Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Aralık '08

 
Kategori
Edebiyat
 

Amsterdam' da sanatsal arayışlar

Amsterdam' da sanatsal arayışlar
 

Van Gogh'un resmini yaptığı köprü


19. Mayıs. 2005

Rijk Müzesinden yorgun çıkıyoruz ; ama yakında Van Gogh Müzesi var ve kent merkezine dönmeden onu da gezmek istiyoruz. Önce Rijkmuseum’un karşısındaki bir İtalyan restoranına girip birer kahve içiyoruz. Biraz dinlendikten sonra yürüyerek az ilerdeki Van Gogh müzesine geliyoruz.

Diğer müzenin tersine modern bir bina burası. İçerdeki resimler de öyle... Müzenin bir bölümü Van Gogh dönemi 19. Yüzyıl ve 20 Yüzyıl başları ressamlarına ayrılmış. Picasso’dan Claude Monet’ye pek çok ressamın eserleri var. Öte yandan en çok Van Gogh ve bir süre Güney Fransa’da aynı evi paylaştığı Gauguin’in o dönemde yaptıkları tablolar var. Sık sık aynı konuyu hem Gauguin hem de Van Gogh çalışmış. Modelleri de evdeki sandalyeler, karyola ya da vazodaki çiçekler... Olmadı, birbirlerinin portrelerini yapmışlar. O dönemdeki resimleri, arada farklar olsa da yine de birbirine benziyor. Birbirlerinden etkilendikleri ortada. Bir süre sonra şiddetli kavgalar sonucu ayrılacaklar, Gauguin, Tahiti’ye gidecek. Orada özgün tekniğine kavuşup ünlü tablolarını yapacak. Van Gogh ise bir bunalım anında kulağını kesecek, önce akıl hastanesine daha sonra bir bakım evine yatırılacak, sonunda tabanca ile intihar edecek... Oysa bu resimlerde dostluğu ve paylaşmanın güzelliğini görüyoruz. Kısa sürse de...

Bu müzeyi gezerken birbirinden güzel resimler karşısında büyülendik.Öte yandan biraz da düş kırıklığı yaşıyorum.Van Gogh’un resimlerini hep fotoğraflardan görüp tanıdık.Fotoğraf tekniği, renkleri daha parlak ve canlı gösteriyor. Oysa gerçek tablolara baktığımda renkler kararmış, solmuş... Van Gogh’un alışıldık parlak, iç açan tabloları yerine karanlık tablolarla karşılaşmak düş kırıklığı yaşatıyor bana.Aslında o dönem yağlıboya tabloların yapımında kullanılan bezir yağının zaman içinde renkleri kararttığını resim hocam Mustafa Hazar söylemişti. Bu tabloların da zaman içinde kararması bundan olsa gerek. Öte yandan gerçek tablolarda fırça darbelerini izlemek ve bu haşin vuruşlarda ressamın ruh halini yakalamak keyifli bir deneyim. Zaten Van Gogh’un istediği de bu değil miydi? Tabloları aracılığıyla ruh halini yansıtmak... Öfkesini, yalnızlığını ve korkularını...

İmpresionist yani izdenimci ressamların tabloları bir araya getirilmiş bu müzede. Onlarsa ışığın renkler, biçimler üzerindeki etkinliğini ve anlık değişimlerini yakalamaya uğraşıyorlardı. Amaçları kişi ya da doğayı kopyalamak değildi. Onlar için biçim önemini yitirmişti. Bu yüzden müzede gördüğüm kimi tablolarda insanların yüzleri görünmüyor, ya da sadece göz ya da ağız seçilebiliyor. Yine bu nedenle portrelerde ruh halini görmek pek kolay değil. Gerek Van Gogh, gerek Gauguin’in portre çalışmalarında yüz ve gözler anlatımsız, adeta maske gibi. Oysa resmin bütünlüğü içinde modelin değil ressamın ruh hali yansıtılmış. Bunlar içinde sadece Van Gogh’un 1890 Temmuz ayında yaptığı “Dr. Gachet’in Portresi”nde Doktorun yüzünde derin bir üzüntü görülüyor.Sıkıntılı, çaresiz, eni konu dertli bir adam... Oysa renkler ve fırça darbeleri ressamın dostuna duyduğu sevgiyi yansıtırcasına yumuşak ve uyumlu.

Müzenin bodrum katlarını modern sanata ayırmışlar. Burada çeşitli sergiler de düzenleniyor. Ayrıca geniş ekranda yansıtılan, canlı mankenlerin sunduğu gösteri de çok ilginç... Beyaz saten bir çarşaf üzerinde yatan, sürekli kımıldayıp birbirlerine ulaşmaya ya da uzaklaşmaya çabalayan çıplak insanlar... İnsanlar arasındaki iletişim kopukluğunu anlatıyor bence. Başka bir salonda, yüksek bir yere çıkmış, üzerindeki kısa deri şort ve baldırlarına dek uzanan file çoraplar dışında çingene pembesi pelüş şala sarılmış yarı çıplak genç bir erkek...Manken değil, kanlı, canlı bir insan... Yüzündeki makyaj ve giysileriyle gay rolünde... Arada bir kımıldayıp pozunu değiştirse de genelde heykel gibi hareketsiz... Gözlerini boşluğa dikmiş bakıyor.

Yine bir küçük ekranda birbirine sarılmış, sevişen bir çift... Bu da resim değil. Moda deyimle “Canlı Gösteri”... Sanatsal arayışların nerelere dek uzandığını gösteriyor bu örnekler.

Dolaşmaktan bitkin bir halde kendimizi müzenin restoranına atıyoruz. Burada da bir Türk garson çıkıyor karşımıza... Hollanda’da sık sık Türklerle karşılaşmaya alıştık artık. Sanki sormuşuz gibi hangi et yemeğinin domuzdan yapılıp yapılmadığını anlatıyor hevesle. Sonunda Körili tavuğu seçiyoruz.

Yemekten sonra biraz hediyelik eşyalara bakıyor, yakınlarımıza birkaç armağan alıyoruz. Çok yorgunuz. Bir an önce otele dönüp biraz dinlenmekten başka dileğimiz yok.

 
Toplam blog
: 26
: 898
Kayıt tarihi
: 03.12.08
 
 

1946 yılında doğan ve tıp doktoru olarak Türkiye ve Almanya’da çalışan Gülseren Engin’in ilk öyküsü ..