Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Haziran '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Ankara'dan çıktım yola- I. Bölüm

Ankara'dan çıktım yola- I. Bölüm
 

"RESİM:ALINTI"


Erkenden kalktım bu sabah… Tatlı bir heyecan var yüreğimde… İçim içime sığmıyor… Yeni yerler göreceğimden olmalı yüreğime yerleşen tatlı telaşe… Tur otobüsünü bekliyorum Armada’nın önünde. Bu sefer oradan bineceğim otobüse… Görünüyor beklediğim araç ve duruveriyor önümüzde… Tur rehberimiz iniyor içinden gülümseyerek selamlıyor…

Takvimler 14.06.2008’i gösteriyor. Günlerden cumartesi… İki günümüz var bu seyahat için… Gezmeli gezmeli diyorum iki gün de pek çok yer görmeli…

Tur otobüsümüz ilerliyor Eskişehir Yolunda… Temelli, Polatlı derken ilerliyoruz… Sol tarafımızda Alagöz Karargâhı, sağ tarafımızda Sakarya Şehitliği… Duatepe ‘de canlanıyor gözlerimizin önünde elinde dürbünü ile Ata’mız… Yol boyunca sağlı sollu gelincikler var kan kırmızı…

“Çok fazla şehidimiz var buralarda “ diyor halam.

“Gelincikler bitmiş olmalı onların şehit olduğu bu yerlerde, dökülen kanlar şimdi birer gelincik.”

Hiç böyle düşünmemiştim… Hüzün bulaştı benim romantik kır çiçeklerime… Her sabah işe giderken hayran hayran seyrettiğim, özellikle görmek için arandığım gelinciklerime hüzün düştü. Şimdi her bir şehidimiz için fatiha okuyarak geçeceğim kan kırmızısı gelinciklerin yanından.

Sivrihisar, Eskişehir, Bozüyük, Bilecik derken zeytin ağaçları arasından İznik’e varıyoruz ki gezimizin ilk durağı burası.

İznik Gölü’nün hemen karşısında bir restorandayız… Umut Restoran… Sıcacık bir karşılama… Gönül rahatlığı içinde yenen bir yemek. Evinizdeymiş hissini uyandırıyor üzerimizde. İznik Gölü kıyısında ruhumuz dinleniyor öncelikle… Buz gibi Uludağ gazozlarımızı yudumlarken yayın balığının yanında bazı arkadaşlarımız bira içmeyi tercih ediyorlar tarihi İznik surlarının altında.

Gözlerim nihayet kavuştu mavi sulara… Kapıldım manzaraya… Tam karşımızda turuncumsu meyveleriyle bir yeni dünya ağacı var. Gelirken yol boyunca da kiraz ve yeni dünya ağaçlarına gülümsemiştik zaten. Keyfim yerimde… Derken üzerime su damlacıkları düşüyor ansızın. İrkiliyorum. Hava sıcak iyi geliyor, serinliyorum da. Nereden geliyor bu damlacıklar yağmur da yok ki… Yağmur olsa bile tenteli oturduğumuz bahçe… Yan taraftan yukarıya uzanan bir hortum görüyoruz o sıra…

“Beni papatya sandılar, suluyorlar “ diyorum, gülüşüyoruz.

Kahvelerimizi yudumluyoruz yayın balığının üzerine.

İznik’in gümüş balığı meşhurmuş bir de ama yurt dışına ihraç ediliyormuş. Haziran ayı ise yayın balığının mevsimiymiş. Onları nasıl yiyoruz bir görseniz, dışarıya kaptırmamak için mi gümüş balıkları gibi yoksa İznik’in havası iştahımızı açtığı için mi. Organik tarım da yapılıyormuş bu belde de. Geçim kaynağının %70 ise zeytinliklermiş.

Dört kapı var İznik’in çevresini kuşatan. Lefke, Göl, Yenişehir ve İstanbul kapıları… Kıvrılıyoruz yanlarından…

Oradan Nilüfer Hatun İmarethanesine geçiyoruz. I.Murat tarafından annesi Nilüfer Hanım için yaptırılmış bu imarethane. Ne evlatlar var dedirtiyor insana. Güzel bir müze… En çok da o zamanlar küpün içine konularak gömülen ve artık iskelet halinde olan bölüm çekiyor dikkatimi. Ürperiyorum.

Bir zamanlar Osmanlı Devletinin başkenti olan İznik, bizim olduğu kadar Hiristiyan dünyasında da önemli çünkü ilk Ekümenik Konsil toplantısı burada yapılmış. Ve yedincisi de. İşte bu yüzden inanç turizminin de merkezlerinden bu belde. Ayasofya Müzesinin önünden geçiyoruz sadece çünkü restorasyon çalışması var. Yeşil Caminin önünde resim çektiriyorum. Mermerlerden yapılmış Caminin mihrabında zengin bir taş işçiliği olduğunu söylüyor rehberimiz. Gövdesi mavi ve yeşil tonlarda zik zaklarla bezenmiş.

Çiniciler Çarşısında (Süleyman Paşa Medresesi) kaybediyoruz kendimizi… Küpeler, kolyeler, yüzükler, tabaklar, ibrikler, biblolar, vazolar, panolar… Hepsi de birbirinden güzel, birbirinden alımlı… Hepsinden alasımız var ama fiatlar yüksek… Gücümüz takılara yetiyor sadece. Esnaf güler yüzlü, sıcakkanlı… Kimini pelur kağıda desen çizerken, kimini bir tabağı boyarken görüyoruz. Medresenin açık avlusunda çaylarımızı yudumluyoruz.

Meydan Hamamı restore edilmiş, hamamın orta yerinde bir havuz var ve etrafında bar tabureleri…Hemen karşıda bir mikrofon ve org… Her an müzik duyabileceğiniz hissini veriyor size… Dört yana yerleştirilmiş masalar, duvarları süsleyen yağlı boya tablolar…

Tarihi çini fırınlarını saman sarısı otlar bürümüş, görmekte zorlanıyoruz. Ve kendimizi günümüzün çini atölyesinde buluyoruz. Sevgiyle karşılıyor bizleri Mesude Hanım ve başlıyor anlatmaya az önce gördüğümüz o güzel çinilerin ne aşamalardan geçerek o hale büründüklerini. Öyle şevkle anlatıyor ki işine aşık olduğu her halinden anlaşılıyor… Öncelikle toz halindeki karışımlar hamur haline getiriliyor ve tabakalar halinde kurumaya bırakılıyormuş ki bir haftalık bir süreci kapsıyormuş kuruma işlemi. Bisküvi haline gelen hamur tabakalarına pelur kağıtlara çizilen desenler boncuk iğnesi ile tek tek delindikten sonra hamurun üzerinde şekil buluyormuş, pelur kağıdının üzerinden kömür tozu ile geçiliyormuş ve tekrar fırınlanıyormuş kuruması için… O güzelim renklere bürünerek çıkıyormuş fırından…

“Ya elektrikler kesilirse “diye soruyorum.

“Çok kötü olur o zaman “ diyor.

“Hepsi kırılır…”

“Aman Tanrım o kadar emek boşa mı gidiyor …”

“Ne yazık ki “ diyor.

“Bazen ısı yeterince ayarlanamadığı zaman da kırılabiliyor…”

Anlıyorum o zaman, az önce pahalı bulduğumuz o el emeği göz nuru eserlerin paha biçilmez olduğunu.

El sallayarak ayrılıyoruz Mesude Hanım’ın atölyesinden… Arkamızdan gülümseyerek bakıyor bir süre.

Otobüsümüzün rotası Bursa’ya çevriliyor…

......................

DEVAM EDECEK...

 
Toplam blog
: 755
: 776
Kayıt tarihi
: 13.06.07
 
 

Ankara'da doğdum. İlk, orta, lise ve üniversite eğitimimi Ankara'da tamamladım. AÜİF iş idaresi b..