Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Kasım '14

 
Kategori
Güncel
 

Ankara mimarlar odası meğer imara değil tarumara memurmuş

Milliyet BLOG’da  yayınlanan iş bu yazı: Bu hâli ile Sayın Cumhur Başkanına, Muhterem Başbakana, Muhterem Meclis Başkanına ve Parti merkezlerine iletilmiştir.

“İnsanı yaşat ki; devlet yaşasın..”

Zaman içinde, bu felsefe tersine çevrilerek, insan odaklı devlet yerine, devlet odaklı insan sistemi yerleştirilmiştir. Bu sebeple de, devletin çıkarları bahane edilerek, akla gelebilecek her türlü baskılar, katliamlar, cinayetler, haksızlıklar, kanunsuzluklar, irtikâplar yaşanmış ve bu yaşananlar da devlet adına hak sayılmıştır. Oysa asıl olan insandır, devlet değildir. Devlet de insanın hizmetinde olmakla mükelleftir.. Halkının zulüm gördüğü ve mutlu olmadığı, muasır medeniyetler muvacehesinde, hep geri saydığı bilinen bir devletin, hükümranlığının bir anlamı kalamaz. Buraya kadar çizilen manzara maalesef “Eski Türkiye” manzarasıdır. Ve bu manzara, halâ ve ısrarla, devam ettirilmek istenmektedir. Çünkü bu ülkede statükodan beslenen, çok fazla insan kılıklı vatandaş vardır.

Arşivleri talan edilmiş milletlerin hafızaları çalınmış demektir ve hafızaları çok zayıftır.

Bu sebeple dünlerinde var olan, çok oyunu fark edemezler.

Bu zaaftan istifade etmek isteyen kitle ise, çok şişmandır.

Onlar hem devleti hem de işlerini iyi çevirirler.

Oysa günümüzde “Devlet” dediğimiz müessesenin, bir elindeterazi ve meş’ale, diğer elinde kılıç ve neşter yoksa; o devlet, henüz aşiret aklını bile aşamamış, basit bir devlettir. Bir hukuk devletine: Terazi, vatandaşlar arasında adalet ile müsavatı temin etmesi için, Bir Dünya devletine: Meş’ale, çağdaş anlamda ilm-ü irfanı, ülkesinin en ücra köşesinde yaşayan, ferd-i vahide kadar, ulaştırması için lâzımdır. Terazi veMeş’ale her ikisi de, kalbe daha yakın olan, sol elde taşınmalıdır. Her ikisinin de tefekkür ve vicdana ihtiyacı ziyadedir. Sağ elde ise, bir neşter, bir de kılıç olmalıdır ki; O devlet hem ceza, hem de şifa dağıtabilesin. Aksi hâlde devlet olarak, ne özü görülür, ne de sözü dinlenir. Dolayısı ile kıymeti de bilinmez. Bunun için de tecrübe ve dirayete ihtiyaç vardır. Buraya kadar çizilen manzara, kısmen ve memnuniyetle “Yeni Türkiye” ve istikbâlinin manzarasıdır. Bu manzaranın muhkem ve devamlı kılınabilmesi için de, mutlak surette, halkın kayıtsız şartsız desteğine ihtiyaç olduğu, kaçınılmaz bir gerçektir. Çünkü merkeze devletin değil de, insanın alındığı bu durumda: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Ve bu egemenlik, tüm cumhuriyet tarihinde, ilk def’a Türk milletinin eline geçmektedir. Henüz tam geçmiş de değildir. Çünkü henüz yürürlükte olan anayasa, bu halkın anayasası değil; “Eski Türkiye’ye” ait olan, bir darbe anayasasıdır. Yani yeni anayasa ile cumhuriyetin içinden, eski rejim çıkartılıp, oraya demokrasi yerleştirilmek istenmektedir. Ve İnşâallah tüm engelleme çabalarına rağmen, bu amaçta da eksiksiz olarak, muvaffak olunacaktır.

Devlet devlet olduğunda, millet de millet, istikbâl de Cennet olur.

Hükümet ve devlet birçok müspet konuda, sürekli reformlar ve yeni atılımlar yaparken, milletin yarıdan fazlası da, ciddi ve müspet manada, süratle akıl ve tavır değiştirerek, “Yeni Türkiye” keyfiyeti ve kemmiyeti ile ciddi anlamda, uyum da sağlamaktadır. Ancak, halkın %60 kadarının, bu OnÜç sene içinde çok ciddi değişimine rağmen, daha ilk gününden beri, her şeye karşı direnç gösteren, statükodan yana bir muhalefet zümresi olduğu da, maalesef bilgimiz dahilindedir. Maalesef kelimesini kasten kullanıyorum. Çünki, bu OnÜç senede, muhalefet adına yapılan, neredeyse her şey, tam bir hezimet örneğidir. Ve fakat daha da elimi, bu hâl tamamen ve esasen muhalefetsizliktir. Yani Türk siyaseti, Dünyada pek eşi görülmemiş bir garabetle, muhalefetsiz bir iktidarın eseridir. Ve ne yazıktır ki; bu OnÜç senede, muhalefet adına yapılmış, OnÜç ciddi girişimi bile, kimse bu millete gösterememektedir. Ve ne hazindir ki; girişimlerin hepsi, siyaset ile ilgili olmadığı kadar, siyasî ahlâkla da ilgili değildir. İşin garibi, doğrudan Türkiye, millet ve kendi seçmenleri menfaatine de değildir.

Hem adalet hem de siyaset terazisinin dirhem kefesini, karşı değersiz bırakmak, millete ihanettir.

Zannımca Bir milletin, Sekiz sermayesi vardır. Fertleri, lisanı, yazısı, hükümeti, devleti, dini, sancağı, tarihi,... Tarih, din, yazı ve lisan müşterekleri tahtında ve bir sancak altında toplanabilen milletlerin: Fertlerini, devletlerini ve hükümetlerini, yani milletin bizatihi kendini, yok etmek çok zor, hatta imkânsız gibidir. Riyaset-i Cumhur forsundaki yıldızları saymakla da, bu değişmez gerçek, o yıldızlar adedince de ispat edilmiş olur. Dünya üzerinde İkiYüz kadar Devlet vardır ama kasıt ettiğim manada, yarım düzine bile millet ve devlet yoktur. Bu Altı devletten bir tanesi de, elbette Türkiye Cumhuriyet Devleti ve milletidir. Ve bizim bu milletimiz, Orta Asya steplerinden bu ülkeye gelene kadar, OnAltı devlet kurmuş ve OtuzAlt ayrı ırktan oluşmuş, bir millet olarak idame-i hayat etmiştir. Etmektedir.. Edecektir...

Var olma iradesi, her türlü iradenin üzerinde bir iradedir.

Çünkü aslî ve aklî yapısı Yaradan’a aittir.

Kasıt ettiğim manada, Dünya üzerindeki köklü milletlerden, şayet birini yıkmak istersen, Onu topla tüfekle yıkamayacağını da anlarsan, hatta harple yıkamayacağını, adın gibi de bilirsen; İlk önce, O milletin devlet şekline, sonra yazısı ile diline, sonra da dinine, en halis, çok inceden hazırlanmış, pazarlama türleri ve teknikleri ile saldırırsın. İmparatorluk olan, Devlet şekli elden gidince, yazı da değişince, bir kısım milletle, geçmişle, arşivle ve tarihle, bütün bağlar iyice kopar. Kalan sağlar bizim de olsa; yazı ile muhkem ve sabit geçmiş olmayınca, devlet ve millet olma yaşı başı ve vasfı da sıfırlanmış olur. Buna göre: Türk milleti daha bir asırlık millet bile değildir. Sonra dinî gelenek görenek, örf adet ve din müesseselerini kaldırırsın. Bu sayede birçok değerin, yer altına inmesini ve tefessüh etmesini de sağlarsın. Bir yandan da On senede bir darbe yapmak suretiyle, hem ekonomiyi hem adaleti, hem de maarifi dümdüz edersin. Bu arada din kardeşleri arasında mezhep farkı da var ise, onu körükleyen olaylar çıkartırsın. O yetmez ise, ırkçılığı kaşırsın. Yeni tarikatlar cemaatler yaratır, onları kapıştırırsın. En güçlüsünü çok ustaca programlar, önce muhbir ve ajan olarak, bilâhare de istilâ sonrası kurulacak devlet için memur olarak hazırlarsın. O da yetmez ise, yaratılmış olan, dahili düşmanları, devletin ve milletin başına musallat edersin. Sonunda ortada kala kala, bir millet değil; bir iskelet kalır. Bir milletin iskelet kaldıktan sonrasında da, yapılacak işler inanılmayacak kadar kolaydır. Son Bir darbede, o iskeleti de alaşağı edip, ıskartaya çıkartırsın. Bu süreçte sana uşaklık, maşalık eden dahili salaklar ile bedhahları da, saf dışı eder, kendi hazır ekibinle, iş başına gelirsin. Bu arada, kendilerini ülkenin ve milletin değişmez efendisi zanneden, beyaz millet kesimi, kesilen hesaplarını gördükleri zaman, iş işten çoktan geçmiş olur. Ve kaçacak delik ararlar.

Sermayelerin sermayesi ise, hafıza ve şuurdur.

Millet bunları kayıp edince, felâket kuşkusuzdur!..

Türkiye işte tam o beklenen kıvama, adeta tek bir darbeye bakan, iskelet hâline gelmişken, kültür olarak çoktan sıfırı tüketmişken, iktisaden de iflâs etmiş ya da iflâsın eşiğindeyken, kısacası en kırılgan hâlindeyken, diyar-ı küffar’da, akıbetimizi dört gözle beklerken: sözde dostlarımızı, onların içimizdeki maşalarını, muhalefet partilerini, o partilerin taraftarlarını, paralel devletçileri, kısaca cümle alemi, fena hâlde şaşırtan bir olay oldu. Türkiye Cumhuriyet Devleti ve Dünya Milleti, OnYedinci yıldıza muhtaç olmadan, kendi enkazı üzerinde yeniden doğruldu. Doğrulmakla da kalmayıp, kendini Üç kerre katlayarak büyüdü. Büyümekle de kalmayıp, G20 ülkeleri arasında ki ekonomik ve politik istikrarı ile adeta kükredi. Böyle bir mucizeye hangi millet ferdi, kim sevinmezdi ki? Bu muazzam başarıya muhalefet partilerinin, yandaşlarının ve herkesin, mutlaka sevinmesi gerekmez miydi?.. Hayır, bu durum hiç de böyle olmadı. Tam aksine, bu başarıya asla sevinmeyenler çok oldu. Hatta çok üzülenler bile vardı, bu zevatın arasında. Bu zümrenin, bu hâli ile seviye ve seciyesi, zaten belli de olmuştu. Ve bu belli seviye, iktidara hakkını teslim edip, teşekkür dahî etmeden, öncelikle sudan sebeplerle, iktidar karşıtlığını başlattı. IMF’nin borcu kapatılıp, kapı önüne konduktan sonra da, bu zevatın şahsında gelişen, artık mantık almaz müthiş bir kin ve öfke, garez hâline bürünmüş şekli ile akıl, edep, haya dışı, kesif bir hükümet düşmanlığını, devam ettirir hâle geldi. Ve akıl almaz yalanlarla, nifaklarla, iftiralarla, sabotajlarla, provokasyonlarla işba raddesine ulaşan, bu patolojik hâldekiler, iktidar ve yandaşlarına adeta harp açtı. Bu harp hâli, giderek de azmaya, her yeni gün, maalesef muhtelif urlar üretmeye de müsait, gayet iltisaklı bir duruma dönüştü. Bu olağan dışı hâl o denli vahimleşti ki; “-Türkiye’nin başına bir felâket gelse de; AKP hükümeti gitse de, biz de muradımıza ersek.” diyen ve hatta bu uğurda çok ciddi çabalar da sarf eden, hasta ruhlu, vatan haini insanların adetlerini arttırdı. Dost görünümlü düşmanların, işini kolaylaştıracak olan, düşman için fevkalade verimli ve kaçırılmaz bu hâl, Türkiye’nin etrafına, bugünkü Enternasyonâl felâket çemberinin, çok daha kolay örülmesine de sebep teşkil etti... Ve Türkiye’yi hedefe koydu.

Büyük milletler, içindeki hainlere rağmen, iktidarlarını itibarlarını kayıp etmeyen milletlerdir.

Tam burada duralım. Millet olma hâli, asla böyle bir hâl değildir. Bu hâl, ancak iki şekilde vasfedilebilir 1)Bu durum, toplu hâlde cinnet geçiriyor olma hâlidir. Ki, bu durumda, müracaat edilmesi gereken yer, doğruca akıl hastahaneleridir. 2) Bu durum, düpedüz vatana ihanet hâlidir. Ki, bu hâlde harekete geçmesi gereken resmî merciler açıkça bellidir. Şayet zarureten geçilmesi gereken bu harekete, ilgili resmî merciler geçmiyor, her an muhatap olduğumuz bu vahim durum, resmî makamlar tarafından, halâ seyir ediliyor ise; alınmış olan oyların, devlet tarafından, halka karşı hakkı verilmiyor, devlet halâ “Eski Türkiye’deki” gibi, bildiğini okuyor demektir! Bu ciddi ve daha vahim sebep muvacehesinde: Hem devleti, hem de hükümeti ve de milleti, yurt içinde ve dışında küçük düşüren, artık Türkiye için kritik bir durum da arz etmeye başlayan, tüm kişi kurum kuruluş ve mercileri, hükümet millet adına savcılara şikâyet ederek, haklarında gerekli takibatı başlatmak mecburiyetindedir. Çok insan da bu mutlak tavrı, çok uzun zamandan beri, dört gözle beklemektedir. Aksi hâlde, işba raddesini aşan bu kanun dışılıklara, hükümet hukukî yollarla karşı çıkmazsa; giderek hükümete karşı beslenen saygı da, itimat da azalma istidatı gösterecektir.

İnsanı şımart ki;

Devleti yıkmaya, vatanı yakmaya, milleti bölmeye, başefendiyi asmaya kalksın!..

Bu zümreden olarak: Ankara Mimarlar odasının, ne Ankara mimarisine, ne de Türk mimarisine, dişe değer hiçbir hayrı dokunmamış olmasına rağmen, bu kişiler, böyle bir akıl, azim, ceht ve şereften de vareste yaşarlarken, paçaları sıvayıp, Başta Papa Hazretleri olmak üzere, bütün devlet başkanlarına, kendi Cumhur Başkanları ve Onun sarayı üzerinden, çok ağır bir şikâyet mektubu yollamaları, her hâl ve şeraitte ağır bir vak’a ve mutlaka suç olsa gerektir. Bu mektupta: akıl almaz, ahlâk kabul etmez, gerçeklerle de uyuşmaz, izan yoksunu gerekçeler de sıralayarak; Papa Hazretlerine, vicdanî baskı yapmak sureti ile, “Türkiye’ye gelmeyin. O Sarayda da kalmayın.” Direktifini verme cesaretini göstermelerinin, şahsen mantığını anlayamadığım gibi, bu edep dışı fiilin, ahlâkî adını da, günlerdir koyamıyorum. Kaldı ki, Bir odanın, böyle bir yetkiyi, Cumhur adına, Başkanları aleyhine, nasıl bir hukukî dayanağa istinaden, Dünya devlet başkanlarına karşı kullandığını da, asla kavrayamıyorum. Onları bu Cumhur ve Başkanları için, hiçbir konuda ve hiçbir veçhile, yetkili görmediğim, göremeyeceğim gibi, her hâlde savcıların da yetkili görmeyeceği, mutlak kanaati içindeyim. Ve tabiî ben, şuurlarından ciddi manada kuşku duyduğum bu zevatı, bu hâlleri ve tavırları ile bu milletin tek köpeğini dahî, temsile yetkili bulmadığımı da ilâve edeyim. Bunları yapanlar, bunları yapanlara karşı susan, tüm odalar ve mimarlar adına da, Mimar Sinan’ın manevi huzurunda, yerin dibine girdiğimi, önce necip Cumhura, sonra muteber ve muhterem Başkanlarına ve silsile-i meratip takibi ile cümle siyasilerin bilgilerine arz ederim.

Akıl ve ahlâkın yozlaştığı her yerde, seciye ve seviyesizliğe, bazen ad ve sıfat bulmak mümkün olamaz.

Çünkü lisanları yaratanlar, bazen yaratılmışların rezilliğine kelime bulamazlar.

Akademik olarak: Mimar imara memurdur, tarumara değil!.. Artık bildiğimiz o dur ki; Türkiye’yi içerden ve dışardan kesinlikle tarumar etmek isteyen, bu neviden güçler de vardır. Ve bu güçler, hadlerini de gayelerini de aşarak, Dünya kamuoyu önünde, aleniyeti ele alabilecek kadar da, fütursuz ve edepsiz bir hâle gelebilmişlerdir. Bir millet için bu durum, ne savunulur, ne sevinilir, ne de makbul görülebilir bir durumdur. Ya iktidar olamamakla ya adam olamamakla ya da millet vasfına haiz bulunamamakla, ezik ve mütecaviz olan bu tür kitlelerin, sür’atle normâle avdet ettirilmelerinin, millet adına, asgari mecburiyet olduğu, çok kesindir. Bu gayr-ı nizami vatandaşların, asla kendileri gibi düşünmeyen, kahir ekseriyetteki millet kesiminin, Dünya kamuoyu önünde: Milli şeref ve haysiyeti ile oynamak hakları da, hukukları da salâhiyetleri de yoktur. Bir milletin maneviyat-ı şahsisi ile oynamak ile ilgili kanunlar muvacehesinde, süratle yargılanıp, hatta en ağır şekilde cezalandırılmaları da, en asgarî şarttır. Aksi hâlini milletin aklı başında fertleri, aslâ hoş görmeyecektir. Bu şarta paralel olarak, yapılması elzem olan, diğer bir husus da; bu türde, milletin manevi şahsiyetine karşı suç işleyen her zevatın, DNA incelemesine tabî tutulmaları gereğidir. Ki biline, bu zümre hangi şahadetnamesiz menşein malıdır?!. Zîra bu türlerin, mutlak tedavi ile ıslahları da şarttır. Kozyatağı: 15.11.14

Haydar Volkan

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..