutusu" denilmiş. Ama çok değil bir kaç yıl sonra, kazmayı küreği kapan soluğu Alaska'da almış çünkü çok yüksek oranda altın bulunmuş, o dönem değersiz kabul edilen arazilerde...
İlk durağımız Ketchikan'a sağnak yağmur altında yanaşıyoruz. Kentin kara yolu bağlantısı yok. Gerçi Alaska'daki pek çok şehrin birbiriyle kara bağlantısı yok. Yolculuk etmeye karar veren bir Alaska'lı mutlaka deniz ya da hava yolunu kullanarak bir başka şehre gitmek zorunda. Bu yüzden Ketchikan'da herkesin bir evi, bir arabası ve bir deniz uçağı var...

Ketchikan, Revilla adasının batı kıyısında, Ketcikan Irmağının denize döküldüğü ağzın iki yakası üzerinde, 1886 yılında kurulmuş. ?ehir Alaska'nın, hatta ABD'nin en geniş ormanı Togass Ormanının güneyine yerleşmiş. Ketchikan'ın yerli dilinde kelime anlamı "Kartal Kanatlı Nehir" miş. Kentin değişik ünvanları var. "Alaska'nın ilk kenti", "Totem Merkezi", " Yağmurun başkenti" gibi.
Ketchikan halkına bu kentin havasını sorarsanız, şöyle diyeceklerdir: "Geyik Dağı'nın tepesinde bulut varsa, yağmur yağıyor, yoksa yağacak demektir." Gerçekten de bu şehirde güneş kendini çok nadir gösterirmiş. Kısacası Londra yağmur konusunda bu şehirle kıyaslanırsa bir güneş şehri olarak nitelendirilebilir.
Ketcikan önceleri tahta platform ve yollar üzerine kurulmuş bir kasabaymış. Sebep hem okyanusun yükselmesinden korunmak hem de yağışların neden olduğu sel baskınlarından en az zararla çıkmakmış. Daha sonra, sokak sayısı artınca, kasabayı kent statüsüne koymuşlar. Kentte 16 bin kişi yaşıyor. Halkın büyük bir çoğunluğu balıkçılıktan geçim sağlıyor. Somon balığı ticareti ilk kez bu şehirde başlamış.
Ketchikan, Alaska'da yerli halkın en fazla olduğu bölge. Tlingit, Haida, Tsimshian ve daha bir çok kabile burada yerleşmiş. Bu yüzden kızılderili totemlerinin en çok bulunduğu yer bu şehir...
?afak Prensesi yolcularına Ketchikan'ın oduncuları ya da geçimini ormancılıktan sağlayan halk bir gösteri düzenliyor. "Lumber Jack Show" diye adlandırdıkları gösteri bize inanılmaz sıkıcı ve gereksiz geliyor ama Amerikalı Turistler her zamanki çığırtkanlıkları ile burada da eğlenmeyi beceriyor.
Yine yağmur yine yağmur...
?afak prensesi Alaska'nın başkenti Juneau'ya da ağır yağmur altında yanaşıyor. Yalnızca 34 bin kişinin yaşadığı Juno, 8 bin kilometre karelik bir alana yayılmış. Etrafını ise çok sık yağmur ormanları çevreliyor.
Biz gemiden iner inmez her liman için önünüze konulan gezi seçeneklerinden biri ile başlıyoruz Juneau'yu tanımaya. Hava her ne kadar yağmurlu da olsa ilk ziyaret noktamızı orman içersinde, Gastino ırmağı kıyısında bir somon balığı çiftlği oluşturuyor. Alaska'lıların en önemli geçim kaynağını olan turuncu renkli somon balıkları, aynı bir zamanlar o bölgenin yerlilerinin yaptıkları gibi tütsülenerek pişiriliyor ve yolculara tattırılıyor.
Aslında burası sadece Juneau için değil Alaska için de önemli bir bölge. Çünkü herkesin Alaska'da altın aradığı bir dönemde yani dağı taşı kazdıkları 1880 yılında iki maceraperest Joe Juneau ve Richard Harris, kimsenin bakmayı akıl etmediği ırmağın dibine bakmışlar ve altın bulmuşlar. Aslında jeolojik olarak çok düşük bir ihtimalmiş bu altın arayıcılarının yaptıkları ama şans yüzlerine gülmüş. Joe Juneau'nun soyadı Alaska'nın başkentine verilmiş. 1880-1944 yılları arasında altın ocaklarından toplam 158 milyon dolarlık altın çıkarılmış. Ancak bugün altın madenlerinin tamamı kapalı. Çünkü hem çıkarılan altın ekonomik boyutlarda değil, hem de değeri çok düşük. Ama Alaska başka bir altın madeni turizmi keşfetmiş bugünlerde. Çünkü şehri ziyaret eden turistlere o dönem ki tekniklerle yani tepsilerle kum eleyerek altın araması öğretiliyor. Sonuç soğuktan şişmiş eller, gram bile denilemiyecek ağırlıkta değersiz altın tozu. Ama bu tura katılanlar gerçekten keyifli bir nostalji yaşıyorlar.
?imdi asıl bizi heyecanlandıran tura katılmak üzere yola koyuluyoruz. ?afak prensesi yolcularının ek bir ücret ödeyerek katılabildikleri bu turda helikopterle buzulların üzerinden uçacağız. Hava şartlarının pek iyi olamaması gezinin iptal edilebilmesini gündeme getiriyor. Bu biraz canımızı sıkıyor ama kısa bir süre sonra meteorolojiden gelen iyi haberlerle peş peşe üç helikopter havalanıyoruz.
Alaska'ya, pasifik okyanusuna özgü küçük adalar göze çarpıyor ilk kuş uçuşu bakışta Juneau'ya. Yağmur ormanlarının üzerinden geçiyoruz. Zaman zaman ağaçların sıklığı toprağı görmemize engel oluyor. Sanki yağlı boya bir tabloya bakar gibiyiz. Yeşilin tüm tonları altımızdan akıyor. Bulutlarsa ressamın vurduğu birer fırça darbesi gibi tepelerin üzerini sarmış. Eğer şartlar izin verirse üzerine dahi inebileceğimiz buzulun adı Herbert. Sisin altındaki buzul ilk bakışta hepimizi etkiliyor.
Pilotumuz inebileceği sağlam bir nokta arayıp daireler çizerken biz de havadan yeterince inceleme fırsatı buluyoruz. İlk bakışta dikkatimizi buzulun üzerindeki siyah toprak çizgiler çekiyor. Bu çizgiler çok kalın iki buzul tabakasının zamanla kırılıp hareket etmesi sonucu oluşuyor. Bu hareket en alt tabakadaki toprağın yani milyon yıldır güneş yüzü görmemiş toprağın bir lav gibi buzulun üzerine fışkırmasına sebep oluyor. Evet, yanlış duymadınız milyon yıl dedim. Çünkü buzulun en alt tabakasının yaşının bir milyon yıl öncesine dayandığı bilim adamlarınca tahmin ediliyor. Buzulun üzerine konmaya çalışan üç helikopter sanki yaşayan bir organizmanın üzerindeki sineklere benziyor.
Buzulun üzerinde yürümek, sıradan bir turiste ayın üzerinde yürüyormuş hissi veriyor. Dikkati çeken en önemli şey buzların renginin kesinlikle mavi olması. Buzullar bütün renkleri absorbe edip sadece mavi rengi yansıtırlarmış. Üzerimize rüzgarın savurduğu küçük buz parçaları yağıyor. Ne doluya benziyor ne de sulu kara.
Peş peşe tekrar havalanıyoruz. Bu seferki hedefimiz dünyanın en büyük buzullarından biri kabul edilen Mendenhall buzulu.
Bugün Alaska topraklarının sadece yüzde 4 ünü oluşturuyor buzullar. Ama tam 12 milyon yıl önce sadece Alaska değil Kanada'nın tamamına yakını buzlar altındaymış. Buzulların oluşması için sadece hava şartları yeterli değilmiş. Dünyanın yörüngesi ile ilgili bazı donelerin de bir araya gelmesi gerekiyormuş.
Mendenhall buzuluna da sakin bir iniş yapıyoruz. Burada ne buz yağmuru var ne de rüzgar. Turu düzenleyen helikopter şirketi yolcularına bu heyecan verici yolculuk sonrası şampanya patlatıyor. Patlatıyor dedim ama şişenin tıpasının fırlayıp gitmesine kesinlikle izin vermiyor pilotumuz. Çünkü Amerikan doğal hayatı koruma derneği, çevreyi kirleten tur şirketlerine çok yüksek cezalar getirmiş. Buzulun üzerinde sigara içmeniz ise kesinlikle yasak. Umarım biz de gerekli dersi çıkartırız ...
Juneau'yu öylesine dolu dolu yaşıyoruz ki...
Helikopter gezisinin sonunda bizi en az onun kadar heyecanlı bir başka tur bekliyor. Balinalarla tanışmak üzere denize açılıyoruz. Bu tekne gezintisi size balinaları görmeyi yüzde yüz garanti ediyor. Ama şansımız yaver giderse en az 3 farklı vahşi canlı tür daha görecegiz.
Teknenin içersinde ne tarafa bakmanız konusunda sizi sürekli uyarıyorlar. Kıyıdan ayrılmamızı takip eden 15 dakika içersinde teknenin etrafını kambur balinalar sarıyor. Bu canlılara teknenin 200 metreden daha fazla yaklaşması, yine Amerikan doğal hayatı koruma derneği tarafından kesinlikle yasaklanmış. Eğer balina size yaklaşmaya karar verirse uzaklaşmak zorundasınız. Kurallar bu kadar katı.
Kambur balinaların boyu ortalama 15 ila 20 metreyi buluyor. Sadece yaz aylarında Alaska kıyılarında görülebiliyor, orca ya da katil balinalar. Onlar pasifiğin soğuk sularının ev sahipleri. Bu balina türüne katil denmesi, pek çok insanı ürkütmesine rağmen tamamen zararsız memeliler. Yetişkin bir katil balina günde bir tona yakın balık tüketiyor. Belki de bu yüzden onları katil diye adlandırıyoruz. Binlerce yıldır bu sularda yaşayan canlılar hiç bir zaman yiyecek sıkıntısı çekmemişler, ta ki her biri günde tonlarca balık avlayan gemileri ile insanoğlu bu sulara gelene dek.
Dönüş yolunda okyanusun ortasında insan yapısı bir feneri kendilerine üs benimsemiş kuzeydenizi aslanlarını görüyoruz. Fokun aksine çok iyi duyan kulakları olan bu hayvanlara kanunların el verdiği düzeyde yaklaşmamıza izin veriyorlar.
Ertesi gün deniz üzerindeyiz. Hava serin ve kristal berraklığında. Ciğerlerimize dolan havanın temizliği başımızı döndürüyor. Buzullarla kaplı bir körfezde ilerliyoruz....

Gemimizin yaptığı bu yolculuğa Galcier Bay Cruising deniyor. Nerdeyse yarı
yarıya donmuş durgun denizin üzerinde suları yararak ilerliyoruz. Yine o mavi renk buzullar sarıyor etrafımızı. Kopan, parçalanarak suya düşen buzlar güvertede heyecanlı bir seyir oluşturuyor.

Kaptan Vancouver, 1794'te bu bölgeden geçerken hayran kalmış ve burayı "Icy Straight" (Buzlu Boğaz) olarak isimlendirmiş. Her ne kadar geminin güvertesinden mavinin ve yeşilin her tonunu seyretmek insana keyif verse de aklıma "Titanik" faciasının gelmesine engel olamıyorum. ?afak Prensesinin Italyan kaptanları "Bu korkunun yersiz olduğunu, geminin en son teknoloji ile donatıldığını, hatta 200 kilometre ötesini uydular vasıtasıyla görebildiklerini" söyleselerde insanın içine kuşku düşmeye görsün... Hem, zamanın da Titanik için de aynı şeyleri söylememişler miydi? Hani o gemi batmazdı? ...
?afak Prensesi gerçekten de öylesine büyük ve öylesine "şehir" ki. Akşam sokaklarında ki gece klüplerinde yeterince eğlendikten sonra güzel bir uyku çekiyoruz. Sabah güneşli, tertemiz bir havada Alaska'nın en ünlü şehirlerinde Skagway'e yanaşıyoruz...
Skagway'in nüfusu sadece 700. Böylesine küçük bir kasabayı Alaska için önemli kılan özelliği ise bir demiryolu. Geminin hemen yanına yanaşan nostaljik bir tren herkesin dikkatini çekiyor. Kovboy filmlerinden fırlamış gibi duran sobalı vagonları ile bu tren ve demiryolu bir zamanlar altın taşımak için kullanılıyormuş. Geminin yolcuları parti parti vagonlara alınarak yola koyulunuyor. Hikayesini ise trene bindikten sonra öğrenebiliyoruz.
Skagway'de aslında hiç bir zaman altın bulunamamış, ama altına giden yolun önemli bir kapısı olmuş. Bu bölgede ilk kez 17 Agustos 1890'da, üç kafadar George Carmack, Skukukm Jim ve Dawson Charlie, iki kızılderili arkadaşı ile birlikte Klondike Vadisinin Bonanza koyunda altınla kucaklaşmışlar. Portland adlı gemi, 17 Temmuz 1897'de külçe külçe altınla dolu torbaları Amerika'nın Seatle limanına indirdiğinde yer yerinden oynamış. Ve kazmayı küreği kapan herkes Alaska'nın bu küçük kasabası Skagway'e hücum etmiş. Oradan da altının bulunduğu Bennett Gölüne gidebilmek için White Pass ya da Chillkoot Pass geçitlerini yayan olarak geçmeye çalışmış. Ne yazık ki çoğu donarak ölmüş. Bu zorlu yolculuk sırasında üç bin at ölmüş. Ne kadar insan öldüğünü artık siz tahmin edin...
Bu "Altına Hücum" yolculuğuna ünlü Amerikalı yazar Jack London'un da katıldığı söyleniyor.

Daha sonraları buraya bir demiryolu yapma fikri çıkmış. İki girişimci (dikkatinizi çekiyorum DEVLET değil), White Pass and Yukon Railroad şirketini kurarak çalışmalara başlamışlar ve demir yolunun inşaasını 26 ay gibi kısa bir sürede tamamlamışlar. Diyorlar ki Paris için Eyfel Kulesi, Newyork için Özgürlük Anıtı neyse, Alaska için de bu demiryolu o denli önemliymiş. Bir buçuk saat gidiş, bir buçuk saat dönüş güzel ve nostaljik bir tren yolculuğu yapıyoruz. Trenin geçtiği bölgelerde altının peşinden koşarken ölen zavallıların mezarlarıyla karşılaşıyorsunuz.
Trenden inip şehre giriyoruz. Klasik bir Amerikan Taşra kenti. En büyük caddesine de dalga geçer gibi Broadway adını vermişler. Kasabanın genel havası içersinde dikkati çeken bir yapı var ki, buraya uğramadan dönmek olmaz: "Red Onion Saloon". Tipik bir kovboy barı. Daha doğrusu altı bar, üstü genelev ...
Perdelerin arasından, güya müşteri bekleyen şapkalı ve aşırı makyajlı hanımlar gözüküyor. Güya dedim çünkü sadece o dönemi yansıtmak adına yapılıyor tüm bunlar. Çok keyifli bir yer. Alaska'ya özgü siyah biralardan bir kaç tane yuvarlayıp gemimize geri dönüyoruz.
Denizde süren yolculuğumuz Seward'da sona eriyor. Bizi ülkemize götürecek uçağa binmek için Anchorage doğru otobüsle yol alıyoruz. İnanılmaz bir şey ama yol boyunca göl kıyılarında su içen geyikler görüyoruz. Nerdeyse otobüse el sallayacaklar. Sanki hiç kimse onlara ateş etmemiş. Hiç avlanmamışlar. İnsanlarla geyiklerin barış içersinde yaşadıkları topraklardan geçerek giriyoruz havaalanına.
Türkiye'ye dönüş gidişten daha zor ve yorucu oldu. Unutulmaz bir yolculuk yaşadım...

 
Toplam blog
: 15
: 1747
Kayıt tarihi
: 11.04.07
 
 

1971 Ankara doğumluyum. Marmara Üni. İletişim Fakültesi Radyo,Tv ve Sinema mezunuyum.Televizyon p..