Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Kasım '17

 
Kategori
Edebiyat
 

Albert Einstein’ın Yaşamından Bir Kesit, Mileva Maric

Albert Einstein’ın Yaşamından Bir Kesit, Mileva Maric
 

Bilim insanlarının özel hayatları kamuoyunun dikkatini pek çekmez, onlar pop starlar gibi ışıltılı çekimlerin içinde yaşamazlar. Kimlerle evli oldukları, ne zaman boşandıkları, kaç çocukları olduğu ne yiyip ne içtikleri, sevgilileri pek bilinmez. Yaptıkları çalışmalar belli bir kesime hitap eder, bilim konferanslarında oturup kendi aralarında konuşurlar, bildiriler yayımlarlar, önemli şeyler söylerler ama ortalama halk bunlardan bihaberdir. Ama iş Einstein’a gelince değişti; görelilik, uzay zaman, ışık üzerine yaptığı çalışmalar kolayca anlaşılır konular olmamasına rağmen son yüzyılın en tanınmış simalarından biri haline geldi. 20. yy başlarında, Almanya’daki okul çocuklarına sorulduğunda Hitlerden sonra bildikleri ikinci ismin Einstein olduğu anlaşılmıştı. Büyük ihtimalle bu durum günümüz insanı için de geçerlidir. Bu bağlamda Einstein, insanlığın ortak bilincidir. Birçok kitap yayınlandı hakkında, çoğu yaptığı bilimsel çalışmalardan öte özel hayatına yöneliktir. İşte Mileva Maric, bu merak odaklarından birisi. Einstein’ın çalışmalarına yaptığı katkı, çocuklarıyla birlikte ünlü kocası tarafından terk edilmesi, düştüğü durum, eğitim hayatının sekteye uğraması, sonradan yaşadığı psikolojik bunalımlar, oğullarının durumu; çağımızın dehasının hayatı didiklendikçe ortaya saçılan konulardır.

Mileva Maric için kısaca; çok zeki, ciddi, ufak tefek, esmer, çirkin ve sakat olduğu, (Kalça çıkıklığından dolayı topallayarak yürüyordu.) Zürih Politeknik’te Einstein’la birlikte okuduğu, onunla büyük bir aşk yaşadığı, (Evlilik öncesi bir kızları oldu, çocuğun akıbeti tam olarak bilinmiyor.) Albert ile evlendiği, on yıl kadar evli kaldığı, iki oğul daha doğurduğu, (Küçük oğlu Eduard’a yirmili yaşlarında şizofreni teşhisi konuldu ve hayatının geri kalanını İsviçre’deki akıl hastanesinde geçirdi) boşandığı, çocukları ile Zürih’te yaşadığı, vefalı bir anne olduğu ve 1948’de öldüğü söylenebilir.

Günümüz insanı için Maric’ın hayatında olağanüstü bir taraf yoktur. Çoğu kadının başına gelen onun da başına gelmiş, biten bir evliliğin ardından çocuklarının ve hayatın sorumluluğunu üstlenmiştir. Arkadaşı Helene Savic’e yazdığı mektupta, “Biri inciyi aldı, diğerine incinin kutusu düştü.” diyecektir.

Ancak yirminci yüzyılın başından Mileva Maric’a baktığımızda farklı bir bakış açısı görülür. O bir anlamda öncüdür. Bin sekiz yüzlerin sonunda, eğitim hayatına atılan, ekonomiye iş gücü olarak katılan, artı değer üreten kadınların ayak sesleri duyulmaya başlanmıştır. Tolstoy’un unutulmaz roman kahramanı Anna Karenina gelmekte olan bu yeni kadınının simgesidir adeta. 1927 Solvey Konferansı’nda çekilen hatıra fotoğrafında Marie Curie; Planck, Bohr, Einstein gibi bilimin yıldızları arasında parlamaktadır. Emmy Neother, Sofya Kolalevkaya gibi matematikçilerin, Vera Rubin, Annie Jump Cannon gibi gökbilimcilerin çalışmaları bilim alanında kabul görmeye başlanmıştı. Evet; değişen, miş gibi yapmayan, direnen bir kadın kuşağı gelmekteydi. Bu öncü kadınların çoğu varlıklı ailelerden geliyordu ve özel izinlerle üniversitelere kabul edilmişlerdi. Erkek egemenliğinin içinde tektiler.

Maric de hali vakti yerinde bir Sırp ailesinin çocuğuydu. Birbirinden daha zorlu okullarda okumuş ve hepsinde de sınıfının birincisi olmuştu. Zagreb’de tamamı erkek öğrencilerden oluşan Classical Gymnasium’dan fizik ve matematik dalında en yüksek notu alarak mezun olmuştu. 21 yaşında Zürih’e geldiğinde, Einstein’ın öğrenim gördüğü kısımdaki tek kadın öğrenciydi. Ancak işler onun için başladığı gibi parlak bitmedi. Bir şeyler bir yerlerde ters gitmişti. İki defa girmiş olmasına rağmen üniversite bitirme sınavlarını veremedi. İkinci girişinde zaten hamileydi.

Einstein’ı Maric’e çeken neydi?

Einstein’dan üç yaş büyük olan Mileva, ne dış görünüşüyle ne de kişiliğiyle çevresinde fark yaratabilecek birisiydi. Ancak bu ufak tefek sakat kadın; matematik ve fen tutkusuyla, düşünsel derinliğiyle, asi ve sorgulayıcı kişiliğiyle, ayartıcı ruhuyla genç Einstein’ını kendine aşk etmiştir. Albert ve Mileva; aynı türden ruhlardı. Onlar, burjuva beklentilerinin aksine, kendilerine bir partner, iş arkadaşı ve çalışma ortağı da olabilecek bir sevgili arayan entelektüellerdi. Yazdıkları mektupların birçoğunda, bilimsel şevkler romantik coşkulardan ağır basıyordu. Arkadaşları, Einstein gibi yakışıklı bir erkeğin yürürken aksayan, bu gösterişsiz Sırp kızında ne bulduğuna şaşıyordu. İçlerinden biri, “Tamamen sağlıklı olmayan bir kadınla evlenmeyi göze alamam.” deyince, “Ama öylesine tatlı bir sesi var ki.” yanıtını almıştı.

Albert’ın esin kaynağı, düşüncelerini, fikirlerini tartıştığı, birlikte çalışmalar yaptığı, sevgilisi, karısı ve çocuklarının annesi olan bu kadın, yıllar içinde onun lanetli kişisive düşmanı olacaktı.

Herhalde bu ilişkinin kırılım noktası Maric’ın evlilik dışı bir çocuk doğurması ve onu vermek zorunda kalması olabilir. Bir kadın için, bu öyle iz bırakmadan, ilişkiyi zedelemeden, geçip gidecek bir olay değildir. Cenin rahme düştüğü an kadın anne olmuştu ama bu erkek için geçerli bir durum değildi. Bir erkekten, hiç görmediği, kucağına almadığı bir çocuğun babası olması elbette beklenilemezdi. Bu konu hakkında ikisi hiç konuşmadı, 1986 yılına kadar da bilinmiyordu. Einstein’ın mektuplarını inceleyen editörler Lieser adlı bir kızının olduğunu keşfettiler. Çocuğun Maric’ın yakın arkadaş Helene Savic’e evlatlık olarak verildiği, sonra da kızıl hastalığından öldüğü tahmin ediliyor. Ancak bunlar kanıtlanmış bilgiler değildir.

Onların yaşanmış hikâyesi her ne ise bu Maric’ı hüzne ve mutsuzluğa sürüklemişti. Einstein’ın ölümünden sonra oğlu Hans Albert ile bir söyleşi yapan ve onun hakkında bir kitap yazan Michelmore, “İkisinin arasında bir şeyler yaşanmıştı, Mileva bunun ‘tamamen kişisel’ bir şey olduğunu söylemekle yetinmiş, bu her ne ise Albert’in da bunda payı varmış gibi görünüyor.” diye bir tespitte bulunmuştu.

Bin dokuz yüzlerin başında bir kadının evlenmeden önce bir erkekle beraber olması ve bir çocuk doğurması o zamanın Avrupa’sında da kolay bir şey olmasa gerek. Maric bunu yapmıştı. Bu anlamda da bir öncüydü. Lieser’ın doğduğu 1902 yılında Einstein patent ofisindeki işi bekliyordu ve İsviçreli bir memurun evlilik dışı bir birliktelik yaşaması mümkün değildi. Mileva, gözlerden uzakta, tek başına kızını dünyaya getirip, sonra da ardında bırakıp Zürih’e dönmüştü. Bu süreçte Albert’ın yanına gittiğine dair herhangi bir belgeye rastlanmamıştır.

Einstein söz verdiği gibi 1903 yılında Mileva ile evlendi. Aileler törende yoktu. Albert’in annesi baştan beri bu ufak tefek Sırp kadınını istememişti.

Ancak işler evlilik hayatında da başladığı gibi gitmedi. Maric gün geçtikçe sessizliğe bürünüyordu, onun bu hüzünlü hali etrafındakilerin de dikkatini çekiyordu. Einstein’ın arkadaşları ile kurdukları, daha çok felsefe temelli konuların tartışıldığı Olympia Akademisinin toplantılarına katılıyordu ama konuşulanlara asla müdahil olmuyordu.

Birbirini kovalayan yıllar içinde Einstein’ın yıldızı parlarken Mileva yavaş yavaş diplere indi. Einsteinlar Prag’a taşınınca Maric bu şehirden nefret etti ve bir zamanlar katılmak için mücadele ettiği bilimsel çevreyi gıpta ile izlemekten öteye bir şey yapmadı. Ayrıca romatizma hastalığına yakalanmıştı, kışları dışarıya çıkmakta zorlanıyordu. Arkadaşlarının evlerinde düzenlene müzikli toplantılara katılıyordu ama bir köşede kendi başına konuşmadan oturuyordu.

Kocasının Anna adlı arkadaşının yazdığı bir mektup eline geçince, kıskançlık krizine kapılıp Anna’nın eşine mektup yazarak onun uygunsuz mektubuna ilişkin olarak kocasının çok öfkelendiğini bildirdi. Einstein özür mektubu yazarak olayı yatıştırdı ama bu Maric ile ilişkisinde bir dönüm noktası oluşturdu.  Bu arada Albert, gelecekte karısı olacak kuzeni Elsa ile bir aşk yaşamaya başlamıştı.

Einstein 34 yaşında Prusya Bilimler Akademisinin en genç üyesi olarak kabul edilince, aile 1914 yılında Berlin’e taşındı ama işler daha da kötüye gitti. En sonunda Albert; kıyafetlerinden, yemeklerinden tuttun da çalışma masasının şekline kadar evdeki düzenin nasıl olmasını istediğine dair acımasız bir ültimatomu kelama aldı. "İstediğim takdirde, benimle konuşmaya son vereceksin," diyen bir maddenin de yer aldığı bu yeni yaşam şekline Maric boyun eğer.

Bu bildirinin üzerinden çok geçmeden 1914 yılının ortasında Mileva çocuklarını alıp Zürih’e döndü ve böylece sonu boşanmayla bitecek bir sürece girilmiş oldu. 

Görüldüğü üzere istekler daha çok Einstein’ın kişisel beklentileri üzerine kurulmuştur. Dört yıla yakın süren bir sevgililik dönemi ve ardından gelen on bir yıllık bir evlilik sonrası yazılan bu ültimatomdan, Mileva’nın içinde bulunduğu ruh durumunun birlikte bir yaşamı olanaksız hale getirmiş olduğu çıkarılabilir. Kıskançlığı ve kuşkucu yapısı Einstein’ı kendinden uzaklaştırmıştı. Ancak burada göz önüne alınması gereken diğer husus da Einstein’ın kişilik yapısıdır. O kendini işine vererek acı verici kişisel duygulardan kaçma eğiliminde olan biriydi.

“Bilimi anlamak için gösterdiğin ilgiyi, insanları anlamak için de göstermiş olsaydın, bana bu kadar aşağılayıcı bir mektup yazmazdın.” diye yazılan bir mektuba, “Haklı bir biçimde söylemiş olduğun gibi, bilimi anlamaya gösterdiğim ilginin aynısını insanları anlamaya göstermediğim için…” diye yanıt yazmıştı.

Bir başka mektubunda, “Küçük oğlum çok hasta, eşim de rahatsız, sıkıntılar hiç bitmiyor, her şeye rağmen kuantum yasasında iyi bir genellemeye ulaştım.” diye yazıyordu.

Birlikte çalıştığı Leopold Infeld, “Einstein kadar yalnız ve mesafeli bir insan tanımıyorum. Kalbi hiçbir zaman kan ağlamaz. Yaşamı ölçülü bir sevinç ve duygusal bir kayıtsızlık içinde sürdürür. Kişisel olmayan konularda son derece incelikli ve naziktir, adeta başka bir gezegenden gelmiş gibidir” der. Bu, Einstein’ın sürüp giden I. Dünya savaşı sırasında, olup bitene ilgisiz kalarak çalışmalarını sürdürmesini açıklıyor. Aynı şekilde bu mesafeli tutumu, onun düşüncelerine dalmış biçimde yaşamasına da olanak tanıyordu.

Tarihçi Thomas Levenson, “Onda empati yeteneği yoktu, kendisini bir başkasının duygusal yaşamında hayal edemiyordu. Başkanlarının duygusal ihtiyaçlarıyla karşılaştığında, bilimin objektifliğine dönme eğilimindeydi.” diye yazmıştı.

“Her evliliğin kendine göre bir dengesi vardır,” diyordu Tolstoy, Anna Karenina’nın giriş kısmında. Gerek Einstein’ın kişiliği gerek Maric’ın durumu, onları 1919 yılında boşanmaya götürdü. Mileva 1914’den 1919’a kadar boşanmamak için diretti, en sonunda Einstein, Nobel ödülünü kazanması durumunda, ödül parasını ona vereceği taahhüt edince ayrılmayı kabul etti.

Eğitim hayatında olduğu gibi sosyal hayatta da Maric bir öncüdür ama nedense başarı dediğimiz, o uç noktaya bir türlü ulaşamamıştır. Yazdığı mektuplardan, geride bıraktıklarından, yaşama karşı hayal kırıklığı içinde baktığı hissini veriyor. Bu elbette bir dış tespit, gerçekte olup biteni kim bilir ki? Her şey neticede göreceli…

 

Kaynaklar:

https://en.wikipedia.org/wiki/Mileva_Mari%C4%87

Walter Isaacson, Einstein/Yaşamı Ve Evreni  

NOT: Bu yazı Lacivert Öykü ve Şiir Dergisinin 74. sayısında yayımlanmıştır.

 
Toplam blog
: 8
: 503
Kayıt tarihi
: 27.12.16
 
 

1994'de Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye bölümünden mezun oldu...