Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ekim '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Anadolu kültürünün izinde

Anadolu kültürünün izinde
 

ANTAKYA’YA DERKEN KARAMAN’A
23 Temmuz’da 20 gün süren İran yolculuğum Tebriz’den başlayıp 40 saat süren otobüs yolculuğu ile İstanbul Laleli’de noktalanmış, Gümüşyaka’da yazlıkta geçirdiğim bir ay, akşam üstleri çıktığım balık avı ve on aylık torunumla geçirdiğim keyifli günler haricinde gezme virüsümü alt edememişti. Bir ay sonra yine yollarda idim, eşim ve oğlumla. Zodiak botum, dıştan takma motorum, her geçen yıl kitle turizmine yenik düşen nitelikli kamp yerlerinden arta kalanlarda çadır kurup, kaybolmak üzere olan kamp kültür ve bilincini bir kez daha yaşayabilmek için kamp malzemeleri, piknik malzemeleri, epey uğraştıktan sonra araçtaki yerlerini almışlar, başlarına gelecekleri beklemeye başlamışlardı saatlerdir.

24 .08.2007 ( İSTANBUL - AYVALIK )

İstanbul’da Gümüşyaka’dan çıkış yaptığımız için, hem güzel yol manzaraları görebilmek, hem de tekrar İstanbul trafiğine girmemek için Çanakkale üzerinden gitmeye karar veriyoruz. Tekirdağ’da köfte yemek için henüz erken.Öyle ki, hazırlık yapmak için bile daha dükkanlar açılmamış.Çay bahçesinde simit ve kaşardan oluşan kahvaltımızı çay içerek hallediyoruz. Koru Dağlarının iç açıcı yeşilliği , Gelibolu’ya yaklaşırken yerini Saroz Körfezinin türkuaz renklerine bırakıyor. Belki utanılacak bir gecikme ile ; ilk defa bu kış detaylı gezdiğim Gelibolu Yarımadasında yaşanan , tarihin en ibret verici savaşından enstantaneler sanırım hafızamdan kolay silinmeyecek. Bundan olmalıydı ; Gelibolu’ya yaklaşırken içimi basan sıkıntı ve melankolik dalgalanmalar.Şiddetli sayılabilecek bir poyraz altında geçtik Çanakkale Boğazını.Bu kez farklı bir rotadan ; Geyikli, Ezine, Gülpınar üzerinden , sakin ; ama daha tarihle geçmişini yitirmemiş , bağrındaki antik değerleri korumayı başarmış sahil yolunu takip ediyorum. Yıllar önce gezdiğim Truva ve Çanakkale-Assos arasındaki Smintheon, Alexandra Troas, Neandria antik kalıntılar için, en kısa zamanda kapsamlı bir ziyaret sözü veriyorum kendime bu arada. Ezine’den iyisinden beyaz peynir alıp, minik buzdolabımıza istiflemeyi ihmal etmiyoruz tabii ki. Assos’u ıskalıyorum ve sanırım bundan sonra da hep ıskalayacağım. Behramkale’ye çıkar, daracık sokaklarında dolaşır, Athena Tapınağının , andezit taşından devasa sütunlarının gölgesinden Ege’yi her yönüyle tanımlayabilecek 180 derecelik açıdan yeşili, rüzgarı, güzelim hırçın maviyi , Ege sahillerine abanmış gibi duran Midilli’yi seyrederim elbette, hatta aşağıda küçücük görünen Assos antik limanının sığlığını yine fotoğraflarım, fakat, otellerin bulunduğu, hemen jandarma karakolunun yanıbaşındaki güzelim kordonboyunda, sanki memleketinden bindiği otobüsten sırtında yorganı , denkleri ile henüz inmişçesine , nasıl bir doku içinde bulunduğundan bihaber, sıralanmış arsız hamutçularla karşılaşıp tatilimi daha başında zehir etmek istemem. 25 yıldır sık sık gelip gidişlerimden dağarcığımda kalmış anılar ve güzellikler yeter bana.

Kazdağları’nın eteklerinde, inip çıkarken, yine bir an , yukarıdan Küçükkuyu’nun masmavi bir fon içerisinden dil gibi uzanmış mendireğini görüyorum.Karşıdan sollayıp gelen kamyonun hışmından kurtulmak için kısacık sürüyor bu sevdalı temaşa.Derken; Edremit Körfezi’nin bana hep angarya gelen çepeçevre sahili dolaşma faslı başlıyor.Anlaşılan , Çanakkale’den beri esen sert poyraz buraları da etkilemiş.Rüzgarın yıktığı ağaçlar görüyorum yer yer yol boylarında.Prinaların keskin kokuları zeytuni coğrafyada olduğumuzu hatırlatıyor ısrarla.

İmbat rüzgarının getirdiği deniz, yosun kokusuna, zeytin kokusu karıştığı zaman anlarım Ayvalığın içine yöneldiğimi.Mevsim yaz ise hiç takılmadan Cunda’ya yönelirim.Rumların ‘kokulu ada’

Moshinos dedikleri Cunda Adası ; artık sözde ada.1964 yılından beri Cundalıların ‘ Türkiye’nin ilk boğaz köprüsü ‘dedikleri köprüden geçerek ‘gönül yolu’nu izleyip karşımıza çıkıveren eski bir yel değirmeni ile karşılaşınca ;buraların imbatın sırtında pek çok antik fısıltılar taşıdığını hissederiz çoğu kez, ama bir adada olduğumuzu , sunulan konforlar yüzünden es geçeriz.Cunda’da Ayvalık’taki trafik ve uğultudan eser yoktur.Ta ki, gün batımı ile sahil lokantaları, lokmacılar kıpırdanır, piyasa canlanır.Sakızlı dondurma tezgahlarının önünde uzun kuyruklar oluşur, canları sıkılan çocuklar buranın kedilerini severek oyalanırlar.

Bir zamanlar BP’nin katkıları ile altın çağını yaşayan karavan ve kampçılık serüvenleri, artık tiryakilerin anılarında yer alıyor. Anadolu sahilleri boyunca konakladığımız kamp yerleri ya beton ordularının iştahlı rantına teslim oldu, ya da;kampçılık jargonu , estetik ve pratikten yoksun çekyatlı çadırların, çarşaftan gölgeliklerin altında , çiğköfte yoğrulan derbeder barınma yerleri haline dönüştü.Neyse ki, Cunda’da yıllardır, kampçılığın yüz akı olan bir yer var.Ada Kamping. Gerçi, burası da, giderek kampçıları daracık bir alana sıkıştırmaya, daha fazla çirkin bungalowlar dizerek, restoran ağırlıklı hizmet vermeye yöneldi.Yine de, disiplin ve bakımlı alt yapısı ile huzur veren bir Cunda klasiği benim için.Neyse, biraz nefeslendikten sonra, bagaj kapağını açınca, sıkışıp kalmış eşyalar çılgınlar gibi dışarı atıyorlar kendilerini.Kısa zamanda çadırı kuruyor, ancak kazıkların neden hep taşların üzerine gelip, beni deli ettiğini anlamakta güçlük çekiyorum.Çadırın tefriş ve aksesuarları yerlerini aldı.Buzluğumuz çalışıyor.Sıra ;yörenin sahillerine egemen olan ve Kaz Dağlarından doğarak, deniz zemininden fışkıran İda pınarlarının alabildiğine serinlettiği denize dalıp, günün yorgunluğunu sulara teslim etmekte.Deniz kestaneleri, deniz suyunun temiz olduğunun ciddi kanıtlarından biridir.Ada kamping’in sahillerinde bol bulunan deniz kestanelerini bildiğim için, ayağımı basacağım noktanın etrafını dikkatle izliyor ve berrak suyun içinde, bir taşı kestiriyorum.O da ne? Şeytan dürtmüş olmalı, bastığım yerde ayağım, deniz kestanesi iğneleri ile doluyor.Bunca tecrübe, ihtiyat iflas etmiş, can havli ile sahildeki şezlonglara uzanıyorum.Sağ ayak tabanımda, iyice saplanarak kırılmış altı adet diken sayıyorum.Az sonra da, kızarmaya başlıyor.Tanrım beni bu acı ile imtihan etmek istiyor olmalı.Sandaletin içindeki ayağımı yan basarak yürüme becerisini ilerletebilirsem, dikenler benim canımı acıtamayacak, hırsından çatlayarak kendiliklerinden çıkıverecekler belki de.

Bir yandan çadırımızın bulunduğu asmaların gölgesinde çaylarımızı içerken, bir yandan da gün batımında;Çamlık Orman Kampının önünden kıvrılarak tırmanacağımız, eski bir lav birikintisi olan Şeytan Sofrası’nda gün batımı anlarında fotoğraf çekmeye çalışırken, koluma bu kez kaç kişinin çarpacağını tahmin etmeye çalışıyorum. O güzelim günbatımını, birbirine geçmiş görünen adalar, yarımadalar topluluğu silüetleri ardında denizde batan güneşin, insan ruhunda yarattığı titreşimleri hissederek seyrettikten sonra, yukarı tırmanan yola park edilmiş araçlara trafik sıkışmadan varabilmek maratonu başlıyor.

Yıllardır Ayvalığa gelirim, fakat buranın simgesi papalina yemek kısmet olmamıştı.Bu kez ıskalamak istemiyorum, bu nedenle rehber kitaplarıma bakıyorum.Öncelikle sebze halinin içindeki

‘Ayvalık Balıkçısı ‘ öneriliyor.Sorarak buluyoruz.Yaşlı, sempatik karı koca küçücük dükkanlarının önündeki dört masadan birine oturmuş komşuları ile sohbet ediyorlar.Bizi görünce canlanıyorlar, papalina söylüyoruz, geniş bir çoban salatası tabağının dibini balıklarımız gelmeden buluyoruz.Ayrıca bir tabakta birer sardalye ızgara geliyor, ‘ yarın akşam için gel gel mi yapıyorsun ? ‘ diyerek takılıyorum , gülüşüyoruz.Gerçekten çok lezzetli bir yemekten memnun ayrılıyoruz.Kamp yerimize dönerken her seferinde yaptığım gibi, tüm Cunda’ya hakim tepeden aşağıdaki ışık denizini , Ayvalığın netameli deniz girişinde, teknelere yol gösteren fenerlerin çakışlarını izliyor, serin rüzgarda ferahlıyor , dönüyoruz.

Eyvah, kampta eğlence var.Çadırımıza kadar geliyor , ama eminim kamp yönetimi müziği, makul bir saatten sonra keseceklerdir tanıdığım kadarı ile.Nitekim saat 24’de kıyıya vuran hafif soluganların hışırtısı hakim oluyor kampa.

25.08.2007 ( AYVALIK – CUNDA ADASI )

Sabah 07’de uyanıyorum, çok özel imkanlarla doğanın böğründe açılmış , ormanlık alanda tesis edilmiş Doğaköy isimli tatil köyüne doğru yürüyorum.Cunda Adasına ait yol burada bitiyor.Otobanlarda belki karşılaşabileceğimiz kalitede asfaltın görünüşü bile site sahiplerinin sosyal statüleri hakkında fikir verebiliyor, verdikleri Doğaköy ismi ile çelişerek.Niyetim, buradaki marketten gazete ve ekmek almak.Balıkçılar, Ayvalığın, Cunda’nın , sabah sessizliğini yırtan motor sesleri ile ağlarını bırakacakları köşelere gidiyorlar.Saat 09’da açılması gereken market bir saat gecikme ile açılıyor.Doğaköy’de, doğal yaşam askıya alınmış anlaşılan, zira; henüz herkes uykuda.Görevliler sabah serinliğinde çiçekleri suluyorlar.Gazeteler sayıyla geldiği için vermiyorlar, zar zor ekmeğimi koltuğumun altına alıp, üç saat sonra, kahvaltı masasının başında merakla beni bekleyen ailemin yanına dönüyorum.Kaya koruğu ya da deniz koruğu denilen ve denizin hemen yanıbaşındaki kayaların arasında yetişen maydanoz benzeri bitkilere takılıyor gözüm , sahilde şezlongun üzerinde güneşten kanter içinde miskinlik yaparken.Geçtiğimiz yıllarda Göcek yakınlarındaki Deliklitaş Adasına Zodiak botumla gidip toplamış , yaptığım turşular ile özellikle akşamcı arkadaşlarım tarafından oldukça beğenilmişti.Bir poşete toplayıp, ayıklıyor, temizliyor, Ayvalık’tan alacağım sirke ve sarımsak ile turşu olmaya aday hale getiriyorum.Gün, deniz kıyısında güneşlenerek, karşıda Midilli’deki köylerin belli belirsiz yapılarını izleyerek, en çok da kitap okuyarak geçti.Akşam üzeri önce Ayvalık, daha sonra Cunda’nın dar, sarımsak taşından yapılmış eski Rum evlerini dolaşmak üzere çıkıyoruz.1.Dünya Savaşına kadar Ayvalık Rumların yaşadığı bir yerleşim idi, ta ki 29 Mayıs 1919 akşamı Yunanlılar tarafından işgal edilene kadar.Ne ki; Kurtuluş Savaşı sonrası kazanılan zafer sonrası, artık dostluk, bir arada yaşama geleneği kırılmış, Türkler ve Rumlar şövenizmin girdaplarında biribirlerine düşman edilmişlerdi.Lozan’da uzun soluklu pazarlıklar mübadeleyi, ayrılığı, hüznü getirdi.Geriye Rumların, çok usta oldukları pastel renkli evler, taş ve ahşap oymalar ve kediler kaldı.Bugün Ayvalık öncelikle bu dar, renkli, hele akşam üzerleri yemek kokularının evlerden taştığı bu sokaklarda yaşamak, dolaşmak farklı ritmler doğurur yürek tellerinde.Bir sürü kilisenin, kiliseden çevrilmiş camilerin arasında, zaman-mekan boyutu alır götürür insanı.Kendimizi bu sokaklardan kurtaramayınca, gün batımından önce Cunda sokaklarını gezme planımız karanlığa kalıyor.1873’de ibadete açılmış Taksiyarhis metropol kilisesinin kapılarını, bahçedeki küçük evde bulunan Girit göçmeni yaşlı kadın, anahtarla açarken, bahşiş alabilmenin mesajlarını verir, yaptığı kısa rehberlikle de, her zaman bunu hak ederdi. Oysa şimdi, Taksiyarhis şiddetli bir fırtına sonrası, bel kemiğinden çatlamış olduğundan ziyarete kapatılmış, yaşlı kadın da kilisenin kapısını açarak verdiği hizmet karşılığı yaptığı dünyalığı ile küçük evini, popülaritesini de kullanarak pansiyon haline getirmişti. Cunda Adası balık restoranlarına girecek cesareti kendimizde bulamıyor olmalıyız ki(!); rezervleri ancak bir saat sonra servise dönüştürecek kadar yoğun olan, pizzacıya telefon numaramızı vererek yandaki parkta oturup, davet edilmeyi bekliyoruz.Çocuklar arzu ettiği için pizza sipariş ediliyor, ben yerel yemek kültürünün gönlünü alabilmek için kabak çiçeği dolması ve radika da ilave ediyorum siparişe.Ayvalığı kırmamak lazım.Yemek sonrası, meşhur piyasa caddesine dalıyoruz.İki kez birbirimizi kaybedip telefonla buluşuyoruz yine.Cunda’nın yerlileri, yaşlıları ellerinde, omuzlarında hırkaları, yazlıkçılar, birkaç ay da olsa, buralı olmanın gururlu bakış ve adımları, bizim gibi öylesine buralara yolu düşmüş olanlar da, günün yorgunluğu ve yemek rehaveti sonrası, ellerinde balonlarla, dondurmalarla koşturan çocuklardan sakınarak ve bu kadar insanın bu caddeyi bir anda nasıl doldurduğuna şaşarak , lokmacı tezgahlarına yürüyüp, önlerindeki kuyruklara dahil oluyorlar.Tabii plastik tabaklarda sunulan tarçınlı lokmanın şerbetini sağa sola dökmemeye dikkat etmek, bu caddede lokma tatlısı yemenin başlıca rajonu.Belki de; Cunda’yı hakkıyla yaşamak için kış aylarında gelmek gerekecek artık buraya.

26.08.2007 ( AYVALIK -MARMARİS - HİSARÖNÜ KÖRFEZİ )

Bugün, Ayvalık’tan Marmaris’e geçiyoruz.Ama, Marmaris’in çılgınlığına değil, Datça yolunun 22 km’sinden Bozburun yolu üzerindeki Hisarönü körfezinin geniş açılı panoraması ve sessizliğine.

Kampçılığın en tatlı anları, çadırı kurarken güneşin alnında kanter içinde kaldıktan sonra, bir keyif çayı içmektir bence.Oysa, kamp toplamak keyif vermez bana.Bir yeri terk etmenin hüznü, her zaman yeni bir yere ulaşılacak olmanın heyecanına baskın gelir.Çadır toplanıp katlandı, kazıklar torbalandı, şişme yataklar söndürüldü, bitmez tükenmez alet edevat aracın boş kalan hacimlerine tıkıştırıldı.İzmir, otoyol, Aydın derken, Çine vadisinde ilerliyoruz.Bu coğrafyalardan hep sıcak mevsimde geçtiğimizden olacak, Nysa , Akharakha , Alinda , Alabanda , Gerga ve Stratonikeia gibi Hitit, Akha, Karia ve Roma dönemlerine tarihlenen antik yerleşimler, ziyaret edilmeden ıskalanır.Bu sıcak günlerde, yine deniz ve serin köşelere kurban edildi, ertelendi bu ören yerleri.

Çine’de çılgıncasına rekabet içerisinde olan köftecilerin levhaları, Çine’ye 20 km. kala uyarmaya başladı bizimkileri, sonunda yan yana dizilmiş köftecilerden Kasap Mehmet’in yerinde karar kılarak, iştahla yedik köftelerini, tereyağlı pideleri eşliğinde Kasap Mehmet’in.

Hisarönü’nü 1990 yıllarında keşfetmiştik.Henüz beach salgını yoktu, Bozburuna kadar uzanan asfalt yerine, tarladan hallice, toz toprak içinde ilerler, o sıcakta tozdan boğulmamak için aracın camlarını sıkıca kapatırdık.Sarı Mehmet’in okaliptus ağaçları ile çevrili kamp yerinde konaklar , çocuklarına bağırışlarını dinler, henüz yanmamış, kelleşmemiş çam ağaçlarının çevrelediği Hisarönü körfezinin bakirliği içerisinde sabah Zodiak botumuzla çıkıp Kameriye adası manastırının önünde , Dişlice önünde güneşlenir, şimdi Selimiye’de iki otel sahibi olan balıkçı Ali Aydın’ın denizin ortasındaki teknesini karaltısından tanır, duruma göre lahoz, sinarit, trança alır, kampta buğulama yapardık eşimle.Sarı Mehmet turizm işletmeciliğini öğrenemeden tansiyon nedeniyle görme yeteneğini kaybetti, şimdi kampı (daha doğrusu restoran ve plajı) o yılların küçücük çocukları olan oğulları işletiyor, Sarı Mehmet hırçınlığını yitirmiş, oturtulduğu koltuktan boş gözlerle, sisli dünyasında yaşıyor.Kampçılık geleneği burada da irtifa kaybetmekte.Öyle olunca da, alt yapı hizmetleri yetersiz kalıyor.Artık işletmecilerin ilgi ve hizmeti, sahillere atılmış rengarenk “ beach “ minderleri ile güneşin alnında devamlı yiyip içip tüketen gençlere yönelmiş.Sanırım, birkaç sene sonra buraya geldiğimizde; bir oteller zincirine ait devasa bir inşaat ile karşılaşacağız.

Akşam güneş batarken denize giriyoruz.Kaz Dağlarının soğuk sularının serinlettiği deniz yok burada, hep beraber gün batımı kızıllığında yüzüyoruz.Rahmetli Seha Meray’ın “Marmaris’te gün batımları bir serüvendir, çok uzun sürer.”dediğini hatırlıyorum.Yarın ;Halikarnas Balıkçısı’nın “büyüklü küçüklü koyları ile bir beynin kıvrımlarına benzettiği “ Hisarönü körfezini arşınlamak için Zodiak botu şişirip motor ve ekipmanları alesta hale getiriyoruz.


27.08.2007 (MARMARİS HİSARÖNÜ KÖRFEZİ )


Sabah her zaman olduğu gibi, okaliptus ağaçlarının altında keyifle yapılan kahvaltı sonrası, bota binip motorun ipini çekiyoruz.Çubucak, İnbükü Orman kamplarının önünden Datça yarımadası güneyi boyunca seyredip, tavşan adası önünde demirliyoruz.Her zamanki gibi, ürkek birkaç tavşan beliriyor, elimizdeki yiyecekleri görünce, etrafımızı onlarca tavşan sarıyor.Buradan Dişlice önüne geliyor ve berrak sulara bırakıyoruz kendimizi şnorkellerimizi takarak.Derken enlemesine körfezi geçerek Kameriye Adası önlerine geliyoruz.Sahil bağırıp çağıran turistlerle dolu.Bir kısmı teknelerde içtikleri içkiden sarhoş olmuş Rus turistler sarmaş dolaş yukarıdaki manastıra çıkan dik patikayı tırmanıyorlar.Son yıllarda Selimiye’den hareket eden günübirlik teknelerinin istilası altında, giderek yıpranıyor güzelim manastır.

Önündeki deniz taşı mozaiklerin her geçen yıl azaldığını gördüğüm manastırın içine giriyorum idrar kokularının nefes kestiği loşlukta, çok kişinin gittikçe solan renkleri nedeni ile dikkatlerden kaçan İsa resmi ile göz göze geliyorum.Anlık bakışlarda birbirimize çok şeyler anlatıyoruz, yine hüzünlü görüyorum İsa’yı.Botta kalmayı tercih eden eşimin, el kol hareketlerini fark ediyorum, yan yana dizilmiş altı büyük gezi teknesinin yanına, botu demirlediğim sahile , yüksek volümlü müziği ile Kameriye’de yankılar yaparak hızla dalıyor.Botu ve üzerindeki eşimi görmezden gelerek, dik patikayı hızla inerek botu kurtarıyorum teknenin botu sıyıran pasarellasından.

Selimiye koyuna giriyoruz.Sıcaktan bunaldığımız için, hafif bir şeyler yemek istiyoruz.Eşim marinadaki marketten, peynir, karpuz ekmek alıyor.Selimiye köyünün karşı sahillerinde yaşlı bir çınar ağacının bulunduğu sahile, bir manastır kalıntısının kemerli taşlarının yanına demirleyip, yemek işimizi hallediyoruz.Daha envanter çalışmasının başlamadığı, yağmalamanın devam ettiği kalıntılar arasında dolaşıyorum.Güneş devrilmeye, Hisarönü koyunda rüzgar ve dalgalar çoğalmaya başladı.Ağır yolla sahili, kayalıkları takip ederek Orhaniye koyuna, Kızkumuna giriyoruz.

Tüm olumsuzluğuna, Orhaniye koyunu yoğun kirletmesine rağmen, buradaki marinanın tüm pontonları dolu, pazarlama teknolojisinin zaferi olarak her geçen yıl daha da ilgi görüyor, özellikle yabancı tekneler tarafından.

Kampa dönüyoruz.Bütün gün Zodiak botun üzerindeki serüvenimiz yormuş, hırpalamış bizi. Yemek sonrası sahildeki şezlonglarda Hisarönü’nün gece güzelliğini dinliyor, sonra yataklara çekiliyoruz.Ne ki, yanımızdaki restoranda saat 04’de başlayan iddialı tavla oyunu uykumuzu yok ediyor.


28.08.2007 ( MARMARİS HİSARÖNÜ KOYU )


Sabahın serinliği kısa sürüyor, güneş biraz yükseliyor, dalgalar halinde ısının arttığını hissediyorum.Bugün, çocuklar sahilde güneşlenmek istiyorlar, ben de, deniz motorunun benzin deposunu yıkayıp temizliyor, miskinlik yapıyor, bir ara Hisarönündeki yapılaşmayı izlemek için arka taraflara giriyorum.Uzun yıllardır SİT alanı ilan edildiği için, nispeten kaçak yapılaşma engellenmiş olsa da;çürük diş gibi çirkinlikler de göze çarpmıyor değil.Akşam üzeri, söz verdiğim üzere Selimiye’de Sardunya restorana gideceğiz.Yıllardır bu coğrafyalara her gelişimizde Sardunya’da kalamar ve balık yemek neredeyse bir gelenek oldu.Önce Turgut köyündeki şelaleye gidiyoruz, ama suların azlığı şelale keyfi vermiyor.Selimiye’ye girerek akşam yemeği için masa rezervasyonu yaptırıyor, köyün sonunda sessiz ve kimsesiz koyda günün son ışıklarını tüketiyoruz. Zirveye çıkmaktan çok orada uzun süre kalabilmenin önemli olduğunu Sardunya restoranın giderek düşen hizmet ve servis kalitesi bir kez daha hatırlatıyor bana.Sükseli çıkış kapısının hemen karşısında, ”çöp atmak yasaktır” levhasının dibinde köpekler tarafından parçalanıp, ortalığa saçılmış çöpler için, tüm masaları her akşam, özellikle yabancı tekneciler tarafından rezerv edilen işletmenin neden bir çöp konteyneri almadığını merak ediyorum, huyum kurusun.

29.08.2007 ( MARMARİS - FETHİYE )

Eşim iki günde bir çadır kurup toplamaktan , eşyaların toplanıp, dağılmasından şikayet etse de;bugün yine toplanma günümüz.Ne var ki, her konaklama noktasında araca eşyaları sıkıştırmakta daha fazla zorlanıyoruz.Marmaris’in içinde gezmeye, dolaşmaya tahammülüm yok.Doğrudan Fethiye’ye yöneliyoruz.Göcek’ten sonraki Yanıklar sahilinde , şimdiye dek kamp yaptığımız Yonca Kamping artık bir “lodge” , bu nedenle yıllardır sürdüregeldiği kampçılığı terk ederek, güncelleştirmiş tesisini Şaban Bey.Oysa, sahilden hemen karşımızdaki küçücük adaları , yandaki derede ördeklerin yüzüşünü seyretmek büyük keyif verirdi kamp ve karavan tutkunlarına.Ölüdeniz Belcekız’a geliyoruz ama umudum yok.Zira geçmiş yıllarda gelip geçerken, buralarda yaşanan kamp jargonunu yeterince izliyordum.Nitekim, keyif alamayacağımız iki kamp alanını terk ederek, Ovacık’ta apart arayışına başlıyoruz.Bir kaç yere girdikten sonra, bilinçle yapıldığı belli olan Sea Breeze isimli , daha çok İngilizlerin kaldığı bir apartın dubleks katında karar kılıyoruz.

Fethiye denince aklıma Kayaköy gelir yıllardır.15 yıldan beri sahibi olduğum araziye herkesin aksine kaçak olarak inşaat yapmamanın neticesi ;bana , mevsimine göre, kendi arazimin mahsülü olan dut, nar veya incir yeme hakkı ve imkanı kaldı.14 sene önce , ”koruma amaçlı imar planı”nın ihaleye çıkarılması , saygın bir ismin ihaleyi alması , ancak kamudan aldığı paraları tüketmesi nedeniyle , imar planının neticelenmesi için isteksiz davranması gibi akıl almaz gerekçelerle, Türk turizminin yüz akı olacak Kayaköy’de tarihi doku , koruma adına yok edildi, iki-üç katlı pembe yeşil ucube binalarla doldu, 1990’lı yıllarda Kayaköyü “entelektüeller tekkesi” haline getiren mimarlar odası ve sivil toplum örgütlerinin pek bilinçli, kültürlü, ”konsept arayışı” içerisindeki entelektüelleri, buradan nemalanamayacaklarını anlayınca ricat ettiler buralardan, geriye, evlenecek çocuklarına tarlasını ifraz edip, bir ev imkanından dahi mahrum olan küskün köylülerle, rant peşinde koşan, kaçak inşaat yapmayı alışkanlık haline getirmiş, gözü kara para babaları ile yerel politikacılar kaldı.Bir de, benim gibi, sabırla “koruma amaçlı imar planı”nı bekleyip, yılların enflasyon erozyonuna ekonomik potansiyelini kaptıran saf çevreciler.Bu nedenle Fethiye bana sıkıntı verir oldu. Öyleki, Kayaköy değil Ölüdeniz bile hayal kırıklıklarımı hatırlatır, yaralarımı kanatır oldu.Buna rağmen, Kayaköy’de Cinbal Restoranda tandır yemeyi inatla sürdürdüm buralara her gelişimde.Bu akşamda, Cinbal’in bahçesindeki köşkün, iri minderlerine gömülüp , süzme yoğurt ve tandır ile yudumladığım rakıda, beni saran melankoliyi defetmeye çalıştım.

3500 civarında harabe halindeki evin bulunduğu yamaçlar, 1922 yılındaki mübadeleden önce 25 bin Rum’a ev sahipliği yapıyordu.Gidenler acıları ile, gelenler yoksullukları ile gelince, eski adı Karmylassos olan köy evlerinin kapı, pencere ve ahşapları sökülerek odun niyetine kullanıldı.Geriye, böylesine hüzün veren tablo çıktı ortaya. İki kilise, ondört şapel, kız ve erkek ilkokulları, eczanesi, doktoru olan , gazete neşreden, üretken Rum köyü, yağmalanmanın tipik faturasını sunuyor, dik patikaları tırmanarak, çivit boyalı, incir ağaçları arasında kaybolmuş ocaklarını izleyenlere.

30.08.2007 ( FETHİYE – KAYAKÖY )

Gençler , çadırda kalmak isteyince , Gemile koyuna ve Kayaköy Sanat Kampına bakıyoruz bugün. Umud yok.Çocuklar Kelebekler vadisi, Soğuksu ve Gemile turlarına katılmak üzere, Belceğiz’e gittiler, eşimle, karadan Gemile koyu ve kışın 20 gün geçirdiğimiz Village Garden’a Ömer Beylere uğruyoruz.Dört apart da dolu.Çaresiz Kaya Apart’ta yer alarak, bir Kayaköy gecesi yaşamak isteyen gençlerin gönlünü yapıyoruz.

31.08.2007 ( FETHİYE –KAYAKÖY )

Sabah Saklıkent ve Tlos’a gitmek üzere plan yapıyoruz.Eşen çayının kayalar arasından patlarcasına fışkırdığı Saklıkent, 18 km uzunluğunda, ancak tümünü gezebilmenin zor olduğu bir kanyonun sonunda.Buz gibi sularına kendimizi bırakıp sularda sürüklendiğimiz geçmişi düşünüyorum. Bir köprü engelliyor bu macerayı artık.Yine de, eşim, buz gibi sulara kendini bırakarak geçmişi arıyor.Saklıkent’in salaş gözlemecilerini özlemiş olmalıyız ki; hepimiz gözleme ve ayran siparişi veriyoruz.Altından gür suların aktığı köşkte relax moduna giriyoruz, göz kapaklarımıza talar bağlanıyor sanki.

Saklıkent dönüşü Tlos’a uğruyoruz.Karşımıza 9m. genişliğinde duvarları, kemerli kapıları ile kent agorası çıkıyor önce.Roma dönemi surlar, tepede Osmanlı kalesi ile Döğer köyü içinde geçmişin harmanlandığı, özellikle antik tiyatrosunun yıpranmamışlığı ile ziyaret gerektiren yerlerinden biri Fethiye’nin Tlos.Tiyatroda envanter çalışmaları başlamış.Kazı ekibi, küçük taş bezemeleri, ikram edercesine yan yana dizip, ”alın götürün” diyorlar sanki.Uzun yıllar önce, ineklerin otladığı bu tiyatroda, o zamanlar çok küçük olan oğlumla top oynamış, her yere saçılmış Roma eserlerinden bir taş parçası almayı bile aklımdan geçirmemiştim.

Akşama, arazimizin yanında komşularımız Yavuz Eralp’lerin evine gidiyoruz.Muhtar da geliyor.Bol bol laflıyoruz, ”koruma amaçlı imar planı”ndan ses seda yok.Acaba AİHM’ ne müracaat etsem ve 15 yıldır sahip olduğum toprağım üzerinde mesken yapamıyorum desem, netice ne olur ? Dönüşte ciddi olarak düşüneceğim bunu.Küresel ısınmanın Akdeniz bölgesinde yaşanacak çölleşmenin tedirginliği başlamış bölge sakinlerinde.

01.09.2007 ( FETHİYE - KAŞ )

Gençlerimizin isteği bir ayıbımızın da giderilmesine yardımcı oluyor.Fethiye Müzesini gezmek istiyorlar.Yıllardır geldiğimiz Fethiye’de bir türlü müzeye uğramamıştık.Giriyoruz.Likya , Helenistik ve Roma dönemi eserlerini görüyor ve Kaş’a doğru devam etmek üzere Fethiye’den ayrılıyoruz.Kaputaş’ın her zaman hayran seyrettiğim mavi tonlarını tekrar nakşediyorum hafızama.Kaş’a 3-4 km. kala Olimpos Kamp önünde duruyoruz.Sahibi Ömer Bey 20 dönüm, üstelik turistik tesis imarına açılmış arazisini bildim bileli, kamp ve karavan kampı olarak işletiyor.Bir lafı çok önemli geliyor bana;”burayı kamp yeri olarak işletmem benim kadar sizlere de bağlı” diyor ve ekliyor.” Kamp felsefesini bilmeyen insanlar çoğaldı.Bu nedenle her yıl daha seçici, daha dikkatli olmak gereği duyuyorum.”Ah Ömer Bey, bir de zemin bu kadar taşlı olup da, Allahın sıcağında çadır kazıklarını çakarken çıldırtmasa , sana söyleyecek tek lafım olamaz.

Akşamüzeri Kaş’a geçiyoruz.Kaş bu bölgede turizme çok direndi, en son turizm yatırımlarına başlandı, ama, neticede butik bir turistik belge oldu Kalkan ile birlikte.30 sene önce, yağmurlu bir güz günü gelmiştim Kaş’a.Kalacak pansiyon veya otel yoktu henüz.Bekar bir öğretmenin evini tarif etmişlerdi.Adamcağız kırmamış, çatısı akan eski evinde misafir etmişti beni.Kaş’ın simgesi olan Likya mezarı, Kaş’a çok yabancı, uzaydan inmiş gibi gözükmüştü bana.Oysa şimdi, ışıklar içindeki mezar , yanındaki devasa ağaçla birlikte , gördükleri yoğun ilgiden memnun olmalılar.

Kaş’ta “kültür ve sanat festivali” etkinlikleri devam ediyor bugünlerde.Mendirek üzerinde Meis Adası ve Çukurbağ Yarımadası’nın kızıl silüetlerini izliyor, akşam yemeğinden sonra Olimpos Kamp’ın sessizliğine atıyoruz kendimizi eşimle.Gençlerimiz kalıyorlar, müzik aşkına tabii.

02.09.2007 ( KAŞ-ÜÇAĞIZ-KEKOVA-SİMENA-APERLAİ )

Kahvaltı sonrası, Üçağız’a doğru yola çıkıyoruz eşimle.Niyetimiz, buralara her gelişimizde yaptığımız gibi Zodiak botumuzla Kekova önlerinde batık şehri, içimizde , ruhumuzda esen heyecan ve fırtına ile dolaşmak.Üçağız’ın zaten küçük olan sahili, otoparkla çevrilmiş, ileri gidip, aracımı yolun kenarına çekiyor ve bastıran sıcak altında, taban tahtalarını yerleştirip, şişiriyor, çapa, halat, depoyu yerleştirip balçık halindeki suya gömülen ayaklarımı hareket ettirmeye çalışarak; kıçtan takma motoru takıyorum.Neyse, ipi çekip , sahilden uzaklaştıkça su berraklaşıyor, özlediğimiz mavi tonlarına kavuşturuyor bizi.Geçen gelişimizde Karalos koyunu keşfetmiş, oraya gitmiştik.Çılgın kalabalıktan uzak ; ancak bilenlerin ve özel tekne müşterilerinin görebildiği sakin ve sessiz bu koy büyülemişti bizi.Bu kez, Aperlai’ye gitmek istiyoruz.Aslında buraya 5 km.lik bir patikayı yürüyerek Kılıçlı köyünden gitmek, ancak, ben zaman zaman avucuma doldurup içtiğim Akdeniz suları ile daha fazla haşır neşir olmak istiyorum.Tahminimden fazla uzayınca , denizin ortasında bir gezi teknesinin kaptanına soruyorum, Aperlai’ye denizden gitmek için, Sıçak Yarımadasını dolaşmak gerektiğini, öğleden sonra, denizin dalga yapacağını, bu nedenle az geri dönüp, Aperlai’nin arkasına düşen kıstağın önünde botu bırakıp, bu kıstağı yürüyerek Aperlai’nin bulunduğu koya gidebileceğimi anlıyorum.Sakin koyda uçarcasına ilerliyor ve sonunda Aperlai Restaurant yazan tesisin iskelesinin yanına demirliyorum.Geldiğimizi görünce, iskeleye koşan işletmeciye, dönüşte soğuk bira hazırlamasını söyleyerek, botu emanet edip , tarif ettiği patikaya dalıyoruz, kafamızda patlayan güneşin eşliğinde.

Sanki, başka bir gezegende yürüyormuşuz duygusu veren, kırmızı ve çorak toprak , her yanı doldurmuş, büyüklü küçüklü taşlar, sıcaktan kavrulmuş ağaçlar ve gölgelerinde uyuklayan keçilerin arasından, 3 km. yürüyoruz, sessizlik içerisinde.Terkedilmiş, ya da burada yaşayanlar sıcaktan buharlaşıp yok olmuş gibi, denizin, keçilerin, var ise insanların uyuduğu antik bir Likya kenti olan Aperlai’deyiz artık.Simena, İsinda ve Apollonia isimli şehirler birliğinin başı olan Aperlai, Likya döneminden Roma dönemine geçişin izlerini;Likya mezarlarını, Roma şehir surları ile Bizans şapellerini barındırıyor sessizlik ve kimsesizliğinin içerisinde.Romalı’ların Hristiyanlar üzerindeki baskısı neticesi, bu coğrafyaların en akla gelmedik köşelerinde bile, kilise ve şapele rastlamak mümkün.Kırılmış, ters dönmüş, kapakları ortalığa saçılmış Likya lahitleri arasında dolaşırken;sanki tarih kulağıma “insanlık tarihinin kocaman bir trajedyadan ibaret olduğu” yolunda fısıltılar geliyor.Sanırım, insanların birbirlerinden aldıkları can sayısı; meydana gelen yanardağ patlamaları, depremler, su baskınları gibi doğal felaketlerde can verenlerin sayısından kat kat fazladır. Epeyce dolaşıyor, epeyce düşüncelere dalıyor, sonunda geldiğimiz yoldan(nedense dönüş yolları her zaman daha kısa gelir) geri dönüyor, yürüdüğümüz 6 km. yolun sonunda, nefeslendiğimiz çardakta, siparişini çok önceden verdiğimiz biraları içip , kendimizi ödüllendirip, şımartıyoruz biraz.Botu iskeleye yanaştırıp eşimi de alarak , tekne ve insan trafiğinin, kitle turizminin baskısı altındaki Kekova önlerine yöneliyoruz.Batık kent önlerine geldiğimde, motoru stop ederek, kürek çekmeye başlıyorum.Denize inen merdivenler, odaların duvar boyaları, duvardaki nişler, daha yukarıda yükselen antik duvarlar, tarihi anlamak için zaman-mekan faktörlerinin yeterli olmayacağını hissettiriyor bana.Kapılıp gittiğim antik düşüncelerden; nedense hep üzerimize gelen, gezi teknelerinin teğet geçişlerini izlemek için kopuyorum sık sık.Batık şehir bitiyor, karşıya Simena önlerine dönüyorum.Kayalara işlenmiş Türk bayrağının, 1.Dünya Savaşın’da doğal barınak görevi yaptığını hatırlıyorum.Simena önünde geleneksel yerimize demirliyoruz.Denizdeki Likya lahdinin yanına.

Üçağız önlerindeyiz.Karşımızda yine Bizans kalesi, altında bir sürü Likya mezarları.Koca bir gün, güneşi, denizi, dalgası , antik kalıntıların fısıltıları derken bitiyor.Sabahki hatayı yapmıyor, botu denize indirdiğim pis kıyıdan değil, sahil güvenliğin iskelesinin yanından botu dışarı alıyoruz bu kez.Demontaj faslı, derken, aracın arkasında yerlerini alıyorlar.Kaş’a, Olimpos Kamp’a dönüyoruz, akşamın kızıllığında.


03.09.2007 ( KAŞ – GAZİPAŞA )

Bugün mevzi, daha doğrusu mekan değiştireceğiz.Toplanma faslı ter, toz içinde sürüyor. Bazen düşünüyorum da, eşimi dinleyip, bu kamplı, çadırlı geziler yerine, artık içinde bulunduğumuz orta-ileri yaş grubuna yakışır şekilde; yavaş ve vakarlı tatil programlarına mı terfi etmeliyiz? Sanırım, o tarz tatile geçmemiz için, 40-50 sene daha tabiatın, denizin kucağında böylesine haşır-neşir olmamız gerekecek.

Aracı doldurup, kamptan ayrılırken, kamp sahibi Ömer Bey, uğurluyor bizi.Bence, kitle turizmine, rağmen para kazanma hırsına kendini kaptırmamış, günümüzde ender karşılaşacağımız ender insanlardan biri.Eşi, çocukları ile , koşturarak, emek vererek, tevazu içerisinde sürdürüyor, aile işletmesini.Kamp alanının tam arkasındaki dik tepedeki yapılaşmayı soruyorum. ”hangi akıllı, böylesine zor, problemli yerde inşaat yapıyor? diye” Yargıtay üyelerinin orman arazisi üzerinde kurdukları yapı kooperatifi olduğunu söylüyor.Nedense aklıma;balıkların baştan kokması, ön tekerlek, arka tekerlek gibi bazı kelimeler geliyor bunu duyunca.

En son geçen kış bir dost ziyareti için uğradığımız Antalya beni bunaltmış, vakit geç olduğu için, geceyi geçirmiş, sabah kaçarcasına Fethiye’ye geri dönmüştük.70’ li yıllarda Lara mevkiinde Aslan Bey’in işlettiği Bambus isimli tesisin tiryakisi ve müdavimi idim.Falezlerin üzerinde bungalovlar hiçbir çirkinlik yaratmıyor, tertemiz denizi ve mutfağı ile ADAC ‘ın önerdiği yerler arasında olduğundan, özellikle yabancıların yoğun ilgisini çekiyordu. İki yıl önce de, bir Akdeniz gezisinde buraya uğramış , ancak, rengarenk deri minderleri ve kocaman “beach” yazısını görünce, Antalya trafiğine saya döke Antalya’yı terk edip, gece yarısı Tekirova’da, kampçılığı hakkını vererek yapan “sundance”a sığınmıştık.Artık, Antalya’da konaklama programı yapmıyorduk. Ancak, nedense meşhur dönerciler çarşısının, sıcak havada bile , iştahla yediğimiz dönerlerini hatırlamış ve çocuklara da;aktarmıştım.Anlaşılan, bu gevezeliğim, Antalya’nın merkezinde otopark arama işkencesine sokacaktı döner yiyebilmek için.O mütevazi çarşı gitmiş, yerini fast food’çular, iki katlı binalar, kokoreççiler, daha ilk dükkandan itibaren, insanın koluna yapışıp, mensup olduğu dükkana çeken çirkin hanutçular almıştı.İnadına en az ısrar eden bir dönerciye girdik.Geçmiş daha mı güzeldi, biz detaylara bu denli önem vermiyormuyduk o yıllarda, eski dönerleri, İskender kebapları beyhude aradım, durdum.

Alanya’ya yola çıktık.Antalya Alanya arası yerleşimlerle dolmuş, Sanki bir şehrin içinde ilerliyoruz Alanya’ya kadar.Alanya’ya girince, nedense hız kesmek, hatta kırmızı ışıklarda beklemek bile sıkıyor beni, beton yığınlarının baskısını bedenimin , ruhumun üzerinde hissediyorum sanki.Oysa, Gazipaşa’ya hava kararmadan varmak, bir de, Alanya’da trafik ve otopark sorunu olmasa, Helenistik döneme tarihlenen, 6.5 km. uzunluğundaki şehir surlarını, Kızıl kuleyi, soluganların yaladığı tersaneyi bir kez daha ziyaret etmek, 1991 yılında ilk Zodiak botumla yağmurlu bir bahar sabahı gezdiğim kalenin eteklerinden Selçukluların ihtişamlı kulelerini bir kez daha seyretmek isterdim.

Yıllar önce, gençliğimizin idollerinden Fikret Otyam’ın , eşi Filiz Otyam ile yerleştiği Gazipaşa’ya bir türlü gelememiştim bugüne dek.Ama, ilk gelişimizde hava kararmış, etrafı izleyemez olmuştuk.Görünürde ne bir otel, ne turistik tesis vardı.40 km. beride Alanya’da korkunç bir yoğunluk, buralarda bozkırdaki kasabalar gibi sessizlik hakimdi.Sahili işaret eden yola girdim.Yol bitti.Sahilde, bir restoran önünde durup, kalabilecek yer sordum.3 apart vardı.Birinde karar kıldık.Koca tesiste sanırım bizden başka bir oda dolu idi.Yıllar önce yapılan havaalanının hatalı konumu nedeni ile kullanılamaması, Alanya’ya yaramış, Gazipaşa bakir, sessiz kalmış.Daha doğrusu, tesadüfler, hatalar erozyonu geciktirmiş.Geçenlerde havaalanı işletmesinin TAV firmasına verilmesi, gözleri özellikle rant peşinde koşanları Gazipaşa’ya çekmeye başladı sanırım.

Yarın sabah, erken kalkıp Gazipaşa’yı didiklemek umudu ile yatağa çekiliyorum.


04.09.2007 ( GAZİPAŞA – SİLİFKE )


Gün doğarken kalkıyorum.Sanırım Gazipaşa’da herkes uyuyor.Önce, akşam karanlıkta otel aradığımız yola, Selinus plajlarına doğru gidiyorum.2.5 km. uzunluğunda, 150 m. genişliğindeki Selinus plajları, tertemiz.Belediye çok güzel çay bahçeleri yollar yapmış.Limanın solundaki tepede bir kale kalıntısı, aşağılara uzanan surlar görülüyor.Fikret Otyam, yakın zamana kadar bu yamaçta oturmuş, yakınlarda Antalya , Geyikpınarı’na taşınmış.Buradan, Alanya yolunun ikiye ayırdığı Gazipaşa’nın deniz tarafındaki en yüksek tepesine çıkıyorum.Güzel, geniş bir alana yayılan çay bahçesi, restoran tam tepeye yerleşmiş.Dik yamaçlarını, büyük bir inatla binalar sarmış.Selinus plajları, antik kale ve duvarlar çok net görülüyor.Alanya-Silifke asfaltının ikiye böldüğü Gazipaşa’nın yayla tarafına geçiyor ve bir orman yoluna giriyorum.Demirliçeşme orman deposunun bulunduğu yerde arabadan inip, sabah serinliğinde çam kokularının ciğerlerime doluşu, sabah erken kalkmanın ağırlığını atıyor üzerimden.Kaldığımız apart’a dönüyor, Selinus plajında öğretmen evince işletilen restoranda kahvaltı yapıyoruz.

Gazipaşa, gerçekten sessiz bir cennet, özellikle metropollerde perişan olmuş insanların, kendine gelebileceği bir yer, ancak, bizim gezimiz dinlenme değil, aksine keşfetme, yeni yerler görme amaçlı.Bu nedenle, civarı gezdikten sonra Silifke’de konaklama için plan yapıyoruz.Önce, halkın “nohut yeri” dediği, Antiokheia ad Kragos denilen ören yerine doğru tırmanmaya başlıyoruz aracımızla.Denizin 300 m. üzerindeki tepelerde kurulmuş olan kentin kurucusunun, Nemrut Dağı ve teraslarından tanıdığımız Kommagene Kralı 4.Antokhos tarafından kurulduğuna dair söylentiler varsa da;kesin bir bilgi yok.

Nohut yeri’nin baş döndürücü yüksek tepelerinden, denize doğru akarcasına uzanan muz bahçelerini hayretle izliyorum. Her yer, yemyeşil muz bahçesi.Ulaşım kolaylığı sağlayabilmek için, Karadeniz’de benzerlerini gördüğümüz, vargel olarak isimlendirilen, basit asansörler yapmışlar, muzları nakledebilmek için.300 m.lik yüksekliği, dik patikaları dikkatle inerek eritiyor, bir ortaçağ kalesi önünde duruyor, denize akan muz bahçelerinin, Akdeniz’in mavisi ile hasretini seyredip, geri dönüyoruz.

Şimdi, Nephelis yani Muzkent yolundayız.Burada da, denize teraslar halinde inen muz bahçeleri var.Buranın yerlileri muzla yatıp, muzla kalkıyorlar anlaşılan.Yukarıdaki tepelerdeki kuyulardan alınan su borularla beton havuzlara, buradan da, muz bahçelerine dağıtılıyor.Beş genç havuzun kenarında oturmuş sohbet ediyorlar.Aralarına girip, bazı bilgiler alıyorum.Uzan grubunun yaptığı enerji dağıtımına devletin müdahalesinden sonra, elektrikle aktardıkları sular için daha az bedel ödediklerini, daha az borçlandıkları için, kendi ambalajladıkları muzu, diledikleri tüccara verebildiklerini, şu anda kilosunu 1.1 YTL’den sattıklarını, eski dönemlere göre daha iyi durumda olduklarını anlatıyorlar. Gazipaşa’ya dönerken “yalancı dünya mağarası” levhasını görünce sapıyor, 4-5 km sonra, park etmiş bir otomobilin yanında aracı bırakıyorum. Eşim gelmeyeceğini söyleyince, yalnız tırmanıyorum.Mağaranın içinden bakıyorum, karanlığa gözlerim alışınca, iki karaltı seçiyorum.Alelacele, elinde tuttuğu elbiseleri ile, çıplak vücudunu, göğüslerini örtmeye çalışan genç bir kadın ve önünde çıplak genç bir adam.Şaşırmış , şok olmuş gözlerle bana bakıyorlar. Ben, ”kolay gelsin” deyince, korkudan titreyen sesi ile genç adam” sağol abi” diye yanıtlıyor.Bir anda gülme krizi tutuyor beni, acele uzaklaşıyorum, genç çiftin işleri kolayına gelsin diye.Doğanın dürtülerinin önüne geçmek ne kadar da zor ! Saat 14.00’de aparta geliyor, ayrılacağımızı söylüyor ve borcumuzu ödeyerek, yola çıkıyoruz.Bıktıracak kadar virajlı yollardan Anamur, Bozyazı, Aydıncık, Taşucu derken Silifke’ye geliyoruz.Taşucu’nda mola verip, Kıbrıs’a geçmeyi düşünüyoruz.Ancak, araçla geçişlerde, pasaport isteniyor.Biz de, hazırlıksız olduğumuz için, araçla gidemiyoruz.Araçsız da Kıbrıs’ı gezmenin zor olacağını, ayrıca, tepeleme eşya dolu aracımızı otoparka bırakmanın riskli olacağını düşünerek vazgeçiyoruz.Hava kararırken Silifke’deyiz.Derli toplu bir otel olarak, belediyenin işlettiği Göksu Otel’e yerleşiyoruz.Az sonra otel restoranında, kalamar, saç kavurma ve bira ile, virajlı yolların hırpaladığı vücudumdaki gerilimi atmaya çalışıyorum.Yemek sonrası, bu yörenin geleneksel tatlısı “künefe” yiyoruz. Küçük bir şehrin, akşam sakinliği dikkatimi çekiyor.Sokaklarda yoğunluk yok.Odamızın arkasındaki geniş yatağı içerisinde Göksu nehri tükenmiş, sakin akıyor.Pamfilia’dan geçip Kilikia topraklarındayız bu akşam.


05.09.2009 (SİLİFKE -


Sabah otelde yaptığımız kahvaltıdan sonra, bir markette gördüğüm kaya koruğu turşusundan bir kavanoz aldım. Yıllar önce, Göçek adalarında tanışmış, bu gezimde de, Ayvalık Cunda Adasında bir kilo kadar toplayıp, hemen turşu yapmıştım.Silifke’den ayrılırken;uslu uslu akan Göksu nehrine , aracı park ederek bir kez daha bakıyorum, hemen arkasındaki tepede yükselen 185 m. yüksekliğinde Helenistik döneme tarihlenen Silifke kalesi de gözüme çarpıyor.Niyetimiz Agia Tekla Kilisesine gitmek.Bol vaktimiz olsa buraya 1.5 km. lik antik yolu yürüyerek gitmek isterdim.Ancak, araçla 5 km.güneye inerek Ag. Tekila önüne geliyoruz.Giriş ücretini (2YTL/kişi) ödedikten sonra görevli kadın bir anahtar veriyor, ”ben ışıkları açıyorum, siz kapıyı açıp girin.” Diyor.Self servis bir ziyaret olacak anlaşılan.Kapıyı açıyor ve sütunlar ve köprülerin güven verdiği bir mağara –kiliseye giriyoruz.Ag.Tekla, Hristiyanlığı yaymaya çalışan bir azize.Konya’da gördüğü baskılardan kaçıp, Silifke’de bu mağarada yaşamış.Mağaranın içerisindeki inziva odası dikkatimi çekiyor, inancın nelere kadir olduğunu anlıyorum.Kutsal sayılan bu alanda her 13-14 tarihinde anma töreni yapılıyor.Bizans döneminde sarnıç ve hamam eklenmiş.

Silifke’yi detaylı gezemeden ayrılmanın bilinci ile Mersin’e doğru yola çıkıyoruz.20 km.sonra işaretleri izleyerek Cennet ve Cehennem’e geliyoruz.Ben, önce Cehennemi merak ediyorum nedense!120 metre derinliğindeki çukura, isteyerek inmek mümkün değil ! Herhalde bir kaza neticesi, bir daha çıkamamak üzere düşer insan olur korusun.3. jeolojik çağda oluşmuş insafsız bir obruk burası.Kimse girmeye niyetlenmesin diye her tarafını sıkıca çevirmişler.

Açıkçası cehenneme girmek pek hoş değil.75 m. ilerideki cennet önüne geliyoruz.Cennet ve cehennem için tek bilet kesiliyor girişte.Sanki, seç beğen der gibi.250 m. uzunluk, 110 m. genişliğinde bir obruk.452 basamağı inerken yoruluyor insan, nasıl çıkacağını düşünerek.452 basamağın bittiği an karşımıza 5.y.y’da yapılmış Zeus tapınağının önüne geliyoruz.19.y.y’da cami olarak kullanılan bu yapıya ibadet amacıyla 452 basamak çıkmak derin bir iman gerektiriyor olsa gerek.Aslında bu obruğun en ilginç yeri buradan itibaren başlıyor.265 m. boyunca uzayıp giden, devasa taş bloklardan oluşan merdivenleri izleyip, yukarıdan damlayan su ile buz pistine dönmüş rotada kayıp düşmeden inmeyi başaranların, ürpertici yer altı deresi sularının seslerini duyduklarını biliyorum.Ancak, ayağımdaki sandaletlerle 120 m. kadar gidebiliyorum, ilerisini gözüm kesmiyor.Kayıp düşmekten, dolayısı ile fotoğraf makinemin hasar görmesinden korkuyorum, tabi bir de Zeus kilisesinin yanından geri dönen eşimi de, bekletip meraklandırmak istemiyorum.Bastıran sıcak ve rutubetin yoğun olduğu ortamda kelimenin tam anlamıyla tüm vücudumdan terler fışkırarak 452 basamağı tırmanarak, çay bahçesinde bekleyen eşimin yanına geliyorum, yaklaşık bir saat terliyorum.Anladım ki, cehenneme gitmek, cennete gitmekten daha kolaymış ! 2 YTL gibi bir bedelle çok şeyler öğrendim bugün.Mersin’e gidiyoruz. Erdemli neredeyse, tam orta yol. Çok hoş yerleşimlerden, beldelerden, binalardan geçiyoruz. Kumburgaz’dan çok daha derli toplu olduğu halde, buraların Doğu ve Güneydoğu halkının yazlık mekanlarının yoğunlaştığı yerler olması bana Kumburgaz’ı anımsattı.Kız kalesi’ni görünce park etmek istiyorum.Bir anda 4-5 genç birden koşuyor aracımıza.Parkın görevlileri bunlar anlaşılan.Denize bakıyorum.Kum gibi, insan kaynıyor, oto-park neredeyse dolu.Ben , nefes alabileceğim, sakin bir köşe arıyor ve 150 m. sonra buluyorum.Bomboş bir arazi, üstelik Korykos kale duvarlarının hemen yanında, bomboş.Bir kaç genç kız, üzerlerinde bikinileri ile ağaçların gölgesinde sohbet ediyorlar.İnsanların neden , hep yan yana, iç içe olmak istemelerini anlayamam ben.Kız kalesi sağımda, Korykos kalesi hemen solumda.Kızkalesi 200 m. ileride, kara ile arasında yüzen insan başlarından oluşan bir köprü oluşmuş.Her iki kale de, Korykos şehrinin , işlek limanlarını korumak amacıyla inşa edilmiş.Tam 35 yıl önce, liseyi bitirdiğimiz yıl, okul gezisi ile buralara gelmiş ve kıyıdan Kız kalesine kadar yüzmüştüm.Bu gün ; gördüğüm kalabalıktan mı, yoksa performans düşüklüğü endişemden mi bilemem, hiç aklıma gelmedi Kız kalesine kadar yüzmek.

Korykos kenti geniş bir alana yayılmış durumda.Rehber kitabımda yer alan Çatıören ve İmirzili ören yerlerini görmek istiyoruz. İçinden geçtiğimiz Elaeusa Sebaste kentine ait kalıntılarını, dönüşte görmek niyetiyle, gittikçe bozulan, neredeyse bir tarlaya dönen yolda, 6 km. ilerliyoruz. Ortalıkta ne bir köy, ne de bir yerleşim var.Bir motosikleti ite kaka götüren, kah motosikletin taşıdığı, kah onların motosikleti taşıdığı iki çocuğun önünde toz-duman içinde antik duvarları görmeye başladığımız noktada araçtan iniyoruz.Belli ki;henüz hiçbir arkeolojik veya envanter çalışması yapılmamış, Olba Krallığına bağlı bu antik yerleşimde.Çalıların arasından aşağı iniyor ve yerlere saçılmış mermer sütunlar, kemerler arasında, kertenkelelerin ürkek bakışları arasında dolaşıyorum.Korykos ve Olba Krallıkları sanırım 4. y.y’a tarihlenen Ermeni Krallıkları.Geriye dönerken, Ayaş köyünün tarih içindeki yaşamına tanık oluyoruz.Yol boyunca kaya lahitler, sütunlar arasından ilerleyerek, Elaeusa/Sebaste antik kenti kalıntılarının yanında park ediyoruz.Arkeolojik çalışmalar devam ediyor, bu nedenle aşağıdaki Roma tapınağı kalıntılarına girmek yasak, biz yukarıdaki antik tiyatroya giriyoruz.İ.Ö 2.y.y’da kurulduğu tahmin ediliyor bu şehrin.

Sırada Kanlıdivane var.Mersin’e 50 km. kala, sarı levhayı takip ederek içeri giriyoruz.4 km. sonra, kırmızı bantla kapatılmış yolun yanındaki gişenin önünde duruyoruz.Gişe görevlisi pek kimsenin uğramayışından olsa gerek, sıcaktan uyukladığı için, bilet almadan giren olmasın diye yolu kapatmış anlaşılan.İ.Ö 3. y.y’a tarihlenen ; antik adı Neapolis olan bu Olba Krallığının kutsal alanı da bir obruğun çevresinde kurulmuş.Bazilikalar, sarnıçlar, mezarlar, caddeler obruk etrafında dizilmişler.Helenistik kulenin haricinde, görülebilenler Roma ve Bizans dönemlerine ait.Kanlıdivane adının, Roma döneminde suç işleyenlerin obruğa atılarak vahşi hayvanlara parçalatılmasından geldiği tahmin ediliyor.200 m. kuzey-doğudaki Alba mezar anıtı, kentin ihtişamına gönderme yapıyor.


Mersin’e giriyoruz.Büyük şehre girişin işaretleri, 30-40 km. kala başlıyor.Devasa bloklar, parklar, nitelikli oteller, merkeze yaklaştıkça artan trafik, içimde sıkıntı yaratmaya başlıyor. Eşim kalabalıktan kaçtığımı bildiği için, bana sakin olmamı, gezi öncesi not aldığımız Mersin’de meşhur Özkan Tantuni’ye gideceğimizi hatırlatıyor.Allahtan arabayı, şehir merkezinde bulduğumuz bir oto parka bırakıyoruz.Aradığımız adresi sora sora bulup oturuyoruz.Garson, tantuni olmadığını söyleyince uyanıyorum.Biz Özkan tantuni arıyorduk, buraya girerken S.Özkan tabelasını görmüştüm.Neyse, birer şalgam suyu içip, aramaya devam ediyor, sonunda buluyoruz.Tantuni doğu Akdeniz menşeli ve İstanbul’da son zamanlarda pek popüler.Sırada, yapılacaklar ( ! ) listesindeki Dondurmacı Halil var, cezeriye için. Az önce önünden geçtiğimiz için rahat buluyoruz.Resmen kuyruk var burada.Üç paket cezeriye ve dondurma alıp, kasada yine kuyruğa giriyor ve yarım saatten fazla kalıyoruz burada.Bu arada ;bu geceyi Mersin’de geçirme programını iptal ederek Adana’ya devam kararı alıyoruz. Oto yolda rahat ama, çevreyi incelemeye imkan vermeyen bir tempo içerisinde Adana’ya yaklaşıyoruz.Gaziantep’e kadar uzanan otoban’dan ayılıp Adana’ya giriyoruz.Korkunç bir trafik ve kaos içinde buluyoruz kendimizi.Kenara çekerek, bir otel yeri sormak bile mümkün değil.Adana’nın bıçkın sürücüleri, ısrarlı kornaları ile imkan vermiyorlar.Bir ara trafik polisine otellerin yoğun olduğu caddeyi soruyorum.Tarif ettiği caddeye ışıklarda dura kalka gidiyoruz.Sanki Halaskargazi caddesindeyiz.Her yanımız slalom yapan araçlarla dolu. Adana’yı da ıskalayıp, sakin olduğuna inandığımız Yumurtalık’a devam kararı alıyoruz.Adana’dan hafızamızda, otel arama telaşı içerisinde gözümüze takılan , Seyhan baraj gölü ile kıyısındaki Sabancı Camii kalıyor.Adana’dan otoyol levhalarını bulup, Ceyhan yönünde ilerliyor , Yumurtalık ayrımından içerilere , daha doğrusu Akdeniz’e doğru devam ediyoruz.Yumurtalık 37 km. ileride. Hava kararmaya başlıyor, sağımızda, solumuzda uzanan pamuk tarlalarının beyazlığı kayboluyor yavaş yavaş. Denizin önünde uzanan cadde üzerinde Öztur otelde oda buluyor, (40 YTL) eşyaları bırakarak öz-hakiki Adana kebap yemek üzere otel restoranına iniyoruz. Gün boyu, antik kentleri gezmek, araç kullanmak oldukça yordu bizi uykuya teslim oluyoruz.

06.09.2007 ( YUMURTALIK - ANTAKYA )


Yumurtalık (antik adıyla Ayas) Adana ve Ceyhan’ın sayfiye kenti.Aegeia antik kenti kalıntılarının bir kısmı, kaymakamlık binası bahçesinde, bir kısmı kıyıdan 200m. ilerideki küçük adacık üzerinde, bazıları da benim görüp fotoğrafladığım gibi ; sahilde, kah denizin içinde, kah kumların arasında.

Yumurtalık; civarında yer alan enerji –petrol tesislerine rağmen, hiç de sayfiye ve dinlenme yeri olduğunu unutmamış, denizin içine uzanan Ayas kalesi ve etrafındaki balıkçın tekneleri ile sessiz bir izlenim yarattı bende.Her yerde gözümüze çarpan “bicibici” tatlısı reklamlarından etkileniyor ve bir pastaneye girerek “bicibici” istiyoruz.Adamcağız, dükkandaki paravanın arkasında epey uğraşıyor, elinde kırmızı buz parçaları ile dolu bir kaseyi uzatıyor önümüze.Buz parçalarının üzerine, gül suyu aromalı kırmızı sıvı dökülmüş, buz parçacıklarının altında da mişastalı küçück tatlı parçacıklar var.Merakımızı giderecek kadar yedikten sonra kalkıyor ve Antakya’ya varmak üzere yola çıkıyoruz.Bu arada, sarı levhaları izleyip 20 km. ileride Kurtkulağı beldesindeki Kurtkulağı kervansarayını ziyaret ediyoruz.Tabii, restorasyon kültüründen uzak gerçekleştirilen bir eski eserin daha ne hale getirildiğini üzüntü ile izleyerek.Erzin’i geçip Dörtyol’a doğru devam ederken, hep merak ettiğim, Anadolu tarihinin seyrin değiştiren bir olayın gerçekleştiği İssos’a geliyoruz.Pers Kralı Darius, Makedon Kralı Büyük İskender’in Anadolu’yu bir baştan bir başa ele geçirerek ilerleyişi karşısında devamlı geri çekilmektedir.İ.Ö 553 yılında, burada Büyük İskender’in ilerleyişini durdurmak için, tüm ordularını toplayıp savaş düzeni almış.Ancak, binlerce kişilik ordusuyla İskender, çığ gibi Darius’un ordularının içine dalmış ve dağıtmış, ordusunun dağılması üzerine Darius geri çekilmiş.Bu olay dünya tarihini bile etkilemiştir.Şöyleki;bu zafer Anadolu’da Pers istilasına son vererek, dünya kültürünü çok etkileyen Helen döneminin başlamasına neden olmuştur.İssos’dan günümüze sadece Roma su kemerleri kalmış.Bunları düşünürken, kulaklarıma; binlerce askerin kılıç sesleri, uğultuları mı geldi, ben mi yanıldım bilmem ? Ama, zaman tüneline girip, Deliçay kenarında bir ağaç gölgesinde 2500 yıl önceki bu kapışmayı izlemeyi çok isterdim. Payas, tarihi ipek yolu üzerinde bulunduğu için, önemli konaklama yeri imiş. Günümüze, Sokollu Mehmet Paşa Kervansarayı ve vakfı hala gösterişli. Bağlı olduğu Antakya ilinden çok daha büyük, ama o ölçüde de, kirli bir endüstri ve liman kenti olan İskenderun, ismini Büyük İskender’den almış, Amanos Dağlarına doğru tırmanan geniş otobandan , harika panoramalar eşliğinde ilerliyoruz.Sonunda Habib Neccar Dağlarının eteklerinde, Roma İmparatorluğunun en önemli şehirlerinden olmuş Antakya’ya giriyoruz.İ.Ö 4. yy’da Suriye kralı 1. Seleukos kuruyor ve babası Antiochos ismi de bu çok kültürlü kentin ismi oluyor.Asi nehrinin böylesine tembelleşmediği dönemlerde, gemiler denizden 29 km. içerilere girerek, ticaret hayatını zirvede tutuyordu. Antakya’nın tarihi çok zengin.1938’de emperyal güçlerin hesapları neticesi bağımsız devlet bile oluyor.Hızımız kesilmeden, Samandağ yoluna girip, Saint Simon manastırının bulunduğu 479 m. yükseklikteki tepeye tırmanan 18 km.yolu aşarak manastır önündeki küçük alanda park ediyoruz.

6. yy’da St.Simon adına yaptırılan manastırın bulunduğu tepeden bu coğrafya çok güzel görünüyor, bir de, az aşağıda, bu mevsimde tam kıvamında olan böğürtlenler çok lezzetli. Antakya’nın bağımsız devlet olduğu kısacık dönemde idari merkez olan Harbiye’ye gidiyoruz sonra. Roma Döneminde zenginlerin sefahat merkezi olan Harbiye, defne ağaçları ve dereler arasında rakı tutkunlarının gönlünü yapmaya devam ediyor.Suriye ile sınır komşusu olan Antakya, bu ülkeden gelenlerin ticaret ve konak yeri. İncelediğim otellerin büyük kısmı, bu kitle ihtiyacına göre yapılmış. Büyük Antakya otelinde kalmaya karar veriyoruz.Eşyalarımızı ve aracımızı bırakıp, belediye otobüsüne binerek Saint Pierre Manastırına çıkıyoruz.Hristiyanların ilk toplanma yerlerinden biri olarak bilinen, İ.S29-30 yıllarında inşa edilmiş ve Papa 6. Paul tarafından Hristiyanlar için hac yeri olarak ilan edilen bu manastırın zemininde bulunan mozaikler ilginç.Yoğun olarak Hristiyan hacıların 29 Haziran’da geldiği bu hac yerinin çevresindeki dağınıklık iyi izlenimler bırakmıyor.Manastırın bahçesinde biraz oturup, esen rüzgarda yüzyıllar öncesinin, inanç ekseninde esen uğultulu fırtınalarını dinlemeye, pagan Romalı’ların, Hristiyanlara, daha sonra Hristiyanların Müslümanlara, daha sonra Müslümanların , farklı mezheplere uyguladıkları şiddeti hatırlayıp, düşüncelere dalıyorum.Eşim uyarıyor;

”Antakya’nın geleneksel yemeklerini yiyelim.”Ben de dindarların birbirlerini yemelerinin nedenlerini düşünmeyi sonraya bırakıp, oruk, aşur, semirsek, kağıt kebabı ve künefe yemek için manastırdan Kurtuluş caddesi boyunca yürüyerek, Antakya’nın taş döşeli dar sokaklarında, şimdi garibanlara mesken olmuş eski, harika evleri ile Ulu Camii, Habib Neccar Cami, Süveyka Camilerini ziyaret ederek, İstiklal caddesi üzerindeki Hatay Sultan Sofrası’na giriyoruz. Garsonlar, sanki müşteri değil misafir ağırlarmış gibi, zengin Hatay mutfağının ürünlerini tanıtıp, tattırabilme gayreti içerisindeler. Öyle ki;giderek her getirdikleri yemek, doyduğumuz için tatlı bir işkence halini alıyor.Final, yine tadımlık getirdikleri çıtır kabak tatlısı ile geliyor.Hiç de, şok etmeyecek bir fatura ödediğimiz için, daha da mutlu bir şekilde ayrılıyoruz Sultan Sofrasından. Hava karardı, Habib Neccar Dağı eteklerindeki mahallelerin sokaklarındaki ışıklar uzaktan göz kırpıyor, ancak, Hatay mutfağı, Hatay gece gezmesine baskın geliyor, yürümeye üşenip, otelde odamızın balkonundan, bir zamanların asi nehri Asi’nin kirli ve miskin yüzeyine düşen ışık oyunları ile oyalanıyoruz.Yarın izleyeceğimiz güzergahı tesbit etmeye çalışırken kapı çalıyor, oda servisi elinde kocaman bir meyve tabağı ile karşımda.Ah ulan diyorum, şu tabağı, açlıktan kıvrandığımız, Akdeniz güneşi altında kavrulduğumuz anlarda getirmeliydin.


07.09.2007 ( ANTAKYA - İVRİZ - KARAMAN )

Odaya ilk geldiğimde, klimada bir olumsuzluk olduğunu sezmiş, oda servisini çağırmıştım. Kumandayı, çok bilmiş eda ile kurcalamış, “tamam, istediğiniz ısıya ayarladım” diyerek gitmişti. Bütün gece boyu, 15 gün boyunca emdiğimiz güneş ışıklarından, intikam almak istercesine, dondurdu bizi.Ne yaptıysam yola getiremedim hain klimayı.

Otelde hatırı sayılır bir kahvaltıdan sonra, Antakya Mozaik Müzesine gidiyoruz.Bölgenin


tarihsel debdebesi ve zenginliğinin ip uçlarını, sefahat aleminin izlerini buluyorum mozaiklere bakarken.Bir anda ; geniş kalçalı Romalı dilberler, arp , zil sesleri, Dionysos’a şükran naraları arasında kalıyorum.Müze dünyada, ikinci önemli mozaik müzesi sayılıyor. Antakya’yı anlamak için sakin sakin , günlerce halkın içinde kaybolmak gerekecek sanırım.Böylesi demlenmiş bir şehri erken terk ettiğimizin farkındayız.Suriye kültürü ile her gün iç içe olan, geçmişinde pek çok deneyim bulunan bu demlenmiş şehir, sırlarını çabuk vermiyor anlaşılan.Yine de, son kez peynirli künefe yemek için mola veriyor , sonrasında Amanos eteklerinden İskenderun’a doğru yola çıkıyoruz.Amik ovasının bereketini izleyerek ilerliyoruz otobanda.Pozantı’ya kadar rahat yollarda gidiyoruz.Pozantı’dan sonra yoğunluk artıyor.Ağır aksak ilerlediğimiz Niğde yolunda, Ulukışla’dan sağa Konya Ereğli istikametine giriyoruz.Hedefimiz, Ereğliden 21 km ilerideki İvriz kaya anıtı.

İ.Ö 740-710 yıllarında Tuwana ülkesini yöneten kralın, Tanrı Tarhunzas’a şükranlarını anlatan kabartma oldukça iyi durumda.Ne varki;İran’da Şiraz Persepolis’te de Nakş-ı Rüstem veNakş-ı Recep gibi kaya kabartmaları gibi, ülkemizdekiler de, iklim koşullarının tahribatına, erozyonuna açık durumda.Ortamdan izole , cam bir vitrin içine almanın koruma bilimi açısından mahzuru mu var, yoksa ben mi çok sivri düşünüyorum. Ambar Deresinin dizginlendiği İvriz baraj gölün serin sularında yüzebilmeyi düşlüyorum, ama yasak ! Çıplak tepelerin eteklerinde akan dereler boyunca, kavisler çizerek uzanıp giden söğüt ağaçları güzel fotoğraflar oluşturuyor.Karaman’a doğru yola devam ediyoruz, 12 km. kala Yeşildere yoluna giriyor, 25 km. sonra Taşkale’ye giriyoruz.Taşkale’lilerin bir kısmı evlerinin önünde kaldırımlara yayılmış sohbet ediyor, bir kısmı eşeklerin üzerinde, aheste adımlarla, tarlalarından, bahçelerinden dönüyorlar.Yabancı bakışların hedefi olarak, ileride görülen tahıl ambarlarına doğru ilerliyoruz.Yüksek kayaların içinde göz göz oyulmuş, neredeyse 10 katı bulan, tahıl ambarı olarak kullanılan bu serin odalarda, depolanan buğday 8-10 yıl bozulmadan dayanıyor.Bizans döneminde ibadet ve savunma amacıyla kullanılan tahıl ambarları, yıllardır merak ettiğim, görmek istediğim yerlerdi.Kısmet bugüne imiş.Fotoğraf çekerken, hiç hoşuma gitmeyen bir tip yanımda beliriyor.Elinde define, eski eser, kapı gibi objelerin olduğunu söylüyor.Hiç ilgilenmediğimi söylüyorum. Bu kez, akşam kalacak yer bulabileceğini söylüyor.Yapıştı, yanımızdan ayrılmıyor.Araca binip, ileriye devam ederek Manazan mağaralarının önüne geliyoruz 5 km. sonra.Eşim, yukarıdaki patikadan mağaralara tırmanmak istemeyince, araçta kalıyor, ben dik merdivenleri hızla çıkıyorum.Aşağısı, araç küçücük görünüyor Manazan mağaralarının kapısından.Bir motosiklet sesi duyarak aşağı bakıyorum.Üzerinde iki kişi zar-zor seçiliyor, sonra biri kayboluyor.Motosiklet olduğu yerde, aracın etrafında dönüp duruyor.Hemen hızla merdivenleri inmeye başlıyorum.Yolun yarısında, az önceki defineci ile karşılaşıyorum.Fener alıp geldim, mağaraları gezdireyim diyor.5 km. yolu bana mağara gezdirmek için geldiğine inanmak istiyorum, ama altıncı hissim ikaz veriyor.Bugün yorgun olduğumu, yarın buluşup bütün gün beraber buraları gezmek istediğimi söylüyorum, merdivenleri inerken, bir taraftan da bir olumsuz duruma karşı vaziyet alıyorum.Eşim, araç kapılarını kapatmış, bekliyor.Yarın için randevüleşiyoruz definecim ile !! Biraz daha fotoğraf çektikten sonra, bu ıssız yerlerden Taşkale’ye doğru dönüyoruz.Ancak definecinin bu kadar ilgi göstermesinin nedenini merak edip duruyorum.

İlk defa gideceğimiz Karaman’a ister istemez gece gireceğiz.Zira hava kararmaya başladı ve bizim, yaklaşık 50 km. yolumuz var.Devasa tahıl değirmenleri, un fabrikaları, bisküit ve çikolata fabrikaları arasından Karaman’a giriyoruz.Kalınacak derli toplu bir otel arıyoruz.En iyis, bir kasaba oteli standardındaki Nas Otel.Çantaları bırakıp, yemek yiyebileceğimiz temiz bir yer soruyoruz resepsiyona.Tarif ettiği yere gidiyoruz.Üst kat daha sakin olduğu için, ayakkabılarımızı çıkarmak koşulu ile bir şark köşesine misafir ediliyoruz.Sanırım, 20 yıl kadar önce Konya’ya geldiğimizde, yediğimiz etli ekmeği hatırlıyor ve sipariş ediyoruz.Yemek sonrası caddelerde kimseler yok, odamıza çıkıyoruz ve caddelerde (mübalağasız) sabaha kadar, egzostu patlak motosikleti ve radyosu ile Karaman’ı inletircesine dolaşan serserinin yarattığı gürültüyü dinliyoruz. Bir kaç kişi bağırsa da; adam ısrarla devriye gibi dolaşıyor, gökgürültüsü gibi ses çıkaran motoksikleti ile.


08.09.2007 ( KARAMAN - İSTANBUL )


Sabah elbette uykusuz kalkıyoruz.Gezimizin son günü, kısmet olursa bu gece kendi evimizde, kendi yatağımızda yatacağız.Ama; oldukça uzun bir yol var önümüzde.Kahvaltı sonrası, Konya yoluna devam ediyoruz.Çumra ovasındaki Çatalhöyüğü ziyaret edeceğiz.Akdeniz sahillerinden, bu güzergaha girme nedenimizden biri Çatalhöyük.Dün, diğerlerini, Taşkale ve İvriz’i gezdik.Yolumuz uzun olduğu için erken yola çıktık.Çatalhöyük önünde park ettik.Ortalıkta kimseler yok.Seslenince, lojmandan bekçi çıktı ve sabahın köründe nereden geldiniz buralara der gibi baktı.İkişer milyonluk bilet keserek, bizi müzeye aldı.Çatalhöyük’ün kronolojisi , tarihi hakkında detaylı ve pratik bilgiler ile nişlerdeki, ana tanrıça ve küçük objeleri gördükten sonra, bekçinin refakatinde üzeri çatı ile kaplanmış, kazı yerine geldik.Bilinen en eski yerleşimin önünde olmak, garip heyecan verdi bana.9000 yıldır yaşamın olduğu, tahıl tarımının yapıldığıköpek ve sığırların evcilleştirildiği, her katta değişik döneme tarihlenen, en ilginci de; ölen büyüklerini, Güçlü sponsorlar sayesinde, kazıları devam eden Çatalhöyük’te çalışmalar sürecinde, farklı yorumlar, değerlendirmeler de ortaya çıkıyor doğal olarak.Uzun yıllar ara verilen, son yıllarda, dünya kamuoyunun duyduğu Çatalhöyük, Anadolu’nun insanlığın da anayurdu olduğunu , her açılan katları ile haykırmaktadır.

Konya’ya giriyoruz ve durmadan çıkıyoruz.Nasrettin Hoca’nın memleketi Akşehir’den Polatlı yoluna sapıyoruz.Polatlı’ya kadar sakin, tenha ve İç Anadolu’yu en iyi anlatan topraklardan geçiyoruz.Suyun toprağa verdiği canı, örneklerle görüyor, dersler alıyoruz.Derken, Polatlı’ya giriyoruz.Bence, artık gezi bitti.Otobanda görecek, öğrenecek hiçbir olayla karşılaşmadım şimdiye kadar.Otoban magandalarının, yollarda yaptığı slalomlar, sıkıştırmalar dışında tabii.

Teknolojinin hayırlı işlerinden birisi otoyollar.Bana her zaman , mekanik bir yolculuk duygusu verse de, emniyet ve rahatlığını inkar edemem. Otoyol çıkışı , gişeler, 45 dakika kuyruk, 2. köprüye yöneliyorum, sıkışık.Sahi, artık İstanbul’dayız.Bakırköy’e evin önüne park ederken bakıyorum, 4483 km. yol yapmışız 16 günlük gezi süresince.

Çadırlı, Zodyak botlu , pansiyonlu, tozlu, topraklı, en çok da, öğrenmeye, bilgi tazelemeye dönük bir gezi oldu sanırım.

Kısmet olursa ilk fırsatta, Karadeniz kıyılarını da, karış karış gezmek arzusundayım.

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..