Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

AYFER AYTAÇ GAZETECİ YAZAR

http://blog.milliyet.com.tr/ayferaytac

15 Temmuz '19

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Ankara'dan Çankırı'ya

 
Yeniden Ankara'da olmak güzel bir duyguydu. Otobüsümüzün harekete hazır olduğu anonsla duyuruldu. Yerlerimize kurulduk, kaptanımızın dikkatli direksiyon kullanımıyla otogardan ayrılıp Ankara'dan Çankırı'ya doğru yola koyulduk. 
 
Ankara'yı ilk gördüğüm günden beri severim. Kimi zaman sevinçten kanatlanarak, kimi zaman da sürünerek geldiklerim oldu Ankara'ya. Ankara'nın yeri bir başkadır benim için sanki geçmişle geleceği aynı zamanda ve mekanda barındırır. Anadolu'dur Ankara, güzel memleketimin, çilekeş insanlarının gönül bağıdır... Görebilen gözlere çok şey anlatır Ankara...
 
Of, aman. Hislenip huzursuz olmayacağım. Ankara'nın gündemine dalmayacağım. Dedemin dünlerini de anmayacağım. Zaten yok, yoksulluk yıllarıymış Cumhuriyet öncesi, dedemin gençliği dönemlerinin Ankara'sı. Zor buldukları bir bardak çaya bile katacak şekerleri yokmuş, kuru üzümle tatlandırma yaparlarmış. Çavdar bitkisinden yaptıkları bazlama ekmeğine katık bulamadıklarından, koruk üzümü taşla ezerek lokmalarını bandırır, öğünlerinde yemek niyetine  yerlermiş. Çavdar bulamayan, atına verdiği arpayla kendi karnını da doyururmuş. O günlerden bugünlere nasıl gelinmiş, tarih kitapları dermiş.
 
Günümüzde Ankara yine garip; parasız garipler bir yana, eş-dost garibi dolu her bir kıyısı, köşesi. Candan seveni, zorluğunda koşuşturanı yoksa, yok demektir insanın kimi kimsesi. 
 
Bakın etrafınıza, birbirinden uzak, birbirine yabancı insanlar gün boyu büyük caddeler arasında, yüksek binalarla çevrili ortamlarda. Ankara tıkış tıkış, kalabalıkların koşuşturduğu, çoğunluğun sevgi açlığı çektiği Mahsun ve yorgun, kocaman ve kocamış bir şehir. 
 
Hangi şehrimiz öyle değil ki? İçinde heybetli binaların olduğu, her türlü imkanın var olduğu, bazıları için milyonların kasalara dolduğu şehirlerde yaşıyoruz. Lakin pek çoğumuz sevgi susuzluğu içinde kuruyoruz. Çorak toprak misaliyiz. İnsanlar olarak birbirimize sevgimiz olmadığı için varlık içinde yokluklar yaşıyoruz. Belki de en rahat zamanlarımız. Dedelerimizin çektiği zorluğun, yokluğun binde birini bile görmüyoruz. Ama yine de mutlu bakmıyor gözlerimiz, görünmeyen eksiklerimiz var, hızla çoğalan garipliklerimiz gitmiyor. Yoksunluğumuz bitmiyor. Sürekli olarak içimizde zıtların uçurumunu yaşıyoruz. Suçu kendimizde aramıyor, başkalarına atarak rahatlamaya çalışıyoruz. Oysa sadece nefsimizi kandırıyoruz. Köklerimizden hızla uzaklaştığımız, hakikate kör baktığımız hayat bizi boğuyor. Biz insanlar imkanlar içinde imkansızlıklar yaşıyoruz. 
 
Geçmişte iki elbisesi varmış analarımızın, babalarımızın. Günlük birini, bayramlık, düğünlük diğerini giyerlermiş. Lakin günleri huzurla, şâd olarak geçermiş. Ya günümüzde? Çoğunluk çaput fabrikatörü gibiler, her gün üzerlerinde çeşit çeşit giysiler. Kadın, erkek şık giyiniyorlar, takıp takıştırıyorlar, sürüp sürüştürüyorlar. Fakat huzura takatsızlar, rahat olamıyorlar. Bu durumda insanoğlu kendine de, birbirine de yabancı. Hem de yalancı. Çünkü değişmiyorlar, yenilenmiyorlar. Bu şekil yaşantıyla vakitlerinin güzel geçtiğini sanıp kendilerini kendi yalanlarıyla kandırıyorlar.
 
Hepimizin günleri sayılı. Hiçbirimiz bir saat sonrasına bile garanti senedine sahip değiliz. An sonrası nefes sayımızı bilmiyoruz. Akşama eriştiysek, sabaha çıkacağımızı bilmiyoruz. Nefsimizin aldatmasına kanıyoruz. Hakikate yapacağımız yolculuktan erindikçe, Allah yolundan uzaklaştıkça şen olamıyoruz. Suçu ona buna atmakla büsbütün gerçeklerden ayrı kalıyoruz. Bu devri bizler böyle mi noktalıyoruz? Doğrusunu Rabbim bilir. Her şey Allah'tandır, Allah'ın dediği olur.
 
Yolculuk yordu beni, düşündürdü gerileri. Otobüste kimse kimseyle konuşmuyor, bazıları önündeki mini ekranda dizi izliyor. Bazısı başını arkaya yaslamış, kulağına kulaklık takmış telefonundan sosyal ağları turluyor. Başını cama yaslayıp dışarıya bakan kimse yok. Ben de bakmıyorum. Koltuğum sağ tarafta cam kenarında olduğu halde uyanıkken, uyur gibi yapıyorum. Gözlerimi sımsıkı kapadım. Ankara'nın obez bedenler gibi durmadan genişlemesine, her bir toprak boşluğunu kapatmak ister gibi çok katlı sitelerin üremesine üzülüyorum. Bu gidiş nereye diyorum? Soruma cevap aramıyorum. Gözlerimi daha bir sıktım. Yolun sağ tarafında olduğunu iyi bildiğim dinozor parkını görmek istemedim. Dünyalık bir israf olarak değerlendirdiğim bu parkta dinozor heykelleri kondurulduğunu duyunca yadırgamıştım. Dinozormuş, bizimle ne ilgisi var? 5 bin yıl öncesi yaşamışlarmış. Biri ortaya bir yalan atmış, başka birileri bu yalandan milyarlarca para kazanmış.
 
Kur'anı Kerim ilmine dayanmayan, denilenleri kabullenmem ben. Dinozor deyip duran bilim adamı dedikleri biliyor mu ki, kendilerinden daha ne bilgililer bu dünyada yaşamış göçmüş. Bu dünyalık olan değerler, göze -gönle hoş görünürmüş, ama hepsi boştur boş. Her neyse işte, bu parkın yapımı ölü yatırım olmuş. Atıl durumda kıyıda kenarda kalmış. Bir müteahhit çıkıp, dinozor heykellerini yıkıp, park yerini bina yığını haline getirirse şaşmamak gerek. 
 
Of be, biz insanlar ne yapıyoruz? Tevhidî görüşten uzak olduğumuz için birbirimizi anlamıyoruz. Aslında biz birbirimizle konuşmayı bile unuttuk. Oysa, iç rahatlatıcı sohbetlere öyle muhtacız ki…
2000'li yıllara gireli bize bir haller oldu. Nefsimiz dünya hırsıyla doldu. Ruhumuz sevgisiz kaldı, yalnızlığa büründü.
 
1990'lı yılların son demlerinde, yalnız yaptığım seyahatlerimde yanımda kim oturuyorsa konuşarak, konuları deşeleyerek saatin hızını artırırdık. Yanımdaki koltuk boş olurdu bazen, öndekiyle, yahut koridorda yanıma düşen koltuktaki hanım yolcuyla güzel sohbetler ederdik. Bazı dostluklarım böyle başlamıştı.
Bir keresinde İstanbul'dan bizim şehre gidecek otobüse bindim. Yanımdaki koltuğa genç bir hanım oturdu.Çok zarif, masum bakışlı güzelce bir genç kızdı.Önce merhabalaştık, sonra birbirimize nereye, neden gittiğimizi sorduk. Böyle başladı yol boyu sürecek muhabbetimiz. 
O kadar gözlerinin içi gülerek konuşuyordu ki, karşısında kayıtsız kalamıyor, bu gülümsemeye aynı samimi gülümsemeyle karşılık vermeye gayret ediyordum. 
Sıkılmadık birbirimizden, uykuyu çağırmadık gözlerimize. Sohbetimiz o kadar derinleşti ki, bu hanımın aslında yeni evli olduğunu, kocasının bizim ilde asker bulunduğunu, kendisinin de onun yemin törenine gittiğini öğrendim. Yolculuğunda yalnızdı, ama benimle yaptığı sohbette yalnızlığını unutmuştu. Ben yanında konuşan biri olmasaydım, belki zihni anılara dalmaktan yorgun düşecek, gözleri buğulanacak, ağlamaktan çekindiği için kendini kasacak, ruhuna eziyet ederek mutsuz bir yolculuk yapacaktı. Birbirimizle konuştukça konuştuk, ruhlarımızı rahatlattık. 12 saatlik yolculukta birbirimizin açıklarını güzel sözcüklerle yamaladık. Yalnızlık hissine hiç kapılmadan, can sıkıntısına yakalanmadan yolculuğumuzu tamamladık. 
 
Bir otele gidecekti, "asker çıkar hafta sonu, oteller kalabalık olur. Rahat edemezsin." diyerek izin vermedim. Evime götürdüm. Allah'ın gönderdiği konuk belleyip, Allah rızası için sevdim onu. Yabancılık hissetmemesi için olumsuz sözcüklerden bile korudum, kolladım. En değerli misafirim olarak ağırladım. Ertesi gün birlikte gittik yemin törenine, orada eşiyle mutlu sarılmalarına tanık oldum. Beraber yedik, içtik. Sonra baş başa bırakmak adına vedalaşıp ayrıldım yanlarından...
 
Akşam vaktine doğru kapım çalındı. Yol arkadaşım ve asker kocası kapı önündeydi. Asker koca dedi ki: "Bir günlük iznim bitti. Birliğime teslim olmadan eşimi de size teslim ediyorum. Onu İstanbul'a yolcu eder misiniz?" 
Duygulandım, severek emanetin ulaşımını üstlendim. Bunlar güzel şeyler, bir insana güven duymak, bir insanı sevmek, saymak, şimdi göremediğimiz değerler.
 
O gece de misafir ettikten sonra, ertesi gün bizzat otobüse bindirerek yolcu ettim yolda tanıştığım, evimde misafir ettiğim, ismini vermediğim genç hanımı. O günden sonra ailecek dost olduk. Kocası abla belledi beni, terhisten sonra geldi elimi öptü. Helallik istedi. İstanbul'da Pendik'te ikamet ediyorlardı. "Bizim evimiz senin evin, ne zaman arzu edersen çık gel" dediler. Böyle, yüreği zengin insanlar beni hep sevindirdiler. 
 
Şimdikilerde yok bu sıcaklık, selam vermek için yan koltukta bir hanıma bakacak oluyorsun, kaşlarını karartıyor. Ses etseniz sertleşecek. Anılardan sıyrılıp yola dalıyorsunuz. Yanınızdan hızla geçen bir başka otobüsün sesiyle derin düşüncelerden çıkıyorsunuz. Karayolu, güneş ışığıyla renk değiştiriyor. Kırsal alanlar bir görünüyor, bir kayboluyor.Yeniden sıra sıra binalar boy göstermeye başladı. Çankırı göründü. 
 
Ankara'dan trenle bir kaç kez gitmişliğim olmuştu Çankırı'ya; yine yıllar öncesinde, Çankırı astsubay hazırlama okulu'na, Topçu Birliğine... 
 
Güzel insanlar, nasip olursa Çankırı'ya yarın birlikte bakarız...
Sıcacık kalbimden samimi sevgiler tüm okurlarıma...
 
Ayfer AYTAÇ
ayferaytac.com
 
Toplam blog
: 622
: 205
Kayıt tarihi
: 08.12.14
 
 

Gazeteci-yazar ..