Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Aralık '12

 
Kategori
Öykü
 

Albino Ali

Albino Ali
 

Anasıyla babası Suriye'nin, Türkiye sınırına yakın köylerinden birinde, iç savaş başlamadan önce, Ali'ye eskimiş bir evle birkaç baş hayvan bırakarak kısa bir arayla bu dünyadan göçüp gitmişlerdi. Daha fazla bir şey bırakmış olsalardı da fayda etmezdi! Malum, ülke yerle bir olmaktaydı.

Kardeş çocukları olan anası ve babasından eşsiz bir miras da almıştı Ali. Platin renkli saçları, kırmızı gözleri, gün ışığına dayanıksız, yer yer sarı benekli bembeyaz teni ile o ya da bu şekilde kuşaklardır akraba evliliğinden doğmuş olan sülale fertlerinin çoğu gibi albino idi.

Başka yerlerde akrabalık evliliği de vardı ama, değil Suriye'nin dünyanın başka hiçbir bölgesinde Ali'nin köyündeki yoğunlukta bir albinoluk görülmemişti belki. Çocuklara ilk önceleri sevimli bir hava veren albinoluk, çok geçmeden onların tuhaf korkunçlukta bir görünüme bürünmelerine neden oluyordu: Gün ışığından yanan etleri kemiklerinden çekiliyor, tüm bedenlerinde, cehennem azapları veren yanıklar oluşuyordu.

Allah'ın terk etmişe benzediği köy ve çevresinde de güneş ortalığı ayrı bir şiddetle kasıp kavuruyordu hani. Yıllar önce bir Türk ziyaretçi, -orta yaşlı, esmer güzeli, melek gibi bir kadın turist- kendisine tesadüfen bir güneş gözlüğü, bir kasket ve bir de kırmızı, beyaz renkli bir şemsiye armağan etmemiş olsaydı, ağabeyleri ve ablaları gibi çoktan öbür dünyayı boylamış olacağını biliyordu Ali.

Annesi va babasının albinolukları çekimserken, yedi çocuğun yedisi de tam albino doğmuş ve altısı bir süre sonra cilt kanserine yenik düşmüştü. En küçükleri Ali, içgüdüsel olarak güneşten korumuştu kendini, o turist kadından, güneşten korunması gerektiğini öğrendikten sonra. Kendisini ne zaman kötü hissetse, köylerini ziyaret eden ve ağabeylerini, ablalarını ve kendisini evlerinin önündeki duvara yaslayıp fotoğraf makinesiyle görüntüleyen Türk kadını düşünürdü. Kadının merhametli elleriyle, yanaklarına, çenesine, burnuna, ensesine, kollarına ve bacaklarına sürdüğü güneş kreminin rahatlatıcı ve şifa veren serinliğini anımsardı. O zamanlar sekiz yaşlarındaydı Ali, şimdi onsekiz.

Fazla güneş gören köhne evin, atılan bombalarla yerle bir olduğu gün Ali, güneşten korunmak için evin arkasına kazdığı derin çukurun içine gizlenmişti. Albinoluğuna mı, ağabeylerinin ve ablalarının genç yaştaki ölümlerine mi, annesiyle babasını yenice kaybettiğine mi, ülkenin içinde bulunduğu duruma mı, yoksa herşeye mi üzülsündü, kestiremiyordu. Geceyle birlikte çukurdan çıktı; bir zaman sonra soluğu Türkiye sınırında aldı; sınır kapısından çevrilmediğini görünce hem sevindi, hem şaşırdı.

Türkleri zamanında arkalarından vuran Araplar (aptallıklarına doyamayasıcalar), zamanında da batılı güçlerin oyunlarına gelmemişler miydi? Osmanlı'dan sonra Suriye'ye egemen olan Fransa o zamanlar birleşik bir Suriye karşıtı olarak, ülkenin mezhep ve etnik gruplara göre altı farklı bölgeye ayrılmasını istememiş miydi? Aynı sinsi güç, Fransa 1939'da İskenderun'u Türkiye'ye bırakırken, Türkiye'yi ikinci dünya savaşında kendi yanında görme amacı gütmemiş miydi? Ve 1946'da bir o kadar tilki İngilizlerin yardımıyla kazanılan sözümona tam bağımsızlık, Suriye'ye ne demokrasi getirmişti, ne de gerçek anlamda bir istikrar. Kendi iradeleriyle sınır çizemeyen ve istikrar oluşturamayan toplulukların yazgısı çakallara yem olmaktı işte.

Sanki anayurdunu bulmuştu Ali Türkiye'de. Nusayrilerin çoğunun Arapça konuşmaları yüzünden kendilerini Arap kabul etmelerine rağmen, onları Türk kökenli gören tarihçiler de vardı.

İnanç meselesine gelince, bazıları Nusayrileri Müslüman saymıyorlardı ama Nusayrilerde, Ehl-i Beyt (Müslümanların peygamberi Muhammed'in ev ahalisinden olma) inancı vardı ki, büyük bir olasılıkla işte bu “Ehl-i Beyt” inancı Nusayriler arasında yüzyıllardır geniş anlamıyla inzeste yol açmıştı. Reenkarnasyona da inanan Nusayriler, yedi kez dünyaya Nusayri olarak geldikten sonra, dünyadan çözülürler ve gökte bir yıldıza dönüşürlerdi.

“Ayn, Mim, Sin” (ay, güneş, gökyüzü olarak da bilinir), Hristiyanlıktaki baba-oğul-kutsal ruh” inancının Nusayriler'deki karşılığı idi. (Bu, muhtemelen Suriyelilerin, Haçlı Ordularından kapmış oldukları bir mirastı ya da daha önceleri Hristiyan havarilerden.) Ali Allah idi; Muhammed ise onun nurundan yaratılmış olan. Ali anlam idi, Muhammed ise bir isim. En azından Albino Ali, yanlış ya da doğru kirvesinden bu şekilde öğrenmişti. Bu bilgi, kuşaktan kuşağa erkekler arasında aktarılırken, kadınların ruhsuz olduklarına inanıldığından, onların inisiyasyonu olmazdı.

Albino Ali, bu inancın misyonerliğini yapacak değildi kesinlikle ve istikrarsız Suriye'yi de özlemiyordu. Türkiye'deki yeni hayatından oldukça memnundu. Kimbilir fazla güneş görmeyen bir ülkeye de kapağı atabilirdi.

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 26
: 723
Kayıt tarihi
: 15.06.10
 
 

Antalya doğumluyum. Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunuyum. ..