Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '19

 
Kategori
Eğitim
 

Anadolu Kitaptır

 
Kitaptan daha iyi bir arkadaş yoktur, zaman zaman insana dert ortaklığı eder, insanın gönlünü açar, yüreğine su serper. Gönlünün her muradına onunla erişirsin, böylesine güzel bir dost görülmemiştir; ne incitir; ne incinir.
Kâtip Çelebi
 
 
Puslu ve fakir 1970’li yıllar… Her tarafı çam ağaçlarıyla dolu olan köyde daha elektrik bile yok. Âdeta taş devri koşulları hüküm sürüyor. Fena hâlde taşlı tarlalar cılız öküzlerin çektiği karasaban ile sürülüyor. Buğdayı samandan ayırmak için çakmak taşlı tahta düvenler kullanılıyor. En yaygın nakil aracı ise masum bakışlı eşekler.
 
Gaz lambası ve çıra ışığında oturulan küçük ahşap odalarda cızırtılı, boğuk sesli kocaman radyodan dinlenilen ‘ajans haberleri’ ve ‘arkası yarınlar’ var.
 
Sabahları tarhana çorbası içiliyor. Öğlen ve akşam ise ne bulunursa, köyde ne yetişiyorsa o yeniyor. Hiçbir şey bulunamayınca da bazlamaç ekmeğine yağ sürülüp, rendelenmiş aşırı tuzlu sert köy peynirine banılıyor. Yanında da ahlat veya erik hoşafı. Çay bile ancak önemli bir misafir gelirse yapılıyor. Garibanlık, mütevazılık horlanmıyor henüz...
 
Ayaklarda kara lastikten ayakkabılar var. İskarpin ya da başka tür ayakkabı alacak para da yok. Elbiseler yamalı. Kazaklar delik. Aynı tabağa kaşık sallanarak yeniyor yemekler. Keçe ya da yün döşekte uyunuyor…
 
***
 
Köyün pos bıyıklı öğretmeni ile camiinin seyrek sakallı imamı tamamen zıt kutuplarda duruyor. İfrat ve tefrit derler ya işte ondan. Öğretmende İslâm dînine karşı aşırı bir soğukluk, dışlama, yok sayma mevcut. İmamda ise teknolojik yeniliklere karşı duruş söz konusu.
 
Köylünün kendi arasında para toplayarak maaşını ödediği, yemeğini verdiği din görevlisinin evinde radyo bile yok. Ve bu aygıtın dînen günah olduğu kanaati hâlâ yok olmamış. Bir hastalığa, derde yakalananlar, vücudunda yara, çıban çıkanlar önce hocaya ‘okutmaya’ gidiyor.
 
Aşırı seküler dünya görüşü ya da başka bir deyişle “laik atak” denebilecek ters yaklaşımlar sebebiyle öğretmen ile imam arasında hep soğukluk, gerginlik seziliyor.
 
Böyle bir ortamda doğan Mehmet, ilkokul ve ortaokul yıllarında okul ile caminin zıtlaşmasının sebeplerini bir türlü çözemiyor. Okulda öğretilen hayat ile camide seslendirilen dünya birbirine hiç benzemiyor. Çocuk aklıyla, bu durumu büyüklerine soruyor ama verilen cevapları zihninde analiz edemiyor.
 
Bir gün caminin imamı, ilmihal bilgilerini almak için ibadethâneye gelen çocuklara üç tane dînî kitap tavsiye ediyor. Bunlar bir şekilde taa İstanbul’dan tedarik ediliyor. Birkaç ay sonra okulun öğretmeni Mehmet’in elinde dînî kitapları görünce elektrik çarpmış gibi tepki veriyor.
 
***
 
1977 yılında nihayet, taş devri koşullarındaki minik orman köyüne elektrik geldi. Sokaklar, evler ışıldadı. Televizyon, radyo, teyp, buzdolabı vb. gibi aygıtlar yavaş yavaş meskenlere girmeye başladı. İlk traktör de o yıllarda toprağı işlemeye başladı.
 
Batı Karadeniz Bölgesindeki, gözlerden ırak kayalık dolu köye 3 km uzaktaki yoksul ilçede 4 bin kadar insan yaşıyordu. Sanayi tesisini, fabrikayı ara ki bulasın. Sadece kamu kurumlarında çalışan memurların geliri ve hayvancılıktan (davarcılık) elde edilen para ilçeyi besliyor. Kuru-sert iklim koşulları sebebiyle tarımsal üretim yok denecek kadar az. Belki biraz pirinç tarlaları aş sunuyor.
 
Yarım asır önce 4 bin kadar insanın yaşadığı bu ilçede şu anda 500 kişi bile kalmadı. Göç, ilçeyi biçti geçti…
 
İrice bir köye çok benzeyen ilçede üç-beş bakkal, lokanta, manifaturacı, hırdavatçı, fırıncı ve elektrikçiden başka bir esnaf da yok.
 
Mehmet’in babası da ilçedeki Orman İşletme Müdürlüğünde elektrikçi olarak çalışıyor. Mesai saatlerinin dışında boş durmamak için de annesi Meryem adına açtığı minik bir elektrikçi dükkânı işletiyor.
 
Faal bir elektrikçi dükkânı var ama ampul yok, kablo yok, priz yok, sayaç yok… Her şey karaborsa. Evlere elektrik tesisatları da döşeyen baba yılda birkaç defa taa İstanbul’a giderek malzeme alımı yapıyor. Ama istediği ürünlerin tümünü bulamadan geri dönüyor çoğu kez. Bunun sebeplerini aradan geçen 40 yılın ardından daha iyi anlıyor Mehmet…
 
***
 
Türk Ordusu 1974 yılında, Türklerin can güvenliğini temin etmek için Akdeniz’in ortasında yüzen kale gibi olan Kıbrıs’a Barış Harekâtı düzenledi. Bu çıkarma sayesinde Ada’nın bir bölümü Türklerin oldu ve orada minik bir Türk devleti de kuruldu. ABD ve Avrupa ülkeleri Rumların zulümlerine dur diyen Türklerin çıkarmasına haksız bir tepki koyarak, ülkeyi ekonomik ambargo kıskacına aldılar... Kıskaç nasıl işledi derseniz, bizi; sağ-sol, Alevi-Sünnî, ilerici-gerici, laik-anti laik, Türk-Kürt şeklinde cepheleşmelere iteklediler. Ermeni terör örgütü Asala’nın eline silah verip diplomatlarımızı şehit ettirme yoluna da tevessül ettiler…
 
***
 
Gariban ilçedeki gazete bayiinde 10 kadar günlük gazete oluyordu. Mehmet, öğrenmeye aşırı ilgi duyan bir yapıda olduğundan ortaokul öğrenciliği yıllarında bayiden gazete satın almak istedi. Ancak pos bıyıklı, sürekli sigara içen kavruk bayii “Bu gazeteler satılık değil. Sadece abone olanlara geliyor” dediğinde abone kelimesinin ne demek olduğunu dahî bilmiyordu.
 
***
 
Mehmet’in köyde oturan, ilçedeki maliye dairesinde çalışan Cemal dayısı, bulmacaları çözmek için evine ayda bir-iki sefer Günaydın, Hürriyet, Tercüman, Milliyet, Cumhuriyet, Türkiye gibi gazetelerin okunmuş eski nüshalarını getirirdi. Bulmacaların sorularının çoğunu da bilemez, yarım bırakırdı… Bu gazeteleri muhakkak ki maliyedeki amirlerinden tedarik ediyordu.
 
Neşriyatlardaki haberleri ve köşe yazılarını tam idrak edemese bile bütün sayfaları ciddiyet içinde okuyan Mehmet’e büyükleri yadırgayıcı bir gözle bakardı. Anası, amcası, halası sıklıkla “Evladım yolda bulduğun çamurlu gazete sayfalarını bile eve getirip okumaktan ne öğreniyorsun ki?” derlerdi.
 
1979-82 yılları arasında boykotlu, izinli, raporlu, grevli, protestolu, 12 Eylül darbeli günler içinde yuvarlanan Mehmet, gariban ilçedeki ortaokulu bitirdi. Ama hiçbir dersi doğru dürüst öğrenememişti. Bu yıllar zarfında okullardaki eğitim pes perişan hâldeydi. Boykotlar, grevler, nümayişler gırla gidiyordu. Minik ve çamur sokaklı ilçede kütüphâne bile olmadığından ortaokul yıllarında öğrenme dürtüsünü hiç tatmin edemedi. Zîra nizâmi eğitim yapılamıyordu. Öğretmenler şiddet yanlısı yanlış siyasî fikirlere fena hâlde bulaşmıştı…
 
***
 
Ortaokuldan sonra vilayet merkezinde mevcut olan meslek lisesinin elektrik bölümünü okumayı tercih etti. 12 Eylül darbesinin kurşunî ağırlığının hâlâ hissedildiği 1982 yılının sararmış, tozlu ve sevimsiz sonbaharında ailecek köyden şehre taşındılar.
 
Baba ve ana, okur-yazar bile değildi. Baba, askerde sadece basit metinleri okuyup yazmayı öğrenebilmişti. Ama sahip oldukları 4 çocuğun okuyup refah içinde hayat sürmesini istiyorlardı. Bunun için ilçeden şehre taşınmışlardı. Babanın ilçedeki memurluk görevinden vilayete gelmesi, tayin olması pek de kolay olmadı. ‘Amcası, dayısı, arkası’ olmayan memurlara köle muamelesinin yapıldığı yıllardı. Babanın mesai mefhumu zaten yoktu. Amirleri onu haftanın her günü hep çalıştırıyordu. Şimdiki gibi her göreve angarya gözüyle bakılıp sendika ekabirlerine şikâyete de gidilemiyordu. Zîra memur sendikalarının adı bile yoktu…
 
***
 
İlçeden ile taşınan ailenin 4 evladının diğer 3’ü ne yazık ki 5 yıllık ilkokuldan sonra öğrenim görmeyi istemediler. Sadece Mehmet’te okuma isteği vardı. Kayıt olduğu meslek lisesinde kimse gazete, dergi, kitap ile ilgilenmezken o eprimiş bez çantasında daima okuyacak bir şeyler bulunduruyordu. Çok kitap, gazete alacak parası yoktu. Ama çareyi bulmuştu. İlde bulunan kışla görünümlü, donuk halk kütüphânesinde 10 bin kadar eser okunmayı bekliyordu. Oradan 15 gün süreli olmak kaydıyla ödünç kitaplar alabiliyordu. Ayrıca kütüphânenin okuma köşesindeki raflarda Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yayınlanan haftalık, 20 kadar aylık süreli yayın bulunuyordu. Hoş bir mürekkep ve kâğıt kokusu taşıyan dergileri karıştırırken Mehmet âdeta başka bir dünyaya geçiş yapardı...
 
***
 
80’li yılların ortasında meslek lisesinin elektrik bölümünü bitiren Mehmet hiç dershâneye gidememesine, test kitaplarına boğulmamasına rağmen İstanbul’daki bir üniversitesinin 4 yıllık fakültesini kazanmıştı. Liseden beraber mezun olduğu diğer 34 arkadaşı böyle bir başarıyı yakalayabilmiş değildi. Çoğu, dershâneye de gitmişti halbuki. Ama sonuç hüsrandı.
 
Mehmet’in bildiği, başkalarının idrak edemediği bir sır vardı. O sır açıktaydı ama kimse görmüyordu. Mehmet de bunun farkına 40’lı yaşlardan sonra varabildi. Yani okuyan, öğrenen, merak eden, yazan, düşünen insan için engel diye bir şey yoktu. Zor kelimesi sadece az çalışma durumunda geçerliydi. Kısaca bilgi güç idi. Bilgili insanları kimse durduramıyordu.
 
***
 
İnsan, 20-25 bin gün kadar süren kısa ömrünü okuyarak, öğrenerek, analiz yaparak geçirdiğinde hem daha huzurlu, hem daha varlıklı olur. Mal varlığı sadece yat, kat, pırlanta, araba demek değildir. Bunu cahil insanlara anlatmak çok zordur. Esasında en büyük zenginlik bilgi varlığıdır. Bir insanın 3-5 tane apartman dairesi olabilir. Lâkin o insan yaşadığı dünyanın şiirini, hikâyesini, romanını, tiyatrosunu, masalını, bilimini, sanatını çiğnememişse, hatmetmemişse boşluktadır. Dingin değildir. Ruh sıkıntısını aşamaz. Mal yığmak onu mesut edemez…
 
Yazıdan, sözcüklerden uzak milyonlar kısa süreli hazların dışında bir şey bilemezler. Bunların yaşadıkları ömür yazıya dökülmüş olsa bir sayfayı dolduramazlar. Ama okuyan insanlar oturdukları yerden Afrika ovalarında, Antarktika buzullarında, Alp Dağlarında bile dolaşabilirler.
 
***
 
1985’in Ekim ayından 1989’un Temmuz ayına kadar, mideyi bulandıran kesif çorap kokulu, altı kişilik basık yurt odasında kalarak üniversiteye devam etti.
 
64 kişilik sınıfta, hakezâ 800 kişilik yurtta gazete ve kitap ile hemhâl olan, tüm derslere hiç devamsızlık yapmadan devam eden kişi pek yoktu.
 
Anadolu’nun ücrâ şehir ve ilçelerinden gelmiş âvâre gençlerin çoğunluğu derslere zoraki devam ediyor, boş lakırdı ile kahvehâne köşelerinde okey taşlarını şakırdatıyorlardı.
 
Anlı şanlı üniversitenin Haydarpaşa’daki fakültesinin ve öğrenci yurdunun maalesef bir kütüphânesi bile mevcut değildi. Kadıköy İlçesinde, dar bir yokuşta, apartmanın üçüncü katına sıkıştırılmış Fahrünisa Kadıbeşegil Halk Kütüphânesini tesadüfen keşfetti. Tüm boş vakitlerinde buraya giden Mehmet, soğuk suratlı, enerjisi bitmiş, dünyadan kopuk, yarı uykulu üç memurun arasında rafları karıştırıp kitap seçerdi. Kütüphânenin çalışanları o denli miskin ve enerjisiz insanlardı ki, insanı okumaktan, öğrenmekten nefret ettirirlerdi…
 
***
 
Fakültede Doç. Fahri Bey’den başka kültürden, bilimden, felsefeden, tarihten, eğitimden söz eden başka bir hoca da yoktu. Diğer hocalar mekanik bir aygıt ya da robot gibi sadece dersini işleyip gidiyordu.
 
12 Eylül darbesinin yakıcı travmaları henüz belleklerden silinmemişti. Yani hocaların çoğu faşist yapının kendilerine de balyoz indirmesinden çekiniyorlardı. Ülkede demokrasi diye bir şey de aslında pek yoktu. Düşünmek ‘serbestti’ ama bunu açıklamak ‘suç’ idi.
 
12 Eylülcüler sağcı-solcu demeden, Amerika’dan gelen emirlerle binlerce akademisyeni yok etmişti…
 
Öğretim üyesi Fahri Bey âdeta bir ışık, idol mertebesindeydi. Mehmet, bu hocaya sık sık uğrayıp kişisel kitaplığından ödünç eserler alıyordu. Âdeta bir kültür deryası olan Fahri Bey 1992 yılında düşünceye düşman odaklar tarafından vurularak öldürüldü ne yazık ki…
 
***
 
Mehmet, 80’lerin sonunda güç bela lisans diplomasını aldı. İdealist çizgiden giderek öğretmenlik yapmak istiyordu. “Yine sınava gireceksin” dediler. Elinde öğretmen olduğunu belirten diploma vardı. Ama yine yeni bir sınav daha çıktı karşısına. Bozkır ve kışla görünümlü Ankara’da korka korka imtihana girdi. Soruların hiç birisi, yapmak istediği vazife ile ilgili değildi. Ama yapacak bir şey yoktu ki… Bilebildiği kadar şıkları karaladı.
 
***
 
Öğretmenlik sınavı sonrası atanma beklerken, evde boş boş oturmamak için bir süre yalap şap müteahhitlerin yaptığı çarpık çurpuk tuğlalı inşaatlarda elektrikçi olarak çalıştı. Bu iş oldukça yorucuydu. Parası da az idi… Derme çatma bir lokantaya garson olarak girdi. Buranın da ücreti çok epey azdı ama hiç olmazsa günde üç öğün dilediği kadar yemek yiyebilecekti. Belirli bir yaştan sonra anadan, babadan harçlık istemek, onlara yük olmak çok ağırına gidiyordu. 21 yaşında bir insan atasından harçlık mı alırdı…
 
Her şeyi uyduruk olan lokantanın çat-pat İngilizce ve Almanca bilen tek elemanıydı. Haftada 3-5 sefer, sırt çantalı yabancı turistler geldiğinde patron hemen Mehmet’i masaya yolluyordu.
 
Alman, İngiliz, İtalyan, İspanyol, Fransız turistlerin çok kibar, saygılı, sabırlı, temiz, edepli ve yavaşça yemek yemeleri Mehmet’in çok dikkatini çekiyordu. Bizim Türkler çok acele, döke saça, etrafı berbat ede ede doyarken yabancılar masayı hiç kirletmiyor, ayrıca yüksek bahşişler de veriyorlardı. Bunlar mı Müslüman yoksa biz mi sorusuna o zaman pek cevap bulamadı… 
 
Servis elemanlığı yaparken lokantanın ne kadar özensiz, niteliksiz, sağlıksız yemekleri müşterilere sunduğunu fark etti. Burası lokanta olamazdı. İnsanların bilerek zehirlendiği, kanser edildiği bir aşevinde hizmet ediyordu. Özellikle patates kızartmada kullanılan yağın 2-3 ay boyunca iş gördüğünü fark edince, faciayı aşçıya sordu. Aşçı gayet pişkince, “Ben yemiyorum ki” deyince orada çalışmasının da tatsız bir durum olduğunu idrak etti. O günden sonra lokantalarda yağda kızartılmış hiçbir gıdayı yiyemedi.
 
***
 
Bir gün, yolda yorgun yorgun yürürken merkezi Marmara Bölgesindeki bir sanayi şehrinde olan mutfak eşyaları pazarlama şirketinin “eleman aranıyor” şeklindeki ilanını elektrik direğinde gördü. Hemen ilgili adrese gitti. Ukala, anasının gözü, işgüzar yetkili, işi anlattı. Kapı kapı gezilip dar gelirli insanlara çok kalitesiz mutfak eşyaları peşin ya da 6 taksitle satılacaktı. Ekipte 15 kadar berduş tipli genç daha vardı. Her ilde ya da ilçede 7-14 gün izbe otellerde konaklanarak iş yapılacaktı. Maaş yoktu. Satılan malın bedelinin yüzde 15’i elemanın olacaktı.
 
İşi kabul etti. Mengen, Çaycuma, Devrek, Bartın, Sakarya, Kocaeli, Karamürsel, Gölcük vb. gibi ilçe ve illerde sabahın köründen geceye kadar yüzlerce evin kapısını çaldı. Hem yeni yerler görüyor hem de içinde yaşadığı ülkenin insanlarının ne durumda olduğunu inceliyordu.
 
Yapılan iş aslında ticaret değildi. İmza atmasını bile bilemeyen gariban insanlara kalitesiz ürünler laf kalabalığı ile satılıyordu. Vicdanı sızlaya sızlaya 3 ay bu işi yaptı. 90 günlük süreçte aylık ücreti ortalama 3 milyon TL oldu. Bu meblağ ekipteki en yüksek rakamdı. Diğer çalışanlar kültürden, bilgiden, estetikten, hijyenden bîhaber olduklarından, leş gibi tütün koktuklarından insanları pek ikna edemiyorlardı. Mehmet, çok okumanın, çok bilgili olmanın bu denli işine yaradığını pazarlamacılık yaparken de çok iyi idrak etti...
 
***
 
1989 yılının Aralık ayında Trakya’nın, süzgün süzgün akan Ergene Irmağının yanıbaşındaki küçük ilçesinde bulunan iddiasız meslek lisesinde öğretmenliğe başladığında ilk aylığı sadece 636 bin TL idi. Yani özel sektördeki son işine göre 3-4 kat daha az gelir elde etmişti. Buna da şükür dedi…
 
***
 
1970 ve 80’li yıllarda gariban, ülküsüz, yetersiz mekteplerde okurken derslerde karşılaştığı, çamurumsu kâğıda basılmış, şekilleri anlaşılmayan kitapları gördükçe bunlar neden böyle kötü diye hayıflanırdı. Almanya’da çalışan bir tanıdığı, onun teknoloji meraklısı olduğunu bildiği için birkaç kitap vermişti. Yayınlar Almanca dilinde hazırlanmıştı ama görsel bakımdan olağanüstü nitelikteydiler. Bu kıymetli eserleri yıllarca mütevazı kitaplığında tuttu.
 
***
 
“H” harfini hiç söylemeyen, “hocam” değil, “ocam” diyen öğrencilerin olduğu gariban ilçede hep nitelikli, anlaşılır, bilgi dolu bir ders kitabı yazma isteği ile yaşadı. Meslekî bakımdan çok deneyimsiz olduğu ilk yıllarda sürekli olarak firmalara mektuplar yazıp katalog ve broşür talebinde bulundu. 40’a yakın yerli-yabancı firma hatırını kırmayarak teknik ürünlerle ilgili veriler içeren kataloglarından gönderdiler. Bunları, bir gün işime yarar düşüncesiyle hep biriktirdi. İlerleyen yıllarda bunları kaynakça olarak kullandı da…
 
Ayçiçeği tarlalarıyla çevrili ilçeden sonra, Ege’nin tarım ve sanayi ambarı, Sipil Dağının eteğindeki gelişkin şehrinde öğretmenlik yaparken artık kitap yazımına başlamalıyım dedi. İzmir’e bilgisayar almaya gitti. En ucuz bilgisayar maaşının 4-5 katı fiyata satılıyordu. Boynunu büktü, alamadı. 2 maaş tutarında bir para ödeyerek minik bir daktilo alıp işe koyuldu.
 
Bir yıl boyunca ilk meslekî eserini daktilo ile geceler boyu uğraşarak hazırladı. Matbaa işlerinden anlayan bir meslektaşı “Kitaplar artık tipo baskıyla değil, ofset yöntemiyle basılıyor. Daktilo ile boşuna uğraşma, bilgisayar ile yaz” dedi.
 
Okulun, bugünle kıyaslandığında hiçbir özelliği olmayan, ikide bir bozulan bilgisayarında sayfaları yeniden oluşturmaya başladı. Bilgisayar bilgisi çok azdı. Resim işleme, sayfa düzeni yazılımlarını zerre bilmiyordu. Tarayıcı ve yazıcısı da yoktu…
 
***
 
1990’lı yılların ortasında Ege’nin Sipil Dağı’nın eteğindeki ilden Karadeniz Bölgesinin çam kokulu iline, kendi mezun olduğu bir meslek lisesine tayin oldu. Kendisini okutan öğretmenleriyle mesai arkadaşlığı yapmaya başladı… Kimi öğretmenlerinin ne kadar ilgisiz, meraksız olmasına çok şaşırdı. Öğrenciyken ulu bir çınar gibi gördüğü insanlar 10 yıl sonra minik Bonzai ağaçlarına dönüşüvermişti... Yeni hiç bir şey öğrenmeyen bu muallimler bahçede, kantinde bile sürekli sigara içiyor, sadece geçim sıkıntısından söz ediyorlardı. Halbuki isteseler bir şeyler üretebilir, gelirlerini artırabilirlerdi. Zîra tümünün bir zanaati, becerisi vardı…
 
***
 
Öğretmen Mehmet görev yaptığı üçüncü yerde de kuruma ait makine ile kitap yazımına devam etti. Ancak bilgisayarlardan sorumlu olan gergin mizaçlı meslektaşı bu çalışmasını aksatmak için her yolu deniyordu. “İşim var, virüs bulaşır, sonra gel, temizlik yaptıracağım, gitmem lazım, çabuk ol” vb. gibi söylemlerle şevkini kırıyordu.
 
Tüm zorluklara rağmen ilk kitabını 150 sayfa olarak hazırladı. Çıktı almak için lazer yazıcısı da yoktu. Ödünç bulduğu bir cihazda aydınger kâğıdına baskıyı yaptı. Sayfalarda bulunan şekilleri siyah mürekkepli kalemle 20 gün kadar uğraşarak tamamladı.
 
Eseri bastıracak miktarda parası zaten yoktu. Dünyanın pırlantası gibi olan İstanbul’a giderek 5 farklı yayınevine kitabını gösterdi ve neşretmelerini rica etti. Hiç birisi olumlu bir yanıt vermedi... Aradan 10 yıl kadar zaman geçince, Mehmet’in yüzüne bile bakmayan o yayıncılar kendisini arayıp “Yeni yazdığınız kitapları biz basalım” dediler. Ama bu sefer Mehmet Hoca, “Yıllar önce size geldim. Çay bile ikram etmediniz. Sizinle asla çalışamam” dedi.
 
***
 
Akrabalarından bir miktar borç bularak yaşadığı küçük ildeki vasat matbaada 2000 adet kitap bastırdı. Baskı kalitesi istediği gibi olmamıştı. Cilt fena hâlde dayanıksızdı.
 
Meslekî okullara broşürler gönderdi. Eserini rakip yayıncıların yarı fiyatına sattığı için 2000 eser bir-iki hafta içinde tükendi. Morali zirve yaptı. Bütün borçlarını ödedi. Hemen 2., 3. ve 4. baskıları da yaptırdı...
 
Aradan bir yıl geçtikten sonra aynı kitabı binlerce basımevinin bulunduğu Ankara’da yarı fiyata bastırınca kendi ilindeki basımevinin ne kadar vicdansız olduğunun farkına vardı.
 
***
 
İlk yıl kazandığı parayla hemen bilgisayar, lazer yazıcı, tarayıcı ve çalışma masası aldı. Amatörce de olsa bir kitap yayınlamış olmak, tüm arkadaşlarının ve amirlerinin ona bakışını olumlu yönde düzeltti. Herkes O’na yazar gözüyle bakmaya başladı. Öğrencileri de ondan hep övgüyle bahsetmeye başladılar. İrice bir kasabaya benzeyen küçük Anadolu şehrinde kitap yayınlayan tek öğretmen durumundaydı…
 
Bu heyecanla tüm boş vakitlerini kitap yazmaya ayırdı. Aradan geçen çeyrek asırda 50’den fazla kitap yazıp yayınladı. Eserlerini 4 farklı yayınevi tüm dünyaya dağıtmaya başladı. ABD, Almanya gibi ülkelerde bile kitaplarının dağıtımı yapılıyor. 20 kadar kitabı üniversitelerde kaynak olarak kullanılıyor. Tüm eserlerinin sayfa sayısı yaklaşık 20 bin civarında…
 
Yaşından fazla sayıda kitabı hazırlarken binlerce eseri, makaleyi, web sitesini incelemek durumunda kaldığı için meslekî bilgisi de epey arttı. Başı sıkışan, kaynak arayan ona başvurmaya başladı. Hepsine de bir kuruş talep etmeden destek oldu. Zîra mürekkep yalamış her insanın bir kitap yazması gerektiğine inanıyordu…
 
***
 
Bilginin ne kadar yükseltici bir mefhum olduğunu yaşayarak öğrendi. Makale, panel, seminer hazırlıkları yaparken hiç zorlanmadı. Zîra her sorunun cevabı belleğinde vardı.
 
***
 
2000’li yılların başında, Bakanlığın talebiyle Kuzey Kıbrıs Eğitim Bakanlığı bünyesinde 5 yıl, bir gün bile izin almadan eğitimci olarak görev yaptı. Burada çalışırken de kitap yazan bir insan olduğu için hep el üstünde tutuldu. 5 yıllık Kıbrıs görevine 15 adet de kitap sığdırdı.
 
Kıbrıs’ta yaşayan öz be öz Türklerin bir kısmında Anavatan Türkiye’ye karşı aşırı bir düşmanlık, dışlama, küçümseme olmasına bir türlü anlam veremedi.
 
İyice radikalleşmiş bazıları “Biz Türk değiliz. Kıbrıs Türküyüz. Türkiye üzerimizden elini çeksin. Bizi sömürmekten vazgeçsin. İşgalci TC Ada’dan git. Rumlarla birleşip AB’ye üye olacağız. Yes be Annem. Denktaş defol vb…” diyerek başka bir toplum, başka bir dünya tanımlaması yapmaya çalışıyordu. Oysa ki Türkiye Kuzey Kıbrıs’ın her türlü ihtiyacını fazlasıyla karşılıyordu… Ada’ya Anavatandan, denizin altına boru döşeyerek su bile götürmüştü. 
 
50 yıl öncesine kadar, atalarına her türlü zulmü yapmış, onları horlamış, Ada’dan kovmuş olan Rumlara kimi Türklerin aşırı bir sempati duymalarını pek mâkul göremedi…
 
Esasında pencerenin görünmeyen kısmında olan şuydu: Ada'nın etrafındaki milyarlarca dolarlık petrol ve doğalgaz yataklarının Türklere yar olmasını istemeyen küresel kraliyetçi sömürgen Batılı devletler Kıbrıs halkını Türkiye düşmanı yaparak amaca ulaşmaya çalışıyorlardı.
 
***
 
Mehmet'i yeni tanıyan insanlar ilk başta karşılarında sıradan bir öğretmen olduğunu sanıyorlar. İlerleyen zamanda onlarca eser üretmiş bir eğitimci olduğunu öğrendikleri anda hemen davranışları, tutumları değişiyordu.
 
***
 
2010'lu yılların ortalarından beri bir meslek lisesinde idareci olarak görev yapan Mehmet, amirliği yan gelip yatma olarak algılamayıp, projeler sunarak 150'den fazla hayırsever firmadan, vakıftan, dernekten ve kişiden okuluna bağışlar alıp okulunun ildeki en ileri meslekî eğitim kurumlarından biri olmasına da vesile oldu.
 
***
 
Beraber mesai yaptığı tüm arkadaşlarına, öğrencilerine hep şunu söyledi: "Bilgili insanları yenemezsiniz. Bilgi güçtür. Bilginiz kadar değer görürsünüz. Ne yapın edin bir kitap yazın, proje hazırlayın, web sitesi açın, sürekli olarak faydalı eserler okuyun. Öğrenmekten yılmayın…
 
Anadolu toprakları üzerindeki bu cennet ülkenin kalkınması, gelişmesi için kitap yazan ve sürekli yenilenen öğretmenlere çok ihtiyaç vardır. Binlerce yıldır medeniyetlere beşiklik yapan Ön Asya toprakları pek bereketlidir.
 
1 milyon kadar öğretmenimiz var. Her eğitimci ömrü boyunca sadece 1 kitap yazmış olsa çeyrek asırlık süreçte 1 milyon yeni eser sahibi oluruz. Bir kitap yazmak için en az 100 kitaba bakılmak zorunda kalındığı için, çok nitelikli öğretmen camiası meydana gelir ve Türkiye dünyanın en gelişmiş 10 ülkesinden biri olma yolunda hızlıca ilerler…"
 
***
 
Anadolu toprakları onbinlerce Mehmet üretecek evsaftadır… Bu toprakların arzda başka bir emsali de yoktur. Türk milleti her türlü engeli, çelmeyi, ihaneti savuşturacak karaktere sahiptir. Anadolu aslında güzel kokulu bir kitap gibidir…
 
***
 
Bilgide, fende, teknolojide, sanatta, kültürde dünyaya örnek bir millet olabiliriz. Bunu yapabilecek meziyetlerimiz vardır. 4000 yıllık zengin Türk tarihi bunun vesikalarıyla doludur.
 
Bu topraklardan daha nice Mehmet'ler ortaya çıkacaktır. Yeter ki kitap kokulu Anadolu'nun kıymetini bilelim.
 
 
 
Seneler vurmadan silgiyi, bağlayın kitapla bilgiyi.
 
Necip Fazıl Kısakürek
 
 
 
 
Ali Özdemir
 
 
 
Toplam blog
: 288
: 1733
Kayıt tarihi
: 24.04.11
 
 

Eğitimci - Yazar - Yayıncı. 1968'de doğdu. Marmara Üniversitesi, Teknik Eğitim Fakültesini bitird..