Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Temmuz '06

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Amsterdam ve zerzevatın haysiyeti

Amsterdam ve zerzevatın haysiyeti
 

Amsterdam ve yamuk evleri...


Tezgâhta yatan yeşil "şey”, yaklaşık 50 santim uzunluğunda ve 7-8 santim kalınlığındaydı. Adım adım yanına yaklaştım. Üzerindeki etikette “salatalık” olduğu yazıyordu. Daha önce hiç bu kadar büyüğünü görmemiştim, ürkütücüydü. Cesaretimi topladım, uzanıp elime aldım. Tepki vermedi. Tedirgindim, numara yapıyor da olabilirdi. Hareket etmediğinden iyice emin olduktan sonra alıp eve getirdim, buzdolabına kaldırdım.

O gece rüyamda yeşil “şey”i gördüm, buzdolabının kapağını içeriden bir tekmeyle kırmış, korkunç sesler çıkararak yatak odasına, bizi yemeye gelmişti. Ağzımı açıp açıp kapattım, sesim çıkmadı. Sıçrayarak uyandım.

Sabah ilk iş olarak yeşil “şey”i kesmeye karar verdim. O bizi yemeden biz onu yemeliydik. Kesme tahtasından kaçıp kendini savunur mu diye bekledim, ama birşey yapmadı. Bıçak pörsümüş derisini kolayca kesti. Bir dilim alıp ağzıma attım, tadı yoktu.

Ne olmuştu, bir nükleer savaş çıkmış da bizim haberimiz mi olmamıştı? Ya da çatlak profesörler genetik deneylerin suyunu mu çıkarmışlardı? Yoksa dünyayı ele geçirmeye çalışan pis uzaylılar bu iş için dev salatalıklar yaratıp aramıza mı salmışlardı? Böylesi bir deformasyon rastlantısal olamazdı. Bu işte mutlaka bir iş vardı. Bakkala sormaya karar verdim.

“Söyle bakkalım” dedim, “Nereden çıktı bu hilkat garibeleri?”

“Hollanda’dan...” dedi, “Şuradaki sarı domatesler de oradan geliyor...”

“Hormonlu mu bunlar, sakalımız çıkmasın bu yaştan sonra?”

“Değil diyorlar, sera işiymiş.”

Demek öyleydi. Kararımı vermiştim, meseleyi yerinde inceleyecek, zerzevatın haysiyetiyle kim ya da kimlerin oynadığını bulacaktım. Kocama telefon edip, bilet araştırmasını rica ettim. Bu arada ben de Amsterdam’da yaşayan bir arkadaşımı arayıp, evdeyseler ve bir manileri yoksa oturmaya geleceğimizi söyledim. "Bekliyoruz, buyurun gelin.” dedi.

Amsterdam’a gitmek üzere Hollanda Kraliyet Havayolları’nın Fokker’larından birine atladık. Daha önce bu tip bir uçakla uçmamıştım, dikkatle motoru inceledim. Saçmaydı aslında, ben motordan ne anlardım, 24 saat gözümü kırpmadan baksam ne farkederdi. Bu durumda uçağın güvenli olduğuna karar verdim. Çok geçmeden havalandık, hostesler koşuşturmaya başladılar. Mükemmel bir yolculuktan sonra Amsterdam Schiphol Havaalanına indik.

Arkadaşım bizi almaya havaalanına gelmişti. Yıllardır görüşmemiştik, kucaklaştık. “O göbek ne len?” dedim, “Sorma” dedi. “Üzülme” dedim ve kendisini sağdan bakınca küçük b, soldan bakınca küçük d gibi görünen kocamla tanıştırdım. İkisi, göbek meselesinin 35 yaş civarı evli erkeklerin en büyük sorunu olduğu konusunda anlaşıp, kaynaştılar.

Neyse, akşam olduğu için doğrudan eve gitmeye karar verdik. Arkadaşım, Amsterdam’ın yaklaşık 25 dakika dışında, Purmerend’de oturuyordu. Kuzeye doğru gittik. Yolun her iki tarafında alabildiğine yeşil tarlalar, üzerlerinde koyunlar, keçiler, inekler, atlar vardı. Herşey normal görünüyordu. Sonra kanallar, kıyılarında evler, kayıklar, yüzen çocuklar çarptı gözümüze. “Su temiz mi ki?” diye sordum arkadaşıma, “Bize göre değil ama kimseye de birşey olduğu yok aslında” dedi.

Kısa bir süre sonra, milimetrik sıralanmış kutu kutu evleriyle Purmerend’e ulaştık. Arkadaşım evlerin çoğunluğunda perde olmadığına dikkatimi çekti. Nedenini sordum. “Valla doğru mu değil mi bilmiyorum, ama 2. Dünya Savaşı sırasında Naziler evlerde perde kullanılmasını yasaklamışlar, böylelikle içeride olup biteni daha rahat kontrol ediyorlarmış” dedi. Hollandalıların Almanlardan pek haz etmediklerini bildiğimizden, bu açıklamaya temkinli yaklaşılması gerektiğine karar verdik. Perdesiz evlerin içinden bazen çok ilginç sahneler yansıdığını anlattı arkadaşım, hep beraber sırtlanlar gibi güldük.

Ertesi gün şehre inmek üzere otobüse bindik. Şoförün neredeyse hiç aksansız İngilizce konuşuyor olması hoş bir sürprizdi. Biletlerimizi aldık, yepyeni, tertemiz, klimalı ve boş otobüste kendimize koltuklardan koltuk beğenip, etrafı seyretmeye koyulduk. Otobüsün içinde yolcuların okuması için günlük gazeteler vardı. Millet paşa paşa alıyor, okuyor, yerine bırakıyordu inerken. “Vay canına” dedim kendi kendime, böyle birşey, misal İstanbul’da olsaydı, “Kim çözdü bunun bulmacasını?” diye kesin arbede çıkardı otobüslerde.

Şehir merkezindeki ana durakta indik. Hava çok sıcaktı. Ağır ağır yürümeye başladık. Etrafta arabadan çok bisiklet vardı, vızır vızır her yere bisikletle gidiyordu insanlar. Birkaç kez ezilme tehlikesi atlattıktan sonra bisikletlilere sinir olmaya başladım. Kaldırımda bile yürütmüyorlardı resmen. Bir yerde bizdeki katlı otoparklar gibi katlı bisiklet parkı bile gördüm. Rahat yürüyemediğimiz için, acaba biz de bisiklet mi kiralasak diye düşünüp, son anda vazgeçtik, İstanbul trafiğinde araba kullanmak gibi olacak, bu kadar stres de midemi ekşitecekti.

Nispeten daha az kalabalık olan ara sokaklara daldık. Kanallar boyunca yürüdük, sağa sola baktık, her an yıkılacakmış gibi duran daracık evlerin fotoğraflarını çektik. Çaktırmadan sağda solda bakkal, market, manav aradım. Yoktu. Kendimizi Tarih Müzesinin önünde bulduk. Yorulmuş ve acıkmıştık. Müzenin avlusundaki kafede öğlen yemeği yedik. Daha sonra ara sokaklardan birine çıkan galerideki devasa tablolara baktık, biraz daha dolaşıp, Rijksmuseum’a ulaştık. Kocam da ben de ince ruhlu insanlar olduğumuz için müzenin kapısında birer hatıra fotoğrafı çektirip, müzenin hemen karşısındaki elmas fabrikasına daldık.

Fabrikaya giriş ücretsizdi, yalnızca üzerinde kim olduğumuz, nereden geldiğimiz gibi soruların bulunduğu bir kart doldurduk. Tezgâhlar arkasında ustalar, çeşitli büyüklüklerde taşları işliyorlar, bizim gibi meraklılar da onları seyrediyorlardı. Daha içeri girer girmez yanımızda biten “çikolata renkli” bir hatun kişi, kısa bir selâmlaşma faslından sonra zembereği boşanmış gibi anlatmaya başladı, elmaslar kaça ayrılır, nerede bulunur, nasıl işlenir, en değerlisi kaç karattır vesaire, vesaire. Sonunda sınav falan yapar belki diye sessizce dinledik, arada anladığımızı belli etmek için başımızı salladık. Ders çabucak bitti, ardından işin en can alıcı kısmına geldik. Hazır takıların sergilendiği bölümü gezmemiz için bizi bir süre yalnız bırakan hatun, bilahare “Bakın bu tezgahın arkasındaki arkadaşlar seçtiğiniz herhangi bir taşı istediğiniz formatta sarı veya beyaz altına yerleştiriyorlar, 20 dakika içinde yüzüğünüz hazır olur” deyince, “Yürü bey, bunlar bizi zengin falan sandılar, çıkalım” diye dürttüm kocamı, o da “Eheh, biz bir arkadaşımızla buluşacaktık, oooo, saat de neredeyse beş olmuş, biz en iyisi gidelim” dedi. Teşekkür edip, çıkışa doğru yürüdük.

Elmas fabrikasının hemen karşısındaki parkta bir banka oturup, bir sonraki adımımızı planladık. Hemen solda Van Gogh müzesi vardı, gelirken “Şu ayçiçeklerini bir göreyim artık bu sefer” diyen kocamın hevesi kalmamıştı müze gezmeye. Geri dönüp arkadaşımla buluştuk. Birkaç biradan sonra evin yolunu tuttuk. İlk gün pek planladığım gibi geçmemişti, hiçbir ipucu bulamamıştım. “Yarına kısmet” deyip bir geceliğine dev salatalıkları aklımdan çıkardım.

Ertesi sabah erkenden uyandık. Hava inanılmaz sıcaktı. “Hollanda’da değil miyiz yahu, bu ne böyle?” diye söylenerek bir duş yaptım, aşağı indiğimde kahvaltı hazırdı. Masada normal boyutlarda salatalıkları ve gayet güzel kırmızı domatesleri görünce afalladım, “Ya birader, nereden buldunuz bunları, yakınlarda Türkiye’den birileri mi geldi, onlar mı getirdiler?” diye sordum. “Ne alâka.” dedi arkadaşım, “Az ötedeki marketten aldım hepsini.” Hani bizim canavarlar Hollanda’dan geliyordu? “Size kötülerini gönderiyorlar, iyilerini burada kendileri yiyorlar” diye güldü cevaben. Olabilirdi tabii.

Öğleden sonra tekrar şehre indik. Günlerden Cumartesi idi. Allahın sıcağında yürümek istemediğimiz için kanallarda bir tekne gezisi yapmaya karar verdik. Böylece hiç yorulmadan, oh hem de püfür püfür gezeriz diye düşündük. Tekneye binmek üzere beklerken, arkamızdan gelen yaklaşık 20 kişilik bir Türk grup, önce sıranın başının ve sonunun nerede olduğuna dair derin bir tartışmaya giriştiler, ardından da sağolsunlar, “Aaannnee, aaanneee” bağırışları, “Hişş kaptan, ne zaman kalkıyor, aha haha haha” “Aysel Hanım gel gel ben yer tuttum sana” “Ben Paris’e de gitmiştim, orası buradan çok daha güzeldi” tantanasıyla günümüzü şenlendirdiler.

Kanallar boyunca gezdik, Hollandaca, Almanca, Fransızca ve İngilizce yapılan açıklamaları, grup izin verdikçe dinledik. Nehir üzerindeki tekne-evlerin güvertelerinde oturan, yiyen, içen, eğlenen Hollandalılar bize bakıp, halimize gülüyorlardı. Zira bizimki de dahil olmak üzere bütün gezi teknelerinin üzerleri pleksiglas kaplıydı ve durumumuz hiç de iç açıcı değildi. Bir saatlik turun sonunda öylesine iyi pişmiş ve yemeğe hazır hale gelmiştim ki şöyle bir silkelensem etlerim dökülebilirdi.

İndiğimizde dışarısı o kadar da sıcak gelmedi. Hızlı adımlarla hala bağırışan gruptan uzaklaştık, bulduğumuz ilk lokantada önce birşeyler içip, sonra güzel bir akşam yemeği yedik.

Sokaklarda dolaşırken burnumuza zaman zaman çarpan kokulardan, insanların sigara haricinde birşeyler tüttürdüğünü hemen farkediyorduk. Yani yalnız o ünlü “kafe”lerde değil, aslen her yerde serbestti “cigaralık”. Neyse, biz birer bira içmek için sokaktaki masalardan birine oturduk. Millet büyük ekranda maç seyrediyordu. Dünya Kupası zamanıydı, hiçbir ölümlü futboldan uzak kalamıyordu. Kimler oynuyor, kaç kaç falan diye maça baktık biz de bir süre. Hemen yan masamızda oturan orta yaşlı bir çift, önce nasıl futbol izliyoruz diye bizi izlemeye başladı, karşılıklı gülümsedik, sonra masadan masaya konuşmaya başladık. Maç bittiğinde aynı masadaydık. İrlandalıydılar. İrlandalıların ününe yakışır bir biçimde gayet sıkı içiyorlardı. Gece hiç tahmin etmediğimiz kadar eğlenceli olmaya başlamıştı. Ertesi gün şehirden ayrılacaklardı, bir daha birbirimizi görmeyecektik, ama yabancı bir şehirde dört yabancı olarak konuşacak bir dolu şey bulmuştuk. Geç vakte kadar muhabbet ettik. Sokaklar boşalmaya, barmen de sandalyeleri masaların üzerine ters çevirmeye başlayınca vedalaşıp ayrıldık. Eve dönmek için son Purmerend otobüsünü kaçırdığımızı ve daha seyrek yapılan gece seferini yakalamamız gerektiğini farkettik. Otobüs duraklarına doğru yürürken, kocam Kırmızı Işıklar’ı görmek isteyip istemediğimi sordu. Zaten yolumuzun üzerindeydi, kaldı ki merak da ediyordum. “Gidelim” dedim.

Amsterdam’a gelip de Kırmızı Işıklar’ı görmeden dönen yoktu. Kadınlı erkekli bütün turistler, çoğu zaman şehir turlarının bir parçası olarak bu bölgede buluyorlardı kendilerini. Yaklaştıkça diğer sokakların neden boşaldığını anladık. Tüm şehir oradaydı, inanılmaz bir hareket vardı. Gecenin o saatinde artık işin turistik gösteri kısmı bitmiş, herşey gerçek temposunu bulmuştu. Etrafta benden başka çok fazla kadın olmadığını fark ettim. Camekânların çoğunun perdeleri kapalıydı, hatunların çoğu mesaideydi. Diğerlerinde ise her ırktan, her renkten, her yaştan yarı çıplak kadınlar, müşterilerin dikkatini çekmeye çalışıyorlardı. Kulüplerin girişlerindeki kocaman neon ışıklardan, içerideki canlı programın detaylarını öğrenmek mümkündü. Sağa sola bakarak yürümeye devam ettik. Seks dükkanlarının vitrinlerinde videolar, dergiler, aklınıza gelebilecek her türlü aksesuar, ıvır zıvır sergileniyordu. Bunlardan birinde gördüğüm birşey, çok tanıdıktı, geçtikten bir saniye kadar sonra ne olduğunu anlayıp geri döndüm ve vitrinin önünde yarıla yarıla gülmeye başladım. Küçük, çok şirin, şişme bir kuzucuktu vitrinden bana gülümseyen. Otobüs duraklarına ulaştığımızda gülmemi artık kontrol edebiliyordum. Eve döndük.

Pazar sabahı buharlaşarak uyandık. Sıcak dayanılmaz olmuştu. Hollandalıların, salatalıkları unutmam için böyle bir komplo kurabilecekleri aklıma gelmemişti doğrusu. Umurumda da değildi artık. Kahvaltı masasında bir kez daha şehre inmek istemediğimizden bahsedince, arkadaşım “O zaman alın size arabanın anahtarı, gidin bir denize batın çıkın” dedi. “Niye batıp çıkalım ayol, yüzsek olmaz mı?” dediğimde de, “Soğuk kızım” dedi, “Kuzey Denizi'nden bahsediyoruz burada.” “Hıh” dedim, “Bugüne bugün Almanya’da gölde yüzmüş bir insan duruyor karşında, soğuk moğuk bana vız gelir, tırıs gider artık.” “Görürsün” dedi, pis pis sırıtarak.

Gördüm.

Hava sıcaklığı gölgede 36 derece civarındaydı, öğlen saati güneşin altında kavrulmuştuk plaja ulaşana kadar. Tek düşünebildiğimiz bir an önce üstümüzdekilerden kurtulup suya koşmaktı. Plaj tıklım tıklım doluydu, kumlardan yanan ayaklarım suya vardığında “Haaaaah” diye zıpladım, böyle birşey olamazdı. Tüm hücrelerim titredi. Bağıra çağıra sonunda girdik suya, çok kısa bir süre sonra ellerim ve ayaklarım donmuştu, garip bir şekilde artık soğuğu hissetmez olmuştum. Yüzmek söz konusu değildi gerçekten, kollarım iyice ağırlaşmıştı. Su kahverengi ve sevimsizdi. “Serinleyelim dedik, ayak parmaklarımızı kesmeseler de olur” dedim kocama, çıktık. Yeniden ısınana kadar güneşin altında morarmayalım diye 30 faktörlü güneş kremine bulandık. “Artık bu suya da girdiğime göre kalifiye penguen sayılırım” dedim kendi kendime. Bir daha denemeyi gözüm yemedi, öğlen yemeğinden sonra ayrıldık.

Hem plaj yolunda, hem de geri dönerken bir yığın küçük kasabadan geçtik, hepsi de Amsterdam’dan daha sevimliydi kanımca. Yolların bir tarafında deniz, öte tarafında, deniz seviyesinin yaklaşık 3 metre kadar altında tarlalar, oyuncakmış gibi görünen evler, kanallar vardı hep. Bir noktada kanalı ilkel bir feribotla geçtik, eğlenceliydi. En fazla 2 araç alabilen tahta bir sal, varagele sistemiyle bütün gün bir o tarafa, bir bu tarafa araba ve bisiklet taşıyordu. Kayıkçının hayatının ne kadar da heyecanlı olduğunu düşündüm. Sonra birden iç pikabımda Chris DeBurgh’ün “Don’t Pay The Ferryman” şarkısı çalmaya başladı. “Kayıkçıya para verme, hatta fiyatta bile anlaşma, kayıkçıya para verme, seni karşı kıyıya geçirene kadar” diyen Chris abimizin öğüdünün aksine, biz ücretimizi sala binmeden ödemiştik.

Dönüş yolunun en son durağı Edam oldu, aynı adlı ünlü peynirin üretildiği küçücük, sevimli bir kasaba. Pazar olduğu için dükkânların çoğu kapalıydı, gelmişken peynir almak istedik, olmadı. Onun yerine neden ve nasıl açık olduğunu bilemediğim bir şekerci dükkânından çikolata, şeker gibi faydalı şeyler aldık. Laf arasında şekercinin Filistinli olduğunu, Purmerend’de yaşayan Mustafa adlı Türk bir arkadaşının olduğunu öğrendik. Benim arkadaşımın adı Mustafa değildi, ama şekerci bize yolluk çikolata verdi. Edam’ın kalanını dolaşıp, eve döndük.

Salatalıklarla ilgili hiçbir ipucu bulamamıştım ama iyi vakit geçirmiştim. Mangalın başında bir yandan arkadaşımın kedisini azdıran, bir yandan da birasını yudumlayan kocam, cüretinin bedelini iki sıra tırmıkla ödedikten sonra, arkadaşıma dönüp “Geldiğimden beri soracağım, hep unutuyorum, bu biranın tadını nasıl buluyorsun?” diye sordu. Arkadaşım, “Sizinkilere benzemez tabii, ama daha iyisini de bilmiyorlar burada sanırım, Belçika birası” dedi.

O anda kafamda bir şimşek çaktı. Bu Avrupa ellerinde yiyecek içecek söz konusu olduğunda anlaşma buydu demek. Devasa salatalıklar sana, kötü bira bana, ayak kokan peynirler şu arkadaşa falan, hepsi bu yüzdendi. “Oh be!” dedim kendi kendime, rahatlamıştım. Kişisel birşey değildi neticede. Eve dönünce annemi aradım ve gençlik yıllarımda onunla semt pazarına gitmeyeyim diye bin dereden su getirdiğim için özür diledim.

“Anne, şey diyorum ben, geldiğimizde salata yapalım. Bol ekşili olsun ama. Her gün salata yiyelim.”

“Olmaz, yine bir deri bir kemik kalmışsındır sen, salata yiye yiye iyice kuru kadite dönersin artık. Protein alman lazım, et ye, patates ye...”

“Yahu kadit ne, protein kim, patates - lahana göresim kalmadı benim burada. Ayrıca ağız tadıyla bir hayal kurdurtmadın iki dakika.”

İşte böyle. Zerzevat peşinde bir Amsterdam yolculuğu, bırakın manavı, market bile görmeden sona erdi. Yediğim içtiğim kayda değer değildi, ben de gördüklerimi anlatayım dedim.

Ha, unutmadan... Çantam hâlâ kapının ardında...

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..