Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Kasım '11

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Allah’ın takdirini, Peygamberimizin basiretini Fatih’in vasiyetini, Atatürk görmezden mi gelmiştir?

YAZI DİZİSİ: 05

“Allah’ın takdirini, Peygamberimizin basiretini Fatih’in vasiyetini, Atatürk görmezden gelmiştir..” düşüncesini, millet üzerinde yaratmak adına, çaba gösterenlerin de, fotograflarını çekip, Fotograf Müzesine koymak gerekir ki; ekip tamam olsun!..

Türk insanı – Türk’ün san’at anlayışı – Türk fotograf tarihçesine özet bakış –  Türk’ün Dünya ülkeleri önünde medeniyet katına çıkamama sebepleri – San’at dünyasında acı rekabetin vurduğu piyasa ve iş adamları – Adı rekabet olan, aslı rezaleti aşamayan işler sonunda, bugün Türkiye’nin vardığı olumsuz  neticeler.

Her ihtilâl önce kendi evlâtlarının başını yer. Ancak her inkılâp da bundan geri kalmaz. Nitekim İstiklâl Mahkemeleri süreci, Atatürk’ün silâh arkadaşlarını evlerine mahkûm etmekle kalmamış; nice işgüzarın (halâ dahî) takip ettiği akıl almaz güzergâhlar neticesinde, Akif’in cenazesine kadar uzanan kısa zaman diliminde bile, adeta her şeye, örfe, adete, benliğe, geçmişe, geleceğe, gelenek göreneğe ve tabiî kültüre, güya modernleşmek adına, epeyce yabancılaşma yaşanılmıştır. Bu yabancılaşma esnasında, ne hazindir ki; çok önemli mucizelere, mecburiyetlere, kanunlara, vasiyetlere dahî, adeta kasten ve taammüden uyulmamıştır. Bir milletin düşeceği en büyük hezeyan işte bu hezeyandır. Hiç Peygamberini, Fatihini, Atasını saymayan millet mi olur? Onları saymayan Bir  milletten, gün ve yarın için, ne gibi bir fayda sadır olur? Bu kişinin kendisine ve muhatabına ve/veya milletine karşı hiç saygısı mı olur?!. Bu akıldaki insanların kime hayrı dokunur?.. Tabii bu mümkün değildir. Ya da “-Al Fatih’ini ver Atam’ı.” gibi ipe sapa gelmez, bir akıl mı olur?!.

Sadece bugünlerde değil; o günlerde de devam eden zelzeleler neticesinde, esasen Marmara bölgesi depremleri için, mimarî hesapları doğru yapılmamış olan Ayasofya, yine şiddetli bir depreme maruz kaldığı sırada, kubbesi çökmüştür. Ondan sonra da her ne yapıldıysa, kubbeyi çatmak mümkün olamamıştır. O zamanın papazları da adam gibi papaz olduğundan, kubbenin çatılabilmesi hususunda İlâhi olarak ne yapılması gerektiğini anlamak adına, istihaleye yatmışlar, istihaleye yatan bu papazların neredeyse hepsi, istihale manâlarında (rûyalarında) kubbenin çatılması için, Zemzem suyu ile Kâbe toprağı gerektiğini görmüşlerdir. Bunun üzerine Zemzem suyu ve Kâbe toprağı istemek için, teşkil ettikleri bir heyet ile Arabistan’a  giderek, bizzat SAV Efendimize müracaat etmişlerdir. Resul-ü Ekrem Efendimiz, papazların bu isteğini hemen yerine getirmek isteyince, o zamanki ileri gelen ve de fanatik olan Müsliman’lar tarafından, itiraz ile karşılandığında: İtiraz edenlere: “-Şu an için Onlara verdiğim bu Kâbe toprağı ile Zemzem suyu, Sizlere Diyar-ı Rum’daki bir kiliseye veriliyormuş gibi görünebilir. Ancak ben, pek yakında İslâm olacak bir ülkenin, her daim altında namaz kılınacak olan, bir cami-i şerifinin kubbesine, bu su ile toprağı veriyorum.” demiştir.

Doğu Roma’nın fethinden hemen sonra, ilk yapılan iş, Dünya’nın en pahalı binası olan Ayasofya’nın, Doğu Romalı’lardan son kuruşuna kadar ücretinin ödenmek sureti ile satın alınması işi olmuştur. Ve aynı haftanın Cuma günü de, sadece putlar mekân dışına çıkartılarak, Ayasofya’da Cuma namazı eda olunmuş, bu namaz öncesi Fatih’in Hocası Ak Şemseddin Hazretlerinin, Kıbleyi teşhis konusunda, külliyenin yönünü değiştirmek gibi, genç Fatih’in heyecanı neticesinde yarım kalan, büyük bir mucizesi de vukuu bulmuştur. Bu sebeple Ayasofya’nın ana cephesi, Kâbe ile Kudüs  arasına bakar. Bunun üzerine de Fatih, son derecede derin hislerle ve müthiş mütevazı bir iktidarla “- Bu İstanbul şehri bakî kaldığı süre zarfınca, Bu camide Beş vakit namaz kılınsın. Aksi halde lânetim bu şehir üzerinde olsun.” mealinde, çok ciddi ve çok veciz, Bir şiirle, bu haklı vasiyetinde bulunmuştur. Yine aynı Fatih, kendi çıkarttığı kanunlar muvacehesinde: Sokaklara tükürülmemesi ve de kaleler ile sarayların duvarlarına, Otuz arşından daha yakına, inşaat yapılmaması için emir vermiştir. (30 Arşın = 20m.40cm.)

Ayasofya’nın İçindeki görselleri dolayısı ile ve her zaman mevcut olan yobazlar sebebi ile, sürekli yanlış yorumlanan İslâm’ın din ilmi neticesinde: İşgüzar din adamları tarafından, Osmanlı’nın son zamanlarında, Ayasofya tepeden aşağı, badana boya yapılmış olduğundan; Atatürk zamanında bizzat Atatürk, Ayasofya’nın tadil, tamir, temizlik ve onarımı için emir vermiş, bu sebeple ibadete kapanan Ayasofya, uzunca bir zaman da kapalı kalmış, sonra da cami olarak değil; ama müze olarak ziyarete açılmıştır. Bu konuda ne Atatürk ne de başkası tarafından verilmiş yazılı tek bir emir, tamim vbg. hükmî kanunî değeri olan, tek bir evrak yoktur. Sadece kim olduğu belli olmayan birileri, her zaman olduğu üzre, Atatürk adına şekillendirdiği bir ihaneti, devreye sokmuş olmakla; bu netice elde edilmiştir. Bu şekillendirmeye göre: Atatürk hem Cenab-ı Hakk’ın kaderine, hem SAV Peygamber efendimizin bu işle ilintili bilgi, ilgi ve basiretine, hem de Fatih’in vasiyetine karşı gelecek bir adam şekline sokulmuştur! Böyle bir şey düşünülebilir mi? Böyle fahiş bir hatayı, hiç Atatürk dehasına sahip bir adam yapar mı? Bu dangalaklığı yapsa yapsa, ancak ülkemizde bolca bulunan nasnilerden (tersyüz edilmiş insan anlamındadır) Birileri yapar. Çünkü Onlar için Yaradanmış, Peygambermiş, Veliymiş, Fatihmiş, Komutanmış, Öndermiş, Ataymış, bu vasıflar hiç önemli değildir. Onlar için tek bir şey önemlidir. Kendileri ve kendi yok edici politikaları ile mefkûreleri!.. Üst tarafı vızıltıdan ibarettir, bu zevat için..

Bu hataya halâ ve tabiî siyasî mecburiyetler tahtında, devam ediliyor olması ise; akıl sır alabilecek bir iş değildir. Kaldı ki; hem bu işin, hem de bu yazımın, din ile îmân ile çok büyük bir alâkası da yoktur. Tabiî meselenin Cenab-ı Allah ve SAV Efendimizle büyük bir ilgisi vardır. Ancak bu alâka, ilk önce ve sadece insan ile rabıtası olan Evrensel ve İlâhî bir alâkadır. Esasen bizleri doğrudan ilgilendiren: Meselenin ikinci bölümünde var ve adları Mehmet ile Mustafa olan, bizlere çok şeyler bahşetmiş iki yüce insan ile mevcut olan alâkasıdır. Bir Fatih Ayasofya’yı satın almış ve üzerinde hakkı olduğu için, Beş vakit namaz kılınmasına vasiyet etmiştir. Bir Ata da, devlet adamı olarak Ayasofya’nın tamiri ile tezyinatının ortaya çıkartılması için emir-i irade buyurmuştur. Ve bu millete ne mutludur. Ama hayır!.. Buna mukabil, adı sanı namı olmayan birileri, kendilerine göre yorum yapıp, Ayasofya’yı müze yapmayı uygun görmüştür. Bu işe halkın neredeyse hiçbir kesiminden gık çıkmamıştır. Gerçekten bu durum tüyler ürperten bir rezalet değil de nedir? Bu rezaleti haklı görmek ise; rezaletin çifte kavrulmuş olanı da değil midir?. Bu ülkede kim kimdir? Kim neye göre ne olmaktadır ki; Allah, Peygamber, Fatih ve Atatürk’ten daha üst bir mertebede, daha müthiş bir iktidarla, ayrıca millete rağmen, halâ hüküm sürdürebilmektedir?!.

İstanbul üzerinde Lâneti şu an için geçerli olan, aynı Fatih’in kanunlarına rağmen, Ayasofya Kuzey duvarı ile Topkapı Sarayı 4.Yeri Güney duvarlarının dış tarafına dayalı Bir vaziyette inşa edilmiş olan ahşap evleri, Belediye başkanlığı esnasında, Bedreddin Dalan Fatih kanununa istinaden, haklı olarak yıkmak istemiş, ancak o zamanki TURİNG otomobil klüpü müdürü Çelik Gülersoy, Bir hukuk adamı olmasına rağmen, o tarihlerde kendi aklına göre, restore ettiği bazı yerler muvacehesinde, Soğuk Çeşme sokağındaki o evlerini de, Fatih’in kanununa tecavüz ederek restore edip, yine kendi aklına göre, turizme kazandırmıştır. Dikkat edelim lûtfen. Bu evler, Topkapı Sarayı 4.Yeri duvarına, nasıl olup da, dayalı evler olarak, turizme kazandırılan evler olabilirler? Onlara ilk önce kimler ve neye göre ne zaman imar izni vermiştir? Dünya’nın neresinde, bir sokağın boylu boyunca tüm evleri, saray duvarına yaslanmış evler olarak ayakta kalabilir? Halâ böyle evler varsa da; orada bu evlerin kalmasına kim izin verilebilir? Ben böyle bir ucube rezillik, hiç görmedim. Kaldı ki; Topkapı Sarayı, Fatih’in başlattığı bir saray inşaatıdır. Daha özlü söz ile O saray Fatih’in evidir. Şehir mimarisi açısından da, vicdan açısından da, kanun açısından da, o ahşap evler, asla orada olmamalıdır, kalmamalıdır. Topkapı sarayının azameti, Ayasofya  camiinin ulvîyeti, 3.Ahmet Çeşmesinin hayatiyeti, salt değerleri içinde, birbirlerine nazır olarak yaşamalı, Osmanlı’nın hangi akılla emperial olunduğu, o manzaradan iyice anlaşılmalıdır. Araya sonradan kelebek gibi konmuş, her akla zarar olan o ahşap evler, oradan mutlaka kaldırılmalıdır. Hem hakkında kanun olduğu, hem şehir mimarisi ve hem dahî o zamanın değerlerine sadık kalınması için bu elzemdir. Bakalım Fatih’in bu kanununa, aklın bu estetik ve emperial mantığına, hangi er kişi uyacak ve o evleri yarın yıkacaktır? Ben bunun yapılacağını da hiç sanmıyorum.

Ancak, mutlu olsam mı? Olmasam mı? Diye tereddüt ettiğim  tek konu, artık genzini dakikalarca temizleyip de, ağız dolusu balgamını sokaklara tüküren, erkek nasnilerin ülkemizde kalmamış olmasıdır. Elhamdülillah Onlar gitmiş ama yerlerine, ağzındaki çikletleri, önüne gelen her yere tüküren, bayan nasniler türemiştir. 1m2  kaldırımda, Bir düzine çiklet lekesi olmayan ana cadde kaldırımı, İstanbul ve tabiî Türkiye’de, neredeyse yok gibidir. Çiklet ya da sakız çiğnemek, eskiden çingenelere özel bir işken, çikletin artık hanım kılıklıların ağızlarına da taşınmış olması, kültürümüzün ne kadar seviyesizleştiğine, en büyük ve bazılarını en sevindirici delildir. Ancak bütün bu fotograftan anlaşılan da şudur ki; Bizlere Fatih bile, BeşYüzElliDokuz yılda, Üç ahlâkî prensibi öğretememiştir. 1.Vasiyetlere sahip çıkın. Kanunları yerine getirin. Ki Sizin de vasiyetlerinize sahip çıksınlar. Kanunlarınıza uysunlar. 2.Şahsî, millî, askerî, tarihî, örfi, ahlâkî, dinî, însanî, vicdanî, bütün değerlere sahip çıkın ki; Sizlerin de bütün değerlerinize sahip çıksınlar. 3.Bilumum vücut ifrazatlarınız, her zaman mikrop taşıyor olduğundan; Onları ulu orta her yere saçmayınız ki, çocuklar, yaşlılar, hastalar korunsunlar.

Çok makul olmasına rağmen, halâ öğrenemediğimiz bu Evrensel bilgilere, benim ekleyebileceğim, çok kısa bir bilgi olabilir ancak. O da şudur herhalde. Her Bir karışında, birçok şehidin kanı olan bu topraklara Onlar, Bizler bu ülkenin içine tükürelim veya çiklet atalım diye düşmediler. Bu uğurda serden geçti, serhat, şehit ya da gazi oldularsa; Onların kendilerine duyduğu saygı sayesinde, Bizleri bu mertebeye eriştirmek için, büyük bir cehtle hatta Fatih ve hatta Ata olduklarına inanıyorum. Ve tabiî sadece bu sebepler muvacehesinde, hepimizin kerametlere, vasiyetlere, kanunlara uyması yanında, haddini bilmesinin de, mutlak gereği olduğunu düşünüyorum.

Doğu Roma Salı günü fetih edilmiştir. Bazıları bunun için, Salı günü başlanan işleri, sallanacak işlerden saymakla kalmayıp; 13 rakamını da uğursuz rakamlardan sayarlar. Tabiî Doğu Roma’nın fetih yılının toplamı: 1+4+5+3 = 13 eder. Ve tabii bu rakkam tüm ecnebiler için uğursuz olabilir. Ancak bizlerden de bazıları bu hurafeye nedense inanır? Dünya’nın çok yerinde, Asansörlerinde bile 13. Katı yok sayarlar. Oysa Türk İslâm kültürü için, her ikisi de muteberdir. Doğal olarak bu iki halk, Rum ile Türk ve hatta Ermeni, Yahudi, Süryani o denli iç içe  yaşamışlardır ki; kültürleri ihtisası, hurafeleri bile birbirlerine karışmıştır. Ancak Bizans kültüründen bu kültüre, hiç geçmemesi gereken kötü bir şey, nedense entrika aklı, çok yaygın ve mebzul bir şekilde Osmanlı’ya ve Onun devamı olan bizlere de geçmiştir. Ve kimseye hayrı olmayan bu akıl ve ahlâk, hem Türk san’atını, hem de Türk sanayiini ziyadesi ile etkilemiştir. Bu entrikacı akıl sebebi ile mevcut olan uçak fabrikamız şimdi yoktur. Aynı sebeple Devrim adlı otomobilin deposuna benzin konulmaya unutulmuştur. Bu ülkede yıllarca Bir sene için yapılan ihaleler Onlarca yıl sürmüştür. 2001 Yılında onca bankanın bu sebeple içi boşaltılmıştır. Ve bu sebeple, halen maarif sistemimiz, çok zor düzeltilebilir, berbat bir haldedir. Ve keza bazı kişi ve kurumlar, milletleri ve milletler adına bir işi yaparken, kendilerini re’sen işlerine geldiği gibi hareket etmekte serbest ve sorumsuz zannetmektedirler. Evet ve tabii Onlar kendi akıllarına göre: Serbest ve sorumsuz olabilirler ama yapmakla yükümlü oldukları işlerin, milleti ve milletleri ilgilendiren kısmında, mükellefiyetlerinin tümü için, herkese karşı, hem sorumlu hem de zorunludurlar.

Haydar Volkan

Çiftehavızlar: 28.11.2011
Bu yazı dizisi, başlığındaki konularla ilgili olarak, devam edecektir. Lûtfen takip ediniz. Ki; bilmediğiniz çok enteresan konulara vakıf olunuz. Hem kendinizi hem de çevrenizi tanıyınız.

 

 

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..