Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ekim '08

 
Kategori
Öykü
 

Altınımı ben boynuma dizerim

Altınımı ben boynuma dizerim
 

“ALTINIMI BEN BOYNUMA DİZERİM”

-Emirdağ Türküsü/Anonim-

Yüksel ÖNAÇAN

Okulun bahçesinde çocuklar, çaput bir topun arkasından koşturuyordu. Sığırtmaç, Eğitmen’in evinin arkasına kadar sığırları getirmişti. Az sonra sığırlar, kendiliklerinden köye dağılacaktı. Günlük işini bitirmenin rahatlığıyla sığırtmaç, bir türkü söylüyordu. Kelimelerin hepsi duyulmuyordu ama, Sıdıka türkünün tamamını biliyordu. Kollarını göğsüne kavuşturup, balkon demirine yaslandı.

“Kalaysız kap dizilir mi sergene

Kötüyünen girilir mi yorgana

Gâvur anan seni bana vermezse

Gönlümünen takılırım urgana...”

Bu, Kolanşam türküsüydü ve sığırtmaç, köyün kıyısına geldiğinde hep bunu söylerdi.

“Yüksek tepelerde yanar sönerim

Sevdim alamadım ona yanarım

Kâdir Mevlâ’m beni bir kuş yaratsa

Su yolunda sağ yanına konarım...”

Sıdıka, derinden iç geçirdi. ‘...Bu hanay, bu eşyalar, para, yalnızlığıyla tartılsa bir terazide, hangisi ağır gelirdi ki?.. Daha kaç yıl bu ihtiyarla iki ineğin kahrı için yaşayacaktı. bir çocuğu bari olsaydı; oyalanırdı. Kocanın yerini tutmazdı tutmasına da , hiç olmazsa el içinde boynu bükük kalmazdı. Hortlıyasıca kaynanası, iki yıl öncesine kadar, kısırlığını başına kaka kaka ölmüştü. Allah vermediyse, O n’apsındı?..’

“Karacalar derler taşlık değil mi

Babana verdiğim başlık değil mi

Sana diyom sana sevdiğim gözel

Salla saçlarını gençlik değil mi...”

‘...Kudurmuş şu sığırtmaç da; her gün türkü, her gün türkü. O kadar gızgınısan git köyüne, karıyın yanına. Elin sığırlarının derdi, seni mi gerdi, salak!... Emme netsin fâkir; geçim derdi. Bizinkine bak sâne, ta gâvura gitti...’

Dağların gölgesi, yavaş yavaş köyü örttü. Sığırlar, avare avare köye dağıldı. Çocuklar hâlâ çaput topun arkasında koşturuyordu. Bacalardan dumanlar çıkmaya başladı. Az sonra ortalığı yanık haşhaş yağı kokusu kaplayacak, çocuklara acıkmış olduklarını hissettirecekti.

Sıdıka, mutfağa girdi. Kalaylı bakır tavaya ve düdüklü tencereye, testiyi kaldırıp, su koydu. Ocağın iki düğmesini de açıp, çakmakla yaktı. ‘...Bu ocağın en iyi yanı, isi, pisi olmamasıydı; tüple çalışıyordu. Bitince Emirdağ’dan değiştiriliyordu ama o kadarcık zahmete de değerdi...’ Bulguru, mercimeği ayıkladı. Düdüklüye mercimeği koydu, kapattı. Mercimek olunca bulguru atacaktı. Balkona çıktı. İnekler gelmişti. Bir helke alıp, merdivenlerden indi.

Mutfağa döndüğünde, tavadaki su bitmişti. Tavanın kalayı da yanmıştı. Düdüklü, ötüyordu. Tavaya acele su koydu. Düdüklünün altını söndürdü. Bulgur salacağı suyun tekrar kaynamasını bekleyecekti.

Sütü, helkenin üzerine gerip bağladığı tülbentten büyükçe bir tavaya süzdü. Düdüklüyü alıp, yerine tavayı koydu. Akşam ezanı okunuyordu. Köşede yığılı yufkayı, ortaya serdiği sofra bezi üzerinde sulayıp, dinlenmeye bıraktı. Düdüklüden çıkardığı mercimeği bulgurla birlikte tavaya attı, ağzını kapattı. Sütün altını yaktı, karıştırmaya başladı.

“Geliin, inekleri bağladın mı!?..”

‘...İnekler avlunun içinden nere gidecekti de, bağlayacaktı.

‘Sorasından değil’ de, geldiklerini haber vermek için bağırıyordu Garınca ezen...’

Sütün altını söndürdü. Bulgur suyunu çekmişti; onu da söndürdü.

“Baba siz yukarı çıkın, ben bağlarım!”

İmam gençti. Gitmeden Osman tutmuştu. Hisar Yolu’ndaki tarlayı da ekip biçmesini söylemişti. Cumhuriyet Meydanı’na bakan Meydan Kıraathanesi’nin önünde imamla anlaşmış, hiçbir şeye karışmadan çay içen köylülerine, ellerini iki yana açarak: “Daha ne yapayım köylüler?!” demişti. Onlar da, her tuttuğunun altın olmasını dilemişlerdi.

Hacı, altmışının üzerindeydi. Pek çoklarının doğduğu gibi O da anasından hacı doğmuştu. Buna kimse: “Ne zaman Hacca gittin de Hacı oldun?” diye itirazda bulunmamış, yalnız kırk yaşından sonra dazlaklaşmaya başlayınca ‘kel’ i ilâve edip, adını Hacıkel olarak, iki heceden üç heceye çıkarmışlardı. Tam bir sene yeni adı ağır gelmiş, taşıyamamış, üç sefer yakın arkadaşlarıyla ana-avrat birbirlerine girmiş, son kavgada münasebetsiz bir taş kafasında, sol kulağının hemen üstünde patlamış, orada saç çıkmayınca da adını benimsemişti. Hatta bir seferinde koyun gütmeye gittiğinde, yeni adını yüksek sesle söylemiş, dile ve kulağa hoş geldiğini düşünüp, gülümsemişti.

Garıncaezen, ‘örtülü ev’in kapısına el attı. Sıdıka, şehirliler gibi, örtülü eve sahip tek kişiydi köyde. Bu oda kıymetli eşyalarla döşenir, kullanılmadık yorgan, döşek, yastık, duvar boyuna katlanır, yine kullanılmayan kilim ve seccâdelerin üzerine üst üste dizilirdi. Kilim, seccâde ve yataklar altın gibi birikim araçlarıydı. Misafir geldi mi mutlaka örtülü evi görmek ister, ev sahibesi de kilitli kapıyı açar, gösterir, tekrar kilitlerdi. Sıdıka’nın örtülü evinin, şehirdekilerden fazlası var, eksiği yoktu.

“Gelin burayı kilitlemiş. Şöyle buyurun.”

Garıncaezen, misafirlerine örtülü evdeki masada yemek yedirmek istemişti. Masa ve sandalyelerin geldiğinde, masada yemek için ısrar etmiş, tahrana çorbasını içerken: “Lokantada yermişim gibi geliyor gelin, ” demişti, bunu birkaç kez yapmıştı. Son defa kuru fasulyeyi halının üzerine dökmüş, bir daha da masanın adını ağzına almaz olmuştu.

Buyur ettiği odayı, piknik tüplü bir lüks aydınlatıyordu. Yerde seleser bir kilim, üzerinde koltuk yastıkları ve yün minderler döşeliydi. Duvarda çerçeveli bir ayna, aynanın üzerinde de yine çerçeveli Osman’ın büyütülmüş resmi asılıydı. Osman bir tabanca tutuyordu ve tabanca tutan elinin bileğinde de bir saat gözüküyordu.

Sıdıka önlerine bir sofra bezi serip, üzerine sofrayı koydu. Güşenenin içine yerleştirdiği yufkaları çıkardı. İki tanesini sofranın üzerine açtı. Mutfaktan tavayı getirip, pilavı yufkanın üzerine döktü. Odayı mercimek ve tereyağı kokusu doldurdu. Diğer yufkaları da sofraya dizdi. Bir dilikli yoğurt, üç de tahta kaşık getirdi. Garıncaezen:

“Kaşıkları götür, biz kendi kaşığımızı kendimiz yaparız!”

“Bırak isteyen kaşıkla yesin, ” dedi Hacıkel.

İmam:

“He ya; isteyen istediğiyle yesin, haydi buyurun. Bismillah.”

“Gelin! Acıcık çökelekle su getir de, sen işine bak gâli!..”

“Bu var ya bu, imam efendi, bu güççükken köyde garınca koymazdı” dedi, Hacıkel.

“Niye?”

“Kendine sor.”

“Niye emmi?”

“Sen o zevzeğe bakma, karnını doyur.”

“Köyün buğdayını çalıyorlar deyin. “

“Hacıkel, otur oturduğun yerde; çocuktuk o zaman.”

“Gelinden bir kuru soğan iste.”

“Sahi, nasıl da unuttuk. Gelin, bir kelle soğan getir!”

“Ağzımız kokmaz mı; namazda?” dedi, imam.

“Cemaat mı var? Üçümüz de birbirimizin kokusunu duymak bile. Üçümüz de yedik mi kabahat işlemek.”

“Öyle olsun.”

“Gelin, çayı koydun mu, çayı?!”

“Rahat bırak gelini de yemeğini ye.”

“Vakte yetişelim deyin istiyorum çayı.”

“Çayı da bizde içeydik hem.”

“Eski köye yeni adet koyma Hacıkel.”

İmam:

“Amiin!” deyip, sofra duası okumaya başladı.”... el fatiha!..”

“Hacı sofrası olsun...”

Sonra sofranın üzerindeki pilavın altında kalan yağlı yufkayı yediler. Diliklide kalan yoğurdu da Hacıkel kaşıkladı.

Onları uğurladığında Sıdıka, yoğurdu mayalamıştı bile. Avlu kapısını sürgüledi. Hanayın arkasında bağlı olan köpeği çözdü. Köpek, Sıdıka’nın etrafında hopladı, zıpladı, son hızla avlunun içinde sağa sola koştu. Sıdıka’nın çağırmasıyla, Onun hazırladığı pilav artıklarını yemeğe başladı.

Evlerin küçük –perdesiz – pencerelerinden sızan ışıklar, ayın tepsi gibi çıkmaya başlamasıyla yavaş yavaş ferini kaybetti. Köpekler, ayı karşılıyormuşçasına, ulumaya başladı. Köpeğini yallamakta olanlar veya avlunun öteki ucundaki helaya gidenler.”Hoşt, meret!” deyip, köpeklerini susturdular. Köpek uluması, uğursuzluktu. Aynı şekilde, baykuş da.

Sıdıka, merdivenin başındaki işlemesini aldı, üst kata çıktı. Kanaviçe teyellenmiş patiskaya pembe, kırmızı, sarı, bordo ve yeşil ipliklerle ‘kopmagül’ işliyordu. Bu bir yastık kılıfıydı.

İşini bıraktı. Sofra toplanmamış, bulaşık yıkanmamıştı.

Önce komşularının, sonra da kendilerinin köpeği telaşlı telaşlı havlamaya başladı. Elini önlüğüne silerek balkona çıkıp, bakındı. Köpek, avlunun ön sol duvar köşesine ayaklarıyla uzanmış, sert ve hızlı havlıyordu.

“Kim o?!” diye, tehditkar, bağırdı. Köpek iki metre yüksekliğindeki duvar boyu, evin arka tarafına kısa adımlarla havlayarak ilerledi. Sıdıka, karanlıkta arka odaya geçti. Perdeyi aralayıp, köpeğin hareketlerini takip etmeye başladı. Köpek yine ön ayaklarını duvara uzatıp, havlamaya başladı. Ve bir karartı, arkadaki sırta eğilerek ve koşarak uzaklaştı. Sıdıka, “Kim bu kör olasıca gecenin bu vakti?!..” deyip, işini eline aldı.

Ay, köyü gözetliyordu...

&


“Nasıl ana, iyi ettik mi?” dedi, eve yaklaşırken Osman.

“Pek güzel ettin.”

Kızlar, okuldan gelmişlerdi. Naylon ayakkabılarını giydirmeden Döne:

“Ayaklarınızı yıkayın! “

“Ana, öğretmen şişe istiyor.”

“Ne şişesi?”

“Boş şişe işte.”

“Penisilin şişesi ana; tahıl koleksiyonu yapacağız.”

“Gidin öte, ben nereden bulayım?!..”

Murat, dama çıktı. Avluda kimse yoktu. Traktör hayatın altına çekilmiş, römorkun üzerine tavuklar çıkmıştı. Biraz oyalandı; indi.

“Ana biraz para ver.”

“İki lira var.”

“Yetmez.”

“Köylük yerde parayı ne yapacaksın?”

“Belki lazım olur.”

“Dedenden iste.”

“Ben ondan para almam.”

“N’apayım oğlum, bende de yok.”

“İyi iyi, ben çıkıyorum.”

“Şu yüzünü gözünü bir yu; her yanın toz içinde.”

Murat, Hanife’yi avluda görebilmenin heyecanıyla, temizlenmeyi unutmuştu.

Saçlarını tararken dedesi geldi.

“Hoş geldiniz gezginciler; düğün nasıl oldu?”

“Hoş bulduk baba. Gazasız, belasız oldu. Murat, dedenin dürüsünü getir!”

Bir çift yün çoraptı. Gıpıldak aldı, çevirdi:

“Allah bir yastıkta kocatsın, ” dedi.

“Dedesi, torununun harçlığı yokmuş”

“Öyle mi liseli?”

Murat, başını öne eğdi. Dedesi, yeleğinin iç cebinden köşeleri aşınmış meşin bir cüzdan çıkardı.

“Beş lira yeter mi?..Al.”

Murat kızararak parayı aldı.

“Gâvurdan salarsın haa!..”

“Salar dedesi.”

Murat, çıktı. Bakkala varıp, parayı bozdurdu. Okucu’nun eve doğru yürüdü.

“Emine bibi!..”

Duvarın dibinde uyuklamakta olan pani, isteksiz isteksiz havladı. Okucu, evde yoktu. Dönerken Kadir’e rastladı. Kadir:

“Duydun mu, Rabiya kaçmış.”

“Kiminle?”

“Kiminle olacak, Hafız’la.”

“Yapma yaa!.. Emmisi oğluyla yavuklu değil miydi?”

“Babası zorla nişanladıydı. Haftaya bayrak kalkacaktı.”

“Nere gitmişler?”

“Kimse bilmiyor. Jandarmaya haber verdiler.”

“Rabiya yaşını doldurmuştur, jandarma n’apacak!..”

“Babası, ‘canından endişe ediyorum, ’ diye, şikâyette bulunmuş.

“Hafız’la kaçtığı ne malum?”

“Başka kiminle kaçacak? Birbirine havastılar.”

Roma dönemi kapı telinin ayna olarak kullanıldığı çeşmeye vardılar. İkişerli, üçerli kızlar ellerinde testi, güğüm, helkelerle gelip su dolduruyorlardı. Başlarında eşarp, üzerlerinde elbise, altlarında, saya giyildiği zamanlardaki gibi , ‘ bulama don’ da denilen, saya donu vardı. Ayaklarında da ya lâstik, ya da naylon ayakkabı.

Suyunu alan, gidiyordu. Akşamın dar vaktiydi ve yemek yapılacaktı.

“Akşam bulgur çekimi var mı?”

“Seydigil’in.” dedi, Kadir.

“ Gidelim mi?”

“ Elimiz mecbur.”

İkisi de, güldü. Sonra bakkala doğru yürüdüler; Kadir, sigara alacaktı.


Bulgur çekilen eve vardıklarında, Hafız orada, arkadaşlarıyla birlikte avlu duvarında oturuyordu. Onlara Kuruca’ya düğüne gittiğini söylüyordu. Rabiya’nın ortadan kaybolduğunu duyunca sararmış, endişelenmişti. Bir sigara yaktılar hep birlikte. Kadir, Murat’a da ısrar etti; O, almadı. Hafız, yorgun olduğunu söyleyip, tüm arkadaşlarının itirazına rağmen, gitti.

Gökyüzünde tek yıldız yoktu. Bu gecenin tatsız geçeceği belliydi. Kızlar, isteksiz bir mani söyledi; kendileri de beğenmemiş olacaklar, sustular. Okucu da gözükmüyordu. “Emirdağ’a okuculuğa gitti, ” dedi, içlerinden biri. Seydi’nin anası, kızları türkü söylemeleri için teşvik ediyor, kızların kafasındaki, “Hafız burada da, Rabia nerede?” sorusu cevap bulamayınca, her biri kendi kendine düşünüyordu. İçlerinde en heyecanlıları, herhalde Murat’la, Hanife’ydi.

Hava soğumuştu. Kızlar terliyor, delikanlılar üşüyordu.

“Okul duvarına kadar kim yarışıyor benimle?!”

Hiç birisi, kımıldamadı.

“Isınırdık yahu!”

“Gel de Ellez’i arama şimdi, ” dedi, biri. Ellez yoktu; Emirdağ’a düğüne çağırmışlardı.

Bir baykuş öttü. Köpekler anında cevap verdiler. Ve yağmur çiselemeye başlayınca avlunun içinde bir koşuşturmaca başladı. Toplanıyorlardı; içeri gireceklerdi. Delikanlıları oraya bağlayacak bir şey kalmamıştı, ayrıldılar.

Bakkalın transistörlü radyosu:

“ Geceler yârim oldu, anam anam garibem, ” diyordu...

Kadir:

“Yatsı yeni dağıldı; bu saatte evlere gidip tavuk gibi tüneyecek miyiz? Haydi bize gidelim.”

“Ne yapacağız sizde?”

“Yüzük saklama ya da kös oynarız.”

“Tel helvası çekelim len!” dedi biri, “... aramızda para toplayıp, şeker alalım şuradan...”

Mutabık kaldılar.

Kadirler’e vardıklarında, dört beş komşusuyla anası sofada oturmuşlar, hem elleriyle iş, hem de ağızlarıyla laf yapıyorlardı. Hafız’la Rabiya’dan bahsediyorlardı.

“Hafız’ın günahını almayın; Hafız köyde. Kuruca’ya düğüne gitmişmiş.” dedi, Kadir.

“Rabiya nerede öyleyse? Dünden beri yokmuş.”

“Ne bilelim. Zöhre diyor ki, Rabiya’ya emmisinin oğlu kardeşi gibi geliyomuş. Biz tel helva çekeceğiz ana. Un, yağ, tepsi. Bir hazırla.”

“Siz geçin içeri, ben kalkıyorum. Zöhre’yle nerede konuştun?”

“N’erde olacak, çeşmenin başında.”

Kadir, pot kırdığını anlamış, içeri kaçmıştı.

Anası, elindeki eğirmekte olduğu yünü, kirmeni bıraktı. Önlüğünü toplayarak dışarı çıkıp, silkeledi. Diğer kadınlar da ya yün eğiriyor, ya çorap örüyor, gözü iyi görenler de kanaviçe, tentene işi yapıyordu.

Çorap ören kadınlardan biri:

“Hafız’a vereceklerdi Rabiya’yı; yıllardır birbirine havaslar. Hafız’la kaçtıysa, iyi yapmış.”

“Vermediler bacım. İstediler, vermediler. Sebep de particilikmiş.”

“Ne particiliği?”

“Birinin babası Adalet Partili, ötekininki Halk Partili’ymiş. Geçen ki muhtarlık seçimindeki kavgaları da ondanmış.”

“Particilik kime hayretmiş de, Hatipler’e hayredecek?! Bademlililer parti yüzünden Ulvi’nin başını yemedi mi?!..”

“Bu erkeklerde hiç akıl yok bacım.”

“Ana, bir lâmba daha ver, bu ışık az geliyor!”

“Feneri al oğlum, biz karanlıkta mı oturacağız!”

“Ana siz bu odaya geçin, biz un kavuracağız.”

“Selek bibin gavursun, ayarını iyi bilir. Kalk Selek “

“Hanı ocağı yaktın mı?”

“Köz var külün altında. Gündoğdu sapıyla kavuruver.”

Gençler içeride tel helvası çekerken, Selek, koca bir leğen mısır parlattı. İçeriye gençlere de verdi.

Kapının önünden koşuşan insanların ayak sesleri geliyordu. Dikkat kesildiler.

“Kurban oluyum Rabiyam!” diye, dövünüp, koşan bir kadın sesi duydular.

“Kadir, hele bir bakın jandarmalar Rabiya’yı mı getirmiş? O tarafa gopturanlar var”

Gençler çıktılar; bir daha da gelmediler.


Hatipler’in avlu kalabalıktı. Cipler ve jandarmalarla, sofada daktilo ile yazı yazan birisi vardı. Rabiya’nın babası bir taşın üzerine oturmuş, yüzü avuçlarının arasında, dirseğiyle dizine dayanmış, oturuyordu. Düşünüyor muydu, ağlıyor muydu, belli değildi. İçeriden bir ağıt sesi geliyordu:

“Sabahleyin kalktım inek sağmaya,

Babam keser aldı, beni dövmeye,

Murat etti Hatipler’e vermeye,

Ölümünen olsa gene bozarım.”

Rabiya, ahırın dip köşesinde kendisini asmıştı.

“Keşif geldi kapımıza dayandı,

Sarı saçlar fışkılara boyandı,

Sana diyom sana ey zalim baba,

Biricik gızına nasıl dayandı.”

Toplanan kalabalık, sık sık:

“Belliydi köyün başına bir felaket geleceği, ” diyordu, “ bir baykuş, üç gündür ötüyordu...”

Ve köpekler, başlarını bulutsuz gökyüzüne kaldırmış, uluyordu.


Köyde, birkaç tane olan radyolar çalınmaz, bulgur gecelerinde türküler söylenmez, kızlar albenili giyinmez, erkekler tıraş olmaz oldu. Sadece Hamzacılılar değildi yas tutan. Civar köyler, kaza, hatta öyküyü duyan Bolvadin, Çay... Sevdalılar, Rabiya’nın ağzından kendi duygularını dile getirerek ağıtlar yakıyordu:

“ Altınımı ben boynuma dizerim,

Ağlayı ağlayı destan yazarım,

Zorunan kötüye veriyo babam,

Ölümünen olsa gene bozarım.”

Bir başkası:

“Üç senedir hafızlığa çalıştın,

Nazlı yârim gurbet ele alıştın,

Sen ayrıldıysan ben de vazgeçtim,

Gönül seni sevmiş ayrılamıyom.”

Yavuklular, birbirine suçlu suçlu bakıyor, yazılan mektuplar soluyor, alınan hediyeler saklı kalıyordu.

Sevgilisi olan delikanlılar, düşünüyordu: ‘...da, alamazsam?..”

Havas olan kız, düşünüyordu: “...da, varamazsam?..”

Oğlan, kız anaları, düşünüyordu: “...birine havas olur da, kavuşamazsa?..”

Babalar, bilhassa kız babaları, düşünüyordu: “...kızım yapsa, ben ne yaparım?.. En iyisi bu hususta oğlana, kıza karışmamak.”

Köyün gençleri, ‘Hafız’da kendisine bir şeyler yapar, ’ endişesiyle O’nu hiç yalnız bırakmıyorlardı. Hafız, camiden mezara, mezardan camiye gidip, geliyordu. Cumadan cumaya namaz kılan köyün delikanlıları, Hafız’ın sayesinde vakit namazlarını de kılar olmuşlardı. Hatta vakti geçirenler, huzursuz oluyordu. Mezardakiler de duasız kalmıyordu.

Şimdi nineler, derler ki: “Rabiya’nın intiharından sonra babalar, anaların ağzına bakar oldular. Kız alacak olan, kızın anasıyla meşveret* eder oldu. Bu konuda evde sözü geçen anaydı. Analar, kızlarıyla bacılık* gibi oldular. Kızlar da analarına kendisini isteyen oğlana varıp varmayacağını söyler oldu. Öyle zaman geldi ki, analar, kızlarının elbirliğini yapar oldu. Böyle olunca da, sevdaymış, ayrılıkmış, saygı, destek görmedi. Ayağa düştü. Şimdi nerede o sevgiler?!..”

Yıllardır, sevdalısına kavuşamayanlar ya Rabiya gibi kendisini urganla asarak, ya da kuyuya atarak intihar ederdi etmesine de, bu yılda bir, ya da iki sefer olup, duyulan şeylerdi. Rabiya’nın ölümünden sonra, ayda bire indi. Salı günü Emirdağ’a pazara gidenler, destan satan iki, hatta üç kişi görüp, dinler oldular. Koltuklarının altında da bir değil iki ayrı destan destesi vardı. Ve hemen hepsi de intihar eden sevdalıların öyküsü üzerine söylenmiş ağıtlardı. Yozgat’tan, Muğla’dan, hatta Erzurum’dan...Erzurum’da, evlerinin üzerindeki karı kürürken düşüp ölen Safiye’nin ağıtı dinleyenlerin hepsini ağlatmıştı. Destanı satan bir çocuktu. Ama ağıt söyleyen yanık sesli bir kadındı. Teyp, dağ köylerindeki insanlar için bilinmedik bir şeydi. Onun için köylüler, ağıtı söyleyeni görmeye çalışıyor, teyple tanışma şansı yakalayanlar, gözyaşlarını silerken, onların haline gülümsüyorlardı.

“Sabahleyin kalktım inek sağmaya,

Babam keser aldı, beni dövmeye,

Murat etti Hatipler’e vermeye,

Ölümünen olsa gene bozarım.

Keşif geldi kapımıza dayandı,

Sarı saçlar fışkılara boyandı,

Sana diyom sana ey zalim baba,

Biricik gızına nasıl dayandı.

Altınımı ben boynuma dizerim,

Ağlayı ağlayı destan yazarım,

Zorunan kötüye veriyo babam,

Ölümünen olsa gene bozarım.

Üç senedir hafızlığa çalıştın,

Nazlı yârim gurbet ele alıştın,

Sen ayrıldıysan ben de vazgeçtim,

Gönül seni sevmiş ayrılamıyom.”

Çocuk, koltuğunun altındaki destanları hemen satıp, bitirmiş, kaldığı hana koşmuş, yenilerini, yenilerini getirmişti. Omzuna asılı teybini, omzundan hiç indirmemişti.

Yüksel ÖNAÇAN

 
Toplam blog
: 119
: 629
Kayıt tarihi
: 01.10.08
 
 

Eğitimci- Gazeteci-Yazar İlköğrenimini Emirdağ'da, ortaöğrenimini Bolvadin, Eskişehir, Afyon'da..