Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Mart '12

 
Kategori
Anılar
 

Anadolu'nun özü

Anadolu'nun özü
 

“Yemek hazırlanana kadar tarlaya gidin, mısır toplamaya…

Şimdi en güzel zamanları, sonra karta kaçar” diyor Fatma Teyze sönmeye yüz tutmuş ocağa odun sürerken  .

Elleri isli, yüzü ateşin sıcağından al al , başıyla işaret ederek

“Hadi Bayram. Bir koşu gidip gelin. Bakın şurada da çuvallar..”

Fatma Teyze’ nin gözlerini takip eden gelini, hemen gösterdiği yere yönelip çuvalları getiriyor eşi Bayram’ a.

Bayram ,  Fatma Teyze’ nin tek oğlu.

Beş kızı var gerçi ama oğlu başka.. Vefat eden iki eniştesinin ardından yeğenlerini askere göndermeler, evlendirmeler hep Bayram’ ın üzerinde. Babası vefat etti geçen sene . O yoğun hastane günlerinde kaşık kaşık besledi babasını. Şimdi ailenin babası O yani Bayram.

İlk eşi şofbenden zehirlenmiş. İki yaşında oğlu ve altı aylık kızıyla kalakalmış Bayram. Şimdi kızı da oğlu da lisede…

Yeni eşinden dört yaşında bir oğlu var. Eşi gözlerinin içine bakıyor Bayram’ın.

 O da konuşmadan sadece gözleriyle yönetiyor her şeyi. Bazen hırçın dalgalara, bazen bin kahkahaya bedel bakışlar…

“Hadi gecikmeyin” diyor Fatma Teyze çömeldiği ocak önünden doğrularak.

Bayram önde biz arkada yola çıktığımızda güneş batmaya yüz tutmuştu bile. Tek katlı bahçeli evlerin arasından toprak yoldan geçerek caddeye vardık. Caddenin karşısında başlayan meyve bahçelerinin arasından Fatma Teyzelerin bahçesine ulaşacağız.
“Aman dikkatlice yürüyün. Bu sabah sulandı bahçeler” diyor Bayram’ ın kardeşi Hacer.

Bahçelerin sınırını tayin eden tümseklerin üzerinden dikkatlice yürüyoruz.

Güneş kızıl giysilerine bürünmüş. Bakmaktan gözümü alamıyorum.

Köpek sesleriyle irkiliyorum. Birkaç yerden birden karşımıza çıkınca kalbim çarpıyor korkudan.

“Kaçmayın bir şey yapmazlar” diyor Bayram.

Yaklaşanları sadece elleriyle “Gidin buradan” diyerek sakince kovalıyor. Şaşırıyorum.

Tümseklerin üzerinden zar zor yürürken sağlı sollu bahçelerdeki meyve dalları önümü kapatıyor. Ha düştüm, ha düşeceğim… Neredeyse gözüme girecek dallardan eğilerek koruyorum kendimi. O anlardan birinde burnumun dibine kadar gelmiş olgun şeftaliye elimi uzatmaktan da kendimi alamıyorum.

“Hayır almayın” sesiyle irkiliyorum. “Neden” der gibi yüzüne bakıyorum Bayram’ ın, biraz kırgın biraz utanmış.

“Onlar bizim değil, bizim ki az ileride oradan alın”

Hiç kimsenin olmadığı, inin cinin top oynadığı bu bahçede bir süre sonra yere düşüp çürüyecek bir meyveyi koparmaktan alıkoyan nasıl bir derinlikti? Kim nasıl yetiştirir bu güzel fikri hangi can suyuyla?

Onca kitap okusan, onca görmüşlüğün olsa, senin olmayana el uzatmama fikrinin beynine işlemesini sağlayabilir misin?

“Neden koparmıyoruz” diye sorarken, söyleyeceklerini tahmin etsem de ondan duymak istiyorum.

“Biz böyle gördük atalarımızdan… Korkarım… Anamın babamın ilk öğrettiği… Az dayak yemedim bu yüzden.Çocukluk işte..” gülüyor Bayram. İlk defa güldüğünü fark ediyorum.

Kız kardeşi Hacer’ e gözüyle işaret yapıyor. İstemsiz bir şekilde o tarafa bakıyorum. Başındaki yazma kaymış Hacer’ in. Hafiften saç telleri gözükmüş. Kadının eli hemen saçına gidiyor ani hareketlerle çıkan telleri düzeltip yazmanın düğümünü sıkılaştırıyor.

Karanlık basıyor yavaş yavaş. Birazdan göz gözü görmeyecek. Mısır tarlasına geldik. Bir tümseğe tünemiş bekliyorum. Bayram da bizi köpeklerden korumak için tarlanın kenarında. Hacer  ve diğerleri neredeyse bir buçuk insan boyunda mısırların içine süzüldüler. Kayboldular tarlanın içinde. Arada bir ses de vermeseler varlıklarından şüphe duyacağım. Çuvallar dolu dolu çıkıyorlar tarladan.

Evin yolunu tutuyoruz. Daha eve varmadan bizi ızgara et ve yeni pişmiş sac ekmeği kokuları karşılıyor. Çok acıktığımı fark ediyorum.

Vardığımızda bahçe ışıkları açılmış. Ateş böcekleri bir melodi tutturmuş, arılar sofrada bizden önce yer kapma telaşında. Çardağın altında bir sini, kapı önündeki balkonda bir sini… Hemen oradaki bostandan toplanan domates, salatalık, biber ve yeşilliklerden hazırlanmış salata, ağaçlardan toplanmış şeftali, kayısı ve erik sofradaki yerlerini almış. Yorgun bedenlerimize can verecek tüm hazırlıklar yapılmış.

“Elmanın olmasına bir ay var daha, şu şeftaliler hurma şeftalisi” diye uzatan Fatma Teyze ha bire bir şeyler ikram etme telaşında bizlere.  Dikkat ediyorum kendisi bir lokma yemiyor

“Sen hiçbir şey yemedin ama” diyorum.”Yok yavrum ben yedim” diyor.

 “Annemiz mutlu olur misafirleri yiyince” diyor çocukları. Yemekten sonra çay faslına geçiliyor.

Sohbet gittikçe koyulaşıyor.

Semaverden yansıyan ışıklar yüzüne kadim zamanlardan bir masalcı kimliği kazandırıyor Hacer’ in.

Atlas yorgana(gökyüzü) yükselen bir masal kahramanıyım şimdi.

 

 

Bu gün sabaha gidiyorum aklım.

Arabadayım:

“Kuş cenneti eski güzelliğini kaybetmiş ”  diyor Bora, ara ara kuşların havalanıp aşağılara süzüldüğü gri tonların hakim olduğu yeşilliği göstererek,

gözlerimin önünden öbek öbek kuş sürüleri geçiyor..

Sadece hayvanat bahçesinde gördüğüm

rosa rengi flamingolar, pembe ya da parlak beyaz tüyleriyle ak pelikanlar ve turnalar…

Turna sürüsü sazlığa o kadar yakın uçuyor ki kanatları ara ara suya girip çıkıyor… Havayı su damlalarından pırıltılarla süslüyorlar.

Rene Aubry in Salento melodisi kulaklarımda,  gönlüm sazlıkta , rotam başka yönde ilerliyorum.

Yol boyunca elma bahçeleri…

Bahçelerin bitiminde genelde tek katlı evler başlıyor.

İlçeyi arkamızda bırakıp şelaleye doğru yol alıyoruz

“Dönüşte annemlere uğrarız” diyor Hacer.

Canım sıkılıyor. Tanımadığım, hiçbir paylaşımım olmadığı insanlar… Gitmek istemiyorum.

Belki zaman kalmaz da uğramayız” diye düşünüp kendimi avutuyorum.

Şelaledeyken, telefon üstüne telefon, “Neredesiniz?” “Ne zaman geleceksiniz?”

Uğramak şart oldu artık!

Dönüşte ilçenin içine kıvrılıyoruz.

Arabayı bakkalın hemen yanına park ediyoruz. Önünde çeşitli futbol takımlarının renkleri olan rüzgâr gülleri, futbol topları, çeşitli oyuncaklar… Çocukların bu yaz annelerinin eteklerinden çekiştirerek isteyecekleri her şey…

Bakkalın karşısındaki virane evin duvarında  “En büyük asker bizim asker” “Seni Seviyorum Adnan” yazıları…

“Hacer, senin oğlun değil mi bu? Konuştuğu biri mi var?”

“Hayır” der gibi başını sallıyor Hacer gülerek, iki çizgi oluyor masmavi gözleri.

Kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyorum “Ne yani kendi kendine yazmadı ya bu çocuk”..:)

Yazıların olduğu duvarın yanından çıkmaz sokağa giriyoruz.

Sokağın bitimindeki evin bahçesinde bizi bekliyorlar, her birinin yüzünde gülümseme, gözleri mutluluk dolu. Duygular bulaşıcı…Benim de dudaklarımda bir tebessüm… Kadınlar hemen sarılıp öpüyor, erkekler başlarıyla selam veriyorlar.

Fatma Teyze’ nin bütün çocukları yazları burada toplanıyor. Diğer şehirlerden, civar köylerden gelenler var. Hepsi bu avlunun dışında bırakmış gamı, kederi…

Yüzlerde dinginlik ve huzur okunuyor.

Bunun bir formülü var mı? 

Eski zamanların imece ruhu var hala bu ailede. Kadınlar sakin sessiz.. Konuşma haklarını erkeklere bırakmışlar asırlar önce.. Erkekler kendinden emin yürüyorlar, sesleri cesur çıkıyor. Sadece analarının konuşmaya hakkı var sanki.

Yaşlandıkça lal olmuş dili çözülmüş Fatma Ana’ nın. O artık Tanrıça Kibele, saygı duyulan hayranlık uyandıran…

Motorun sesiyle irkiliyorum. Tam avlunun ortasına park ediyor Adnan motorunu. Babası öldüğünden beri Fatma Teyzeyle yaşıyor Adnan diğer kardeşi Yusuf’ la birlikte.

O gök rengi gözleri olan kara yağız bir genç.  Yeni motor almış kendine,  arada bir ortalığı tozutuyor motoruyla… Çıkan tozdan herkes nasibini alıyor… Çok geçmeden delikanlı  hedefi oluyor sert bakışların…

“Ah oğlum” diyor Fatma Nine torununa “Yine yaptın yapacağını”..!

İstenmiyor motoru Adnan’ ın.

Fatma Teyze kazanda mısır kaynatıyor. Ateşi besliyor bir yandan da kümelenmiş odun yığınından. Arada bir dizlerini tutarak çömeldiği yerden doğruluyor, oflama sesi çıkıyor dudaklarından …. Belli ki vücudu ağrımış.

Bu odun karasına bezenmiş kazan zamanında da bir çok acılı, neşeli an' a tanıklık etmiş asırlık bir çınar gibi.

 “Mısırlar birazdan olur” diyor elini isli bir beze silerken Fatma Teyze. Kocaman kazanın yanında ufacık, alnında ter damlaları birikmiş, gözlerinin kenarı kırış kırış, yine de bize takılı kalan bakışlarıyla sıcacık sarıp sarmalayan bir kadın…

O ufak tefek Fatma Nine çevresindeki gençlere taş çıkartırcasına kıvrak ve hareketli…

Kimsenin işini beğenmiyor, bakışlarından, belli belirsiz dudak büküşlerinden anlaşılıyor…Arada sessizce bir şeyler buyuruyor çevresindekilere….Başlar onun yanında saygıdan eğik, mutlu etmek için gözlerinin içine bakıyorlar, babalarından onlara kalan kıymetli emanete…

Bu kadından etkileniyorum. Çevresindekilerin sevgisini, saygısını nasıl kazandığını merak ediyorum. Yalnız kalmak istiyorum onunla. Bir fırsatını kolluyorum. Sanki ondan tılsımlı bir söz, nakışlar arasına gizlenmiş eski zamanlardan bir gizem bulacağım.

Evin balkonunda yere serilmiş kilim ve gelişi güzel atılmış minderler üzerinde komşular, akrabalar… Aralarından kayıp duvarın en köşesine kıvrılıyorum, her an gidecekmişim gibi sırt çantama sarınmış oturuyorum. Rüzgar çıkıyor…Yaprakların sesi…Gece kuşlarının ötüşleri…Köpek ulumaları….. İyice yerleşiyorum olduğum yere. Üşüyorum. Ellerimi ısıtmaya çalışıyorum ovalayarak… “Ağustos sonunda bizim buralar serin olur böyle”  diyor Fatma Teyze .Bir göz işaretiyle kızlarına battaniye getirtiyor, sarınıyorum.

 “Kızım içeri girseydin, çok üşüdün” diyor Fatma Teyze .

Evin ağırca demirden kapısını var gücümüzle itiyoruz. 

Önce ben ve Fatma Teyze, sonra diğerleri ardı ardına yerdeki minderlerde yerimizi alıyoruz .

O sessizlik, sakinlik, sinmişlik yok burada.

Evlerin içi, erkekler olmadığında kadınların mekanı.  Kahkahalar alabildiğince içten, kimse gülmekten, konuşmaktan kaçınmıyor .

 “Teyzem ne güzelsin sen” diyorum sarılarak

“Aman ben de güzellik mi kaldı” diyor hafif bir tebessümle…

“Ne canlar yakmışsındır zamanında”

 “Çok istediler gerçi” eşarbının köşesiyle dudaklarını kapatarak, gülüyor . Utanıyor belli ki ..

 “Ah bu Hacer neden daha önce getirmedi sizi” diyor Fatma Teyze.

 “Ali Amca sana çok düşkünmüş… Şimdi böyleysen Allah bilir o zaman  nasıldın. Nasıl onca süre evli kaldınız Fatma Teyze, bak şimdikiler bu gün evlenip yarın ayrılıyorlar.” diyorum.

“Kızım ben konuştuysam o sustu, o konuştuysa ben sustum. Kötü günlerimiz de oldu ama çok şükür birbirimizi hiç kırmadık” diyor. Yıldız yağmuru yağıyor gözlerine ışıl ışıl.

Konuşuyor, konuştukça açılıyor. Kahkahalar çınlatıyor tek katlı badanalı evi.

Şimdi on yedilik zamanlarında Fatma Teyzem, şaşırıyorlar çevresindekiler onu böyle görünce. Kah oradan, kah buradan devam ediyoruz sohbete…Ali Amca’nın  onu nasıl defalarca yürütüp izlediğini, beliklerinin bellerine indiğini,  eşinin onu çok kıskandığını gururlanarak anlatıyor.

 

 

Elime uzatılan çay bardağıyla irkildim. Tekrar atlas yorgandan(gökyüzünden) inip balkondaki yerimi aldım.

Semaverden yansıyan ışık hala Hacer’ in yüzündeydi

Ve

Toroslar’ ın bu sevimli ilçesindeki  güzel sohbet  “Anadolu’nun Özü” devam ediyordu.

 
Toplam blog
: 58
: 484
Kayıt tarihi
: 04.01.12
 
 

Kendinin farkında olmakla başlar herşey.  Akar giderken birşeyler insan tutunmak ister hayata. Bu..