Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Eylül '09

 
Kategori
Dünya
 

Altıncının kızları

Altıncının kızları
 

Soykırım ne zaman bitecek?!..



Beş kişilik âilenin reisi baba İsmail, felç olduktan sonra âile reisliğini yapamıyordu artık. Bu illeten de kurtulamıyacağı, kafasına iyîce yer etmişti.

Büyük kızları Nurcan'ın da, 16 yaşına kadar gören gözlerinin ikisi de, Çinlilerin işkenceleri sonucu görmez olmuştu. Fakat O, bundan hiç bahs'etmiyordu...

16 yaşında iken köydeki kızlar arasından; akıllı ve uyanıklığından dolayı, seçilip, götürülmüştü Nurcan. Götürüldüğü yer, bir mâden ocağı idi. Bir bayan veya bir genç kız için, erkekler için bile zor ve ağır şartlar altında çalışmaya başlamıştı. Nurcan'ın çalıştığı bu ocakta çalışanların hepsinin gözü, her nedense kör olmuştu. Komünist Çin Hükümeti; bu olaydan bahs'edenlerin hepsini; ''Hükümetin aleyhinde propakanda yapıyor(!)'' diye, öldürtmüştü. Bunun farkına erken varan Nurcan da, bu olayla ilgili, ağzını hiç açmıyor, kendisi için çok zor da olsa, bundan sonraki hayatını kör olarak geçirmeye râzı'ydı. Anne babasını ve kardeşlerini de çok özlemişti. Yeter ki; ''Artık bu kız işe yaramaz!..'' diyerek evine gönderseler, ona çoktan râzı'ydı...Duaları kabul olmuş, Allah yüzüne gülmüş, istediği olmuştu. Evinde idi artık...

Çok akıllı ve ağırbaşlı olan Nurcan; ''N'apalım?..Kaderim böyleymiş...Ama kendi başımın çâresine bakmalı, kimseye yük olmamalıyım...'' diyerek, hayata dört elle sarıldı. O hâliyle durmadan çalıştı. Evde, elinden geldiği kadar herkese, hep yardımcı oldu.

Eli para görmüyordu ama en azından; ''Hiç olmazsa, elim-ayağım tutuyor, kendi âilem de olsa kimseye yük olmadan, kimseyi mümkün olduğu kadar rahatsız etmeden yaşıyorum ya!..Çok şükür Rabb'im'e, bu bile büyük bir nîmet benim için...'' diyerek rahatlıyordu.

Şervan ve Nâlan isminde iki kız kardeşi daha vardı Nurcan'ın. Onları da Komünist Çin Hükümeti'nin idârecileri çağırıyordu sık sık. Küçücük yaşlarına rağmen en ağır ve en pis işlerde çalıştırılıyorlardı. Akşam eve yorgun ve bitkin bir vaziyette geliyorlardı. Okullarına bile gidemiyorlardı bu yüzden.

Her gün ayrı şeyler taşıtıyorlardı Çin'li idâreciler çocuklara. Çok yoruluyorlardı Şervan'la Nâlan. Biraz durumu müsâit olanlar, kırık dökük te olsa kendine üç tekerlekli bir şeytan arabası(bisiklet) almış, yüklerini onunla taşıyorlardı. Şervan'la Nâlan'n öyle bir şansları yoktu mâlesef.

Kadınlar kızlar çoğu zaman, hep açıkta olan tuvalet çukurlarındaki insan pisliklerini taşırlarken mideleri alt-üst oluyordu. Fakat ne çâre ki yapabilecekleri başka bir şey de yoktu. Bu çalışmaları karşısında başlarındaki idâreciler, para vermeyi bırakın karınlarını doyurabilecek, açlıktan ölmeyecek kadar bir şey verirlerse ne âlâ!..Yoksa itiraz edecek vaziyetleri olmadığını da, herkes biliyordu.

Bunları bilen Nurcan, bâzan gözünün kör olmasını, bir nîmet olarak bile görüyordu...

Yine bir gün, yarı kuru-yarı yaş, insan pisliği taşınması için çğırılmışlardı. Leş kokulu insan gübrelerini doldurdukları çuvallarla tarlalara taşıyorlardı. Üzerleri başları hep pislik içinde kalmıştı Şervan ve Nâlan'ın. Yanlarından gelip geçenler, burunlarını tutarak geçiyorlardı kokudan. Onlar'sa görmezden geliyordu bu durumu. Bütün bunlara rağmen büyük bir sabır ve olgunlukla sohbet ede ede yapıyorlardı işlerini. Nir defasında şervan Ablası Nâlân'a;

-Abla biz de bir gün; bir şeytan arabası alıp ta, yüklerimizi daha rahat taşıyabilir miyiz?..dedi.

-İnşaAllah kardeşim(!)...Allah nasip ederse bir gün o da olur, dedi Nâlân ümitsizce...

-Böyle gece-gündüz çalışırsak kaç sene sonra alabiliriz abla?(!) dedi Şervan. Nâlân kardeşinin yorgun ve bitkin yüzüne baktı, anladı şaka yaptığını...Zorla da olsa gülümsediler birbirlerine ve devam ettiler yollarına. Günleri, ayları böyle geçiyordu Uygurlular'ın. N'apsın zavallılar?!..Yapacak başka bir şeyleri mi vardı?..Yoktu zâten!..Çin zulmü bir karabasan gibi çöreklenmişti vatanlarının her yanına. Nefes aldırmıyorlardı bir an bile...

**** **** **** ****

Evin en küçük kızı Meryem de 15 yaşına gelmişti artık. Köyde, güzelliği ve olgunluğu ile O'nu sevmeyen yok gibi idi. Simsiyah kıvırcık saçları, mas mâvi gözleri ve bembeyaz cildi ile, O'nu gören köy delikanlılarının gönlünü hoplatıyordu. Gençler; ''Ne yaparız da Meryem'in gönlünü kazanırız?..'' diye, hesap yapıyorlardı hep.

Küçük yaşına rağmen; köyün yaşlıları birçok mes'elesini O'na danışırlar, O'ndan akıl sorarladı. Çok ta güçlü idi Meryem.

Birgün, İki ablasının taşımış olduğu 200 kilo gübreyi kendi hesaplarına yazmıştı âmirleri. Buna çok sinirlenen Meyem;

-Ablalarımın yaptığı işi neden kendi hesabınıza yazdınız, diyerek, öyle bir yumruk atmış ki birisine, adam üç gün yerinden kalkamamıştı. Bu olaydan sonra, kim haksızlığa uğrasa Meryem'e anlatmaya başlamış derdini...

Bu durumdan dolayı baba çok endişelenmiş ve kızını karşısına alıp;

- Kızım böyle bir şey yapma bir daha!..Bunlar zâlim insanlar görüyorsun. Sana ve hepimize zarar verebilirler hiç çekinmeden. Yüce Yaradan'a havâle et onları. Bizim onlarla başa çıkacak gücümüz yok. Hazır karnımız doyuyor şu an... Yarın onu da kesecek olurlarsa ne olur bizim hâlimiz?..Üst'ün başın yırtılsa yamar-yıkar yine giyersin. Fakat karnın yırtılsa yamıyamazsın. Biliyorsun kızım, biz bu zulmü yıllardır çekiyoruz. Ama ne yapalım ki biz, birlik ve berâberliğimizi kaybettiğimiz için bu hâllere düştük...Aman kızım!..Bundan sonra daha dikkatli ol...diye sıkı sıkı nasihat etti babası Meryem'e.

Dört kız kardeşin, üzerine yama yapıla yapıla, alaca bulaca olmuş ikişer elbisesi vardı. Devamlı çuval taşıdıklar için, en çok omuz ve sırttan yırtılıyortu elbiseleri. Onun için, yamıya yamıya kat kat olmuştu omuz ve sırtları. Her akşam eve gelir gelmez, diğerini giyip yıkıyorlardı elbiselerini. Bereket ki evlerinin önünden, küçük bir dere akıyordu. Kovalarla taşıdıkları su ile yıkayabiliyorlardı her akşam.

Çok şükür ki, etsiz yağsız da olsa bâzan sebzeli yemek kaynatıp yiyebiliyorlardı.

Meryem, küçükken babasının, karnını okşayıp; ''Senin karnın aç, ye bakalım şunu!...'' diyerek, elindeki ekmeği kendisine verdiği günleri hatırladı birden ve babasına hak verdi;

-Doğru baba, haklısın!..Bundan sonra daha dikkatli olmalıyım. Zar-zor da olsa zaman zaman bir şeyler kaynatıp içebiliyoruz. Bunu yapamıyanlar da var. Hem hepimiz bir aradayız çok şükür. Ya bir de bizi, birbirimizden ayıracak olursa bu zâlimler?!..O zaman çok daha kötü olur bizim için, dedi irkilerek.

Şu an, bütün sıkıntılara rağmen, akşamları bir araya gelip, birbirleri ile konuşabiliyor, şakalaşabiliyorlardı herşeye rağmen...En çok ta Meryem onlara şaka yapıp güldürmeye çalışıyordu. Babasının nasihatinden sonra, karnını ofalıyarak;

-Gene çok yedim. Öküz gibi oldum ben(!). Yanımda birisi olsa şu an, boyunduruğa koşulsak, bir traktörü sollarız vallahi der demez, herkes kahkahayı basmıştı. O hâlde bile gülmesini becerebiliyorlardı.

Babaları İsmail de kızının esprilerine gülerken, âniden durakladı. geçmiş günlerin görüntüleri, bir televizyon ekranı gibi, gözünün önünden bir bir geçiyordu. Bir anda gözlerinden yaşlar boşaldı...

Altaylar'da altın ocağında çalıştığı günleri hatırladı...

O zamanlar, genç ve yiğit bir delikanlı idi İsmail. Kendi topraklarından kazdıkları altınları, Rus patronlara veriyorlardı. ''Bizim doğal kaynaklarımızı başkaları, niye sömürür hep?!..''diye üzülürdü. Bir gün...Altın ocağında çalışırken, çocuk kafası büyüklüğünde, bir kısmı toprakla kaplı, sapsarı bir kütle çıktı topraktan. Az ilerdeki arkadaşı İsrâfil'e seslendi. Aynısından İsrâfil de bulmuştu fakat, O da ne?!..İsrâfil'in sol bacağından kan akıyordu...Ellerindeki sarı kütleleri bir yere saklayıp, başlarındaki âmir'e gitti İsmail;

-Arkadaşımın bacağı kırıldı gâlibâ. Kanlar akıyor!.. Doktora götürülmesi lâzım...diyebildi heyecanla. Adam sert sert baktı fakat hızlı hızlı çalıştıkları yere doğru yürüdü...İsrâfil inliyordu oturduğu yerde. Durum gerçekten vahim'di gâliba.

-Hadi götür bakalım doktora, dedi ve hemen uzaklaştı umursamaz bir tavırla.

İsrâfil'in numarası tutmuştu. Altın kütlelerini alıp, çıktılar ocaktan. İsmail'le İsrâfil Urimçi'ye geldiler. Burada altın kütlelerini paylaştılar. İsrâfil;

-Ben gidip, Doğu Türkistan Millî Ordusu'na katılacağım. Bu altın'la silah satın alıp, ülkemin bağımsızlığı için savaşacağım. Ay-yıldızlı mâvi bayrağımızı Tanrı Dağı'nın tepesinde dalgalandıracağım, diyerek, Gulca'nın yolunu tuttu.

İsmail ise;

-Ben de köyümde bir okul, bir de câmi yaptıracağım, diyerek, Atuş yolunu tuttu...

İsmail köye gelir gelmez, herkes etrafını çevirmişti. Durumu bütün samimi dostlarına söyledi. İsmail'in köye bir okul bir de câmi yaptıracağını duyan köylüler çok sevindiler ve can'la başla; ''benim de burada bir tuğlam olsun...'' diyerek, hep birlikte destek verdiler. Çok kısa sürede bitirildi câmi ve okul. 90 yaşındaki nineler ve dedeler ile çoluk-çocuk yardımcı olmuştu bu güzel çalışmaya.

Câmi'nin iç ve dışına yapılan kabartma nakışların üzerine; hem güzel görünsün hem de daha uzun dayansın diye, yumurtanın beyazından sürmüşlerdi. Yumurtanın beyazı, pırıl pırıl parlatmıştı kabartmaları...

Okulu da aynı hassasiyetle çabucak yapmışlardı. En iyi malzemelerle, çok sağlam yapılmıştı...

Okul biter bitmez, Kaşgar'a öğretmen getirmek için gitmişti İsmail. Tanıdığı dostları vasıtası ile en iyi öğretmenleri seçmişti. Okul müdürü olarak anlaştığı Zibinîsa Hanım'ın öğretmen olan kızı İkbalem'e daha ilk görüşte âşık olmuştu. İkbalem de O'nu sevmişti. Hemen evlendi İkbalem'le ismail...Çok mutlu bir yuva kurmuşlardı. İkisinin de iyi yetişmiş olmaları, çocuklarının da güzel yetişmelerine vesîle olmuştu. Hepsi de parmakla gösterilecek, yaşlarından büyük olgunluğa sâhip'tiler.

Âilece mutlu bir hayat sürerken; Mao ve Rus Komünizmi'nin lideri Stalin'in anlaşması ile Çin'de farklı bir yapılanma başlamıştı. Yapılan ihtilâl'le, en vasıfsız kişiler her yere idâreci olarak atanmıştı. Bütün Doğu Türkistan, büyük bir komünizm despotizmi ile yönetilmeye başlanmıştı. Halk; ''Yeni idâreciler atandı her yere...Bundan sonra her şey daha güzel olacak(!)...''diye, hiçbir şey bilmeden seviniyordu.

Komünist te olsa adının; Doğu Türkistan Bağımsız Hükümeti olması, birçok Doğu Türkistan'lıyı sevince boğmuştu. Fakat âkîl Doğu Türkistan'lı aydınlar, bu durumdan ziyâdesiyle rahatsızdı. Çok geçmeden, bu rahatsızlıklarında haklı çıktılar. İçerdeki yardakçıların da desteği ile, ülkede büyük bir korku ve sindirme harekâtı başlamış ve bütün özgürlük yanlıları toplanıp, değişik şekillerle etkisiz hâle getiriliyordu. Fakat yapılan propakandalarla, birçoğumuz ilk zamanlar, ''her şey daha iyi olacak'' düşüncesi ile bayram yapmıştık. ''Ağlanacak hâlimize, hiçbir şeyin farkında olmadan, gülmüştük.''diye acı acı düşünüyordu İsmail.

Üç kızının annesi canı gibi sevdiği karısı İkbalem, dördüncü kızları Meryem'e hâmile idi. Atuş'a atanan yeni idâreciler, Komünist Çin Hükümetinin yardakçıları idi. Onların da yardakçıları vardı köylerinde. ''Yeni Komünist Mao rejimine nasıl yağcılık yaparız da, bir yerlerden biz de nasıl makam mevki kaparız?!..''düşüncesinde olan bu insanlar, jurnalleri ile bir çok insanı ya hapse attırmış ya da öldürtmüşlerdi.

İkbalem'le İsmail de onlararın listesinde idi. Fakat herkes onları, köye yaptıklarından dolayı, çok seviyordu. Biraz da çekiniyorlardı. Ama onların yardakçıları giderek çoğalıyordu. Birgün okuluna giderken O Yardakçılar'ın saldırısına uğradı İkbalem. Üzerine hep birlikte çullanmışlar, oracıkta, bütün feryatlarına rağmen, hâmile İkbalem'in canına kıymışlardı. İki canı birden almıştı gözü dönmüş caniler. Korkudan, o kadar çok sevdikleri biricik öğretmenlerine bie, sâhip çıkamamıştı hiç kimse...

İsmail acı gerçeği iş yerinde öğrendiğinde, çılgına dönmüştü...Biricik karısı ve karnındaki evlâdının acısı yüreğini dağlamıştı. Fakat O'nun da elinden bir şey gelmiyordu artık. Acısı boğazına yumruk yumruk düğümleniyordu...Eline ne geçrebildiyse alıp, önüne gelen Çinlileri veya yardakçılarını pramparça etmek istiyordu.Fakat ne çâre kiaklı O'na ''Dur!..'' diyordu. Çünkü, pırlanta gibi yetiştirdikleri üç kızı vardı sorumluluğunu taşıdığı. Onlar için, yaşıyabildiği kadar yaşamalıydı.

Güzeller güzeli İkbalem'i yıkayacaklar, toprağa vereceklerdi...

İkbalem'i yıkayan kadınlar, ellerinde bir kız çocuğu ile dışarı fırlamışlardı. Hâmile İkbalem'in cesedinden, bir mûcize eseri çocuk canlı olarak dünyaya gelmişti. İsmail, hem şaşkın hem de sevinçliydi!.. Adını Meryem koydu hemen...

Aradan yıllar geçmiş, neler yaşamışlardı kendi öz vatanlarında...

**** **** **** ****

İsmail ' in yanaklarından dökülen göz yaşlarını, elleriyle siliyordu kızı Meryem;

-Neden ağlıyorsun canım babacığım?..Hasta mısın? Bir yerin mi ağrıyor?..derken, ablalarından Şervan ve Nâlan, babalarına arkadan sarılmışlar;

-Ağlama baba, ağlama ne olur!..diye teselli ediyorlardı.

En büyük kızı Nurcan da gelmiş, kardeşi Meryem'in yanında babasının kucağına yatmış, O da gözyaşlarını siliyordu babasının...İsmail, tek tek öptü-kokladı kızlarını. Birden ufka doğru bakmaya başladı;

-Anneanneniz Kaşkar'da yalnız başına, kim bilir ne yapıyordur şimdi?..İmkânımız olsa da O'nun yanına gidebilsek keşke!..derken, gözyaşları boşalmıştı yine. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu...

Câmi tarafındaki pencere açıktı. Dışardan; bir kaç gün evvel câmi'nin içine konan domuzlardan, pis pis kokular ve acaip çırr...çırr...sesler geliyordu. Nurcan, hemen kalkıp elyordamı ile pencereyi bulup kapattı.

Nurcan'ın gözleri görmüyordu fakat kör olduktan sonra duyguları daha da hassaslaşmıştı. Babasını hüngür hüngür ağlatan esas sebebin, câmiye doldurulan domuzlar ve Okullarının bir Çin okuluna çevrilmesi olduğunu anlamıştı. Çin komünistlerinin, birkaç yıl evvel câmiyi domuzlarla doldurmasından sonra, çok üzülmüş, çok ağlamış ve kızlarını toplamış, gözyaşları içinde;

-Yavrularım!..Elimiz kolumuz bağlı!..Bunlar, nefes aldırmıyacaklar bize...Câmimize domuz doldurmakla; sizin dininizi ve îmânınızı, tamâmen kalbinizden alacağız. Okullarınızda da bundan sonra Çin kültürü ve eğitimi yaptıracağız. Kısaca siz, siz olmaktan çıkıp, 'biz' olacaksınız!...'' demek istiyorlar, demişti.

''Biliyorum ki babamı hüngür hüngür ağlatan, işte bunlardır!..''diye düşündü Nurcan. Babasına tekrar sarıldı;

-Babacığım!..İnşaAllah bir gün bu zor günler biter. İnşaAllah birgün biz de özgürlüğümüze kavuşuruz. Senin ve rahmetli biricik annemizin bizi yetiştirdiği gibi, vatanını dinini, bayrağını seven nice gençler yetişiyordur kimbilir. Bu kadar baskı ve zülm'e rağmen sizin gibi anne-babalar korkmadan bunu yapabildi ise! tabii...

İnşaAllah, Rabb'imiz bu gayretlerinizin semeresiini verir baba, diyerek O'nu teselli etmeye çalıştı Nurcan ve;

Ben annemden ayrılıp,

Sundu kanadım kayrılıp.

Ben ağlamayıp, kim ağlasın,

İkbalim'den ayrılıp...mısralarını mırıldandı babasına. Babası kucakladı öptü, kokladı kızını...

Bir müddet sonra Meryem'in yokluğunu fark'etti baba İsmail;

-Meryem nerede çocuklar? dedi endişe ile. Herkes Meryem'i arada her tarafta. Bir türlü bulamadılar. Acılarına yeni bir acı eklendi İsmail ve kızlarının.Fakat o kadar acılar yaşanıyordu ki, bunu da içlerine gömüp, sağ sâlim tekrar Meryem'lerine kavuşmak için dua edeceklerdi hep berâber..

Meryem, babasına ve kardeşlerine söylemeden, 12 saat yaya yol yürüyerek anneannesini olduğu Kaşkar'a ulaşmıştı. Babasının tıpkı kendisine benzettiği anneannesini Kaşkar'da buldu. Ertesi gün, Zibinisa Hanım'ın Uygur bir öğrencisi tarafından Atuş'a geldiler. Evlerinin kapısını çaldı Meryem. Herkes bir anda kapıya yığılmıştı. Kardeşleri Meryem ile anneanne'lerini karşılarında gören kızlar;

-Babaa!..Meryem geldi Meryem!..Hem ne aanneannem'le diye göklere uçuyordu kızlar. İsmail, elini öptü kucakladı kayınvalidesini. Meryem'i de aldı kucağına kokladı...Kokladı...Kokladı;

Allah razı olsun senden kızım!..dedi gözyaşları içinde.

Meryem, babasının sözünü duyar duymaz harekete geçmiş, Kaşgar'a gidip anneannesini almış gelmişti.

Meryem'le birlikte herkes mutlu idi. Hepsi Meryem'e teşekkür ediyordu. Anneanneleri Zibinisa Hanım da çok mutlu olmuştu. Bundan sonrası Allah Kerim'di...

Bektaş Azizoğlu
13.09.2009, pazar
İSTANBUL

Not : Hikayenin orijinali, Doğu Türkistan'lı Mütefekkir Zeynure Öztürk'ten alınmıştır.

 
Toplam blog
: 344
: 580
Kayıt tarihi
: 24.11.07
 
 

İlkokul'u Düzce'nin Gölyaka İlçesi, Açmaköy'ünde bitirdikten sonra, Ortaokul'u Gölyaka'da okuyup,..