Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '11

 
Kategori
Öykü
 

Anne Frank'in konuğu

Anne Frank'in konuğu
 

DELİ CİN DİYOR Kİ adlı öykü kitabımdan bir öykü


İki fotoğraf arasındaki sürecin tanığı, dünyanın en şanssız, en mutsuz insanıyım. Ölüm beni de çağırdı sık sık, gitmediğimde kendisi geldi, sağımı solumu yokladı, ama ölüme ve faşizme inat, kampların insan çürüten zehirli havasına karşı direnmeliydim, yaşamalıydım. Bir ben yaşamalıydım, bir Rose, bir de babası Anne’nin. Özellikle de Anne elbet. Belki insanlığın işine yarayabilirdik bir gün kimbilir. Ama ne yazık ki birçok şey istediğim gibi olmadı. Değil istemek, dilemek, insan olmak bile işe yaramıyordu çünkü. Öylesine kötü bir zamandı!

Onun bu ilk fotoğrafının çekildiği yıl öğretmeniydim. Hatta o fotoğraf çekilirken de yanındaydım. Üstündekiler okul giysileridir. Hırkasının açık kalan bir düğmesini de ben iliklemiştim.

Çok iyi anımsıyorum, daha ilkokul birinci sınıftayken bile resme büyük bir ilgisi vardı. Yazmaktan çok, resim yapmaya… Yetenekliydi de. Bunu resim çalışmalarından anlıyordum. Ama ne yazık ki bu sergide resim defteri yok. Demek ki bulunamamış. Yazı defteri var. Dikkat ederseniz ne kadar yetenekli olduğu defterinin köşelerine, yanlarına, alt ve üst başlarına yaptığı resimlerden açıkça belli oluyor. Çocuksu resimler elbet, ama önemli ipuçları taşıyor. Çizgileri düzgün, anlatımı yaşının üstünde olgun, renkleri kullanımı zekice... Çok zevkli, zeki ve hayal dünyası geniş bir çocuktu aynı zamanda. Defterlerini yalnızca yaptığı resimlerle değil,  bazen başka yerlerden kestiği resimler ve fotoğraflarla da süslüyordu. Yazısı da güzeldi. Ama en önemlisi defterlerinin düzeniydi. Bakın hala sanki çok az kullanılmış gibi temiz ve kırışıksız. Yazı ve resimlerin sayfalara yerleşimi orantılı... Yazım kurallarını bile sanki büyük bir bilinçle kullanmış. Zamanını altın oran kuralına göre yaşıyordu, desem inanın çok da abartmış sayılmam.

Düşünüyorum da bütün bunlara ne gerek vardı sanki? Yıllar yılı süren kanlı savaşların, acımasız boğuşmaların, vahşetin, kıyametin kol gezdiği, insanların, ya da çocukların değerinin bir böcek kadar bile olmadığı bir ortamda bu kadar düzenli olmaya ne gerek vardı, kimin umurundaydı! Herkes can derdine düşmüşken kimin nesineydi Anne Frank’ın yeteneği... Hayıflanıyorum ki, anlatamam! Yazık, çok yazık! Ama öyle bir çocuktu işte. Çevresindeki her şeyin yanıp yıkıldığının ayrımına varacak kadar duyarlıydı; görüyor, biliyordu, ama öylesine bir yaşama sevincine sahipti ki, hiçbir şey onun düzenini bozamıyordu. Yaşamın ondaki adı direnç, sevinç, duyarlık, denge, üretkenlik ve bellek gibi birbirine eşit altı temel özelliği olan küp’tü.

Şimdi bütün bunları Anne Frank’ın müze olarak düzenlenen evinde sergilenen onun küçük, sararmış yazı defterinden izliyor, yorumluyoruz. Ben ve öğretmeni Sturm. Daha doğrusu ben yorumlamaya çalışıyorum, tıkandığım zaman o yardımcı oluyor. İlerlemiş yaşına karşın oldukça güçlü bir belleği var, Anne’yle ilgili her şeyi daha dün yaşamış gibi anlatıyor. “O,benim için biraz önceki an’larımın güzel bir toplamıdır, biraz önceyi kim unutur ki.”

İyi de Frankfurt-Main nere Amsterdam nere? Saman kâğıttan defterin yazıldığı çizildiği yer, doğduğu Main, ama sergilendiği yer Amsterdam. Hem de kendi evi. Belgelerde, broşür ve albümlerde öyle yazıyor.

Küçük kız büyürken faşizmin ayak sesleri de büyüyerek yayılıyordu. Alman gizli haber alma örgütü Gestapo neredeyse bütün Avrupa’ya kan kusturuyordu. O kadar ki sonunda bir gün kaçıp göçüp gitmesine karşın Amsterdam’daki Frank ailesine de uzanmıştı eli. Silip süpürmüştü koca aileyi. Geride yalnızca bu ev kalmıştı!

Her şey bir yana, Anne Frank’ın son durağı olan Bergen-Belsen kampında dört yaşındaki bir Yahudi kız çocuğuyla arkadaşlığı unutulacak gibi değildi. Kampa ilk alındığı zaman olsa gerek, irili ufaklı, erkekli bayanlı bir grup tutsak içinde o da vardı. Grubun en küçüğüydü.  Elinde bayrak gibi tuttuğu siyah tahtanın üstüne beyaz tebeşirle kamp kayıt numarası yazılıydı:140054.  Aralarında on iki yaş olmasına karşın dostlukları herkesi imrendiriyordu. Bütün zor koşullara karşın her fırsatta buluşuyor, söyleşiyor, birbirlerinin dertlerini paylaşıyorlardı. Yalnızca dertlerini değil elbet, zamanlarını, yiyecek içeceklerini, çorap, atkı gibi kıt bulunan giysilerini ve en çok da beden ısılarını. Çünkü kamplar yaz, kış ayrımı olmaksızın dünyanın en soğuk yerleriydi.

-Bugün de yazdın mı abla? diye sordu küçük Rose. Adı gibi, bir gül kadar güzel bir kızdı. Her buluştuklarında mutlaka sorduğu bir soruydu bu. Çünkü Anne’nin günlük yazdığını biliyordu. Bilmek ne söz; yazdığı bütün günlükleri eteğinin altına sokup Anne’nin diğer bloklardan birinde tutsak olan babasına götürüyordu. Küçük olduğu için kimse ondan kuşkulanmıyor, böyle bir işe yarayacağını akıl edemiyordu. Oysa yaşamın bütünü kadar ayrıntıları da zeki, yetenekli ve bu yüzden önemliydi.

-Yazdım elbet, diye yanıtladı. Hem de neyi yazdım biliyor musun?

-Neyi?

-Bay Landauer’i.

-Doktor amcayı mı yani?

-Sen nereden biliyorsun onun doktor olduğunu.

-Bana kendisi söyledi.

Dr. Lndauer Freud’un öğrencilerinden biriydi. Bir Psikanalist.

-Nesini yazdın abla?

-Nesini mi, sen duymadın mı? Bay Landauer amca öldü. Dün öldü.

Yeryüzünün en büyük suskunluğuna verdi kendini küçük Rose. Sustu ve sessizce ağladı. Sevgi dolu bir insandı Landuer amca. Her gördüğünde başını okşar, güzel sözler söylerdi ona. Bir kezinde de, “sen, bu kampın akıl almaz bir gizisin” demişti de hiçbir şey anlamamıştı Rose. Koşup Anne’ye sormuştu. O da, “evet, Landauer amca haklı, insanlığın iki yüzüsün; hem utancı, hem de onuru,” diyerek yanıtlamış, anladığından emin olmak için göz kırpmış ve göz kırpımı olarak da yanıtını almıştı. Gözlerinden peş peşe yuvarlanan beyaz, berrak inci taneleri yırtık pabuçlarının üstüne düşerek yok oldu. Anne de onunla birlikte, ama en az onun kadar sessizce ağladı. Zaten bir deri bir kemik kalmıştı. Bir de üstüne bu tür kolay atlatılamayan acılar gelince, iyiden iyiye çökmüştü. Hem de ne acılar, hem de ne kadar çok! Hemen hemen her gün, hatta bazı günler her saat yeni ve üzücü bir haber yayılıyordu ortalığa. Karanlık an’lar yabanıl, akışkan, yapışkan bir yaratık gibi utanmazca ve aralıksız saldırıyordu.

-Yine tifüs mü yazmışlar ölüm defterine? diye soruyordu Hanna Levy Hass. Yugoslav komünizminin temsilcisi sayılıyordu orada. Yugoslavya’daki, ya da Yugoslavlarla ilgili bütün sol, komünist eylemlerin hesabı ondan soruluyordu bu kampta. O da of demeden veriyordu hesabını. Kem küm etmiyor, düşüncesini, düşün dostlarını savunuyor, işkence üstüne işkence görüyordu.

-Başka ne yazacaklardı... diye yanıtladı onu Prof. Benjamin Telders. Hollanda Liberal Parti Başkanı’ydı. Kamplardaki onbinlerce bilim insanından biri… Bay Landauer’in sağlıklı olduğunu hepimiz biliyorduk. Onu öldürdüler, hepsi bu!

-İyi de bu gidişle kampta iş yapabilecek kimse kalmayacak. Bu nasıl bir mantıktır?

-Kalmaz olur mu? Binlerce insan ne güne duruyor. Hem her gün birkaç vagon dolusu tutsak getirmiyorlar mı? Mantık sorununa gelince, o da öyle bir mantıktır işte ve onlar için bir anlamı var elbet. Bilmelisin, affedersin biliyorsun elbet, ama neyse... Sen nasıl bildiğim halde bana soruyorsan, ben de bildiğin halde sana söylüyorum dostum; bu kamplarda iki şey ölüm nedenidir; bir, kampta konuşmak, hak savunuculuğu yapmak, itiraz etmek; iki, hasta, ya da yaşlı olmak. Neyse ki burada fırın yok sevgili Hass. Dachau’da onu da gördüm. Bir fırın artığıyım ben. Fırın olsaydı seni de çoktan fırınlamış olurlardı.

-Fırın artığı mı, nasıl yani?

-Anlatması güç ama anlatayım. Bit pire içindeyiz. Haftalardır su yüzü görmemiş bedenimiz. Kaşınmaktan her yanımız yara bere... Bir gün bir kısmımızı toplayıp, banyo yapacaksınız, dediler. Ne çok sevindik anlatamam. Şu odaya girin soyunun. Girdik. Ama odaya birikenlere baktığımda kuşkulandım. Çünkü hemen hemen hepsi de ya işe yapamayacak kadar hasta, ya da yaşlıydılar. Ben de hastaydım. Ölümcül sanmış olacaklar ki, beni de seçmişlerdi. Bunu daha sonra anlıyorum elbet. Üstünde havalandırma delikleri olan bir odaya aldılar. Oradan banyoya geçeceğimizi beklerken, tavandaki deliklerden gaz vermeye başladılar. Havadan ağır olan gaz önce ayağa kalkamayanları, sonra dizlerinin üstüne kadar doğrulmuş olabilenleri, en sonra da can havliyle onların üstüne tırmananları öldürüyordu. Birbirimizin üstüne çıkarak canımızı kurtarabileceğimizi sanmış, ama sonuçta etten bir kule oluşturmuştuk. O insanlardan özür diliyorum, ama en sağlıklılarından biri de ben olacaktım ki, kulenin en üstüne tırmanabilmiştim. Altımda elli altmış insan vardı. Bir süre sonra, herkesin boğulduğunu düşünerek gazı kestiler. Çünkü sıra cesetlerin üçer, dörder yakma fırınlarına verilmesine gelmişti. Görevliler herkesin öldüğünden emin oldukları için dikkatsizdiler. İşte ben onların bu durumundan yararlandım. Uzun bir süre ölü numarası yaptıktan sonra, uygun bir aralık bulup kaçtım. Kaçıp diğer tutuklulara karıştım ve hastalığımı falan da unutarak harıl harıl çalışmaya durdum. Şans bu ya, durum anlaşılacak diye ödüm koparken, kendimi burada buldum.

-Evet, haklıymışsın, dedi Telders. Bedeni üzüntüden sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu. “Gerçekten de şimdi burada olman senin için ciddi bir şans! Anlıyorum.” Aslında birçok şeyi bir türlü anlayamadığının, anlasa bile açıklayamadığının derin umarsızlığı, hüznü vardı sesinde. Üstelik bu yalnızca felsefi bir şaşırtmaca da değildi, kamplarda aylar, yıllar boyunca yaşadıkları insanüstü güçlükler yüzünden sinir sistemleri yıpranmış, algılama yetenekleri ve bellekleri iyice zayıflamıştı.

Sonra yine sustular. Bir kez daha hiçbir zaman konuşmayacaklarmış gibi sustular. Susmalar yeriydi zaten buralar. Elli bin, yüz bin, bir milyon insanın en sağlıksız ortamlarda, en ağır işkence ve çalışma koşullarında göz göre göre yok edilmesinin sözle anlatılacak bir yanı yoktu ki!

Böylesi bir tanıklık Anne Frank’ınki de... Wasterbrook’tan sonra bir buçuk milyon insanın vurularak, boğularak, yakılarak öldürüldüğü Avusturya topraklarındaki Auschwitz’e bile düşmüştü yolu. Oradan da buraya. Oysa o daha küçücük bir kızdı, oyun çağında… Arkadaşlarıyla oyunlar oynamaktan başka bir düşüncesi yoktu. Oynamak, eğlenmek, sevmek,  sevilmek…

İkinci fotoğrafını da burada, yani Hamburg yakınlarındaki Bergen-Belsen toplama kampında çektirdi. Gizlice...  Yine onun yanındaydım. Salt bu yüzden nasıl mutluydu anlatamam. Oysa oldukça hastaydı, belki de gerçekten tifüse yakalanmış tek hasta oydu kampta. Dünyaya bakacak hali kalmamıştı. İşte o fotoğraf budur, şu köşedeki!

On yedi yaşında. Güzel olduğu çocukluk fotoğrafından da, şimdiki halinden de belli. Belki belli olduğu kadarından da güzeldi Anne, ama bu fotoğrafın çekildiği zaman iyice bakımsız ve hasta olduğu için hiçbir şey iyi görünmüyor. Görünen kadarı da Anne’yi anlatmıyor. Tahta ranzanın ikinci katında, bir arkadaşıyla birlikte, yüzükoyun uzanmışlar. Bir kolunu altına alarak destek yapmış. Duruş öyle olunca o koluna yakın memesi sarkmış. Tunik biçiminde, göğsü iyice açık olan kamp giysisi hiçbir şeyi saklayamıyor. Südyeni de yok. Memesi incecik, beyaz derisi içinde tıpkı içine biraz su doldurulmuş bir balon gibi boş boş sarkıyor. Masum, hüzünlü ve dirençsiz. Göğüs kafesinin tüm kemikleri tek tek sayılabilecek kadar ortada. Yüzü de öyle Taş gibi sert olması gereken yüz kasları da sarkmış, yatay, düşey çizgilerle dolu.  Boynu armut sapı gibi incecik. Üstündeki kısa saçlı, küçükbaşının ağırlığını taşıyamayarak kırılacakmış gibi görünüyor. Alnı bir dizi yatay, dikey ve sağa sola kıvrılan çizgileriyle yaşantısının haritası gibi… Kulak kepçeleri öte yüzünü gösterecek kadar incelmiş. Sığama burnu sıksan canı çıkacak görünümünde. Ama gözleri Anne’nin; bütün o yıkıntıların, izbelerin arasında bir çift krizantem çiçeği gibi parlıyorlar. Işıklı, renkli ve sevecen... “Biz buradayız,” diyorlar bakanlara. “Anne’nin yüzünde. Ona aidiz ve onun iç yüzünün aynasıyız. Onun iç yüzünde kopan fırtınaların ebruli gölgeleri bizden yansır dünyaya. O belki hastadır, ama yüreği tongal yangını gibidir; sımsıcak ve rengârenk. Orada insanlığın geleceği için, yolunu aydınlatacak ateşler harmanlanıyor. Beyni güzel düşüncelerle doludur; gelecek güzel olacak. Çocuklar hor görülmeyecekler. Onların Rose gibi tutuklu numaraları olmayacak. Çocuklar üşümeyecek, oyunsuz ve ekmeksiz kalmayacaklar. Çocukların yanında ya da onların yaşadığı dünyanın hiçbir yerinde insanlara işkence yapılmayacak, insanlar kırbaçlarla dövülerek öldürülmeyecek, ulu orta kurşunlanmayacak.”

-Yine kırbaç, yine SS!  İkide bir ortalığı velveleye vermelerinden, bağrış çağırışlarından ödüm kopuyor ablacığım. Bıktım!

-Dayanmalısın güller güzeli, direncini yitirmemelisin. Bilesin ki, her gecenin kapısı güzel bir güne açılır, her karanlığın aydınlığı, her yokuşun inişi, her cefanın bir sefası vardır. Seni güzel günler, sefasını süreceğin gelecekler bekliyor. Nasıl böyle söylersin? Böyle söyleyerek bu hasta ablanı üzdüğünü düşünmüyor musun?

İri, ela gözleri yine çağlamıştı Rose’nin.

-Ya sen ölürsen?

-Nereden çıkarıyorsun bunu, ben ölmeyeceğim, hep birlikte olacağız. Sözünü ettiğim güzel günleri paylaşmadan nereye ölüyorum!

Dili böyle söylese de içinden kara kanların aktığını yalnızca kendisi biliyordu. Çünkü çok hastaydı; her öksürk çığlığının ciğerlerinden bir parçayı söküp götürdüğünü duyumsuyordu. Basit bir şey yapmak için kıpırdaması, ya da oturmak için devinmesi bile bedenini güçsüz düşürüyordu.

-Bak, dedi Rose’ciğim, şurada, şiltenin altında birkaç günlük daha birikti. Onları al, yine aynı dikkatle babama götür, selamımı söyle. Hastalığımdan söz etme, olur mu, üzülmesini istemiyorum çünkü.

-Ha, abla bir dakika! diyerek ansızın heyecanlandı Rose. “Az daha unutuyordum, sen günlük deyince anımsadım..”

O üstünü başını aranırken bu kez da Anne heyecanlanmıştı.

-Neyi anımsadın güller güzeli, çiçeğim benim? Hastalıktan, yorgunluktan, üzüntüden iyice yorulmuş olan yüreğinin atışları sıklaşmış, soluk almasını güçleşmişti.

-Sakin ol ablacığım, bak şunu anımsadım. Bir şiir bu.

-Şiir mi? Kim yazdı, sen mi?

-Hayır hayır, bunu da bir abla yazmış. Onkel amcanın bloğunda kalan bir Yahudi’ymiş.

Anne aldı, okudu: “Ich möchte ein Pass von Uruguay haben”, diye devam ederek, ”Bir pasaportum olsun isterdim Uruguay, Paraguay, ya da Costa Rica’dan/Huzurlu yaşayabilmek için güzel anavatanım Varşova’da.” diye biten bir şiirdi. Şairinin imzası yoktu. Hiçbir zaman da bilinmeyecekti. Zaten her şey o kadar hüzün vericiydi ki! Amsterdam’daki evlerinden topluca alınan aile bireyleri, hiçbir akla sığmayacak biçimde birbirlerinden koparılarak değişik kamplara gönderilmişlerdi. Kamptan kampa dolaşırken birbirlerinin izini yitirmiş, zaman zaman alabildikleri haberlerle yetinmek zorunda kalmışlardı. Beş kişilik ailenin üç üyesi yaşamıyordu artık. Annesini, abisini ve ablasını yitirmişti Geriya yalnızca ikisi kalmıştı. Babası ve Anne. Olağanüstü rastlantılardan sonra ikisi de aynı kampa gelmişlerdi, haberleşebiliyor, ama bir türlü görüşemiyorlardı. İnsan gibi bir insan çıkıp da şu hüzün damlalarını arada bir de olsa buluşturalım dememişti. Neyse ki Rose vardı ve o çok akıllı bir kızdı. Anne’nin yazdığı günlüklerin hemen tamamını, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar dikkatli davranarak babasına ulaştırmıştı.

-Adını yazmamış, sen biliyor musun?

-Söylemişti ama unuttum, bir dahasında yine öğrenirim.

Her şeyin üstünün tuzu biberi olmuştu bu şiir. Bedeninde kalmayı başarmış son gücünü, son hüznünü, son umudunu da alıp götürmüştü. Kurumaya yüz tutmuş gözpınarlarının son damlacıklarını da... Önce seyrek aralıklarla küçücük, saydam çiğ damlacıkları halinde yüzüne çıkmış, sonra da yüzünden boynuna, oradan da çentir gibi duran memelerinin arasına ipincecik bir çizgi halinde sızıp kaybolmuşlardı. Şiiri okuduktan, uzun uzun koklayıp öptükten sonra Rose’ye uzattı,

-Al, dedi. “Güller güzeli, bu şiiri de günlüklerle birlikte babama ver.

-Tamam ablacığım, dedi o da. Günlükleri alıp yola koyuldu.

-Ha bir dakika aşkım, diye seslendi arkasından. Fıslıtı gibi çıkıyordu sesi. “Şairin adını öğrenmeyi ve unutmamayı unutma, tamam mı?

-Tamam ablacığım. İkisi de gülümsemişlerdi Anne’nin bu sözüne.

Ama o gün kampta olağanüstü bir şeylerin olduğunu bilmiyordu, gelirken anlamamıştı, ya da o geldikten sonra başlamıştı devinim. Her yan SS’lerle doluydu. Gördükleri herkesin üstünü başını didik didik ederek arama yapıyorlardı. Ayrımına vardığında geç kalmış falan değildi ama yapabileceği başka bir şey de yoktu. İlk karşısına çıkan SS subayını görmezden gelerek yürüdü. O da her nedense ses çıkarmamıştı. Ama bir sonraki nöbetçi “nereye?” diye öfkeyle sormuş ve yanına çağırmıştı. Rose bu kez de onu duymazdan, görmezden gelmeye çalışmış, yolunu değiştirmiş, sonra da kaldıkları kamp binasına girmek üzere koşmaya başlamıştı. Belki böylece günlükleri kurtarabilirim diye düşünmüştü. İçeri girebilseydi büyük olasılıkla düşündüğü gibi olurdu sonuç, ama giremedi. Nöbetçi kızmıştı. Cart curt düdük çalarak, “kaçıyor, falan...” diye yaygaraya yaparak ortalığı velveleye verince, birkaç adım ötedeki diğer nöbetçi de kaçan kişinin kim olduğunu bile anlayamadan ateş etmişti. Yalnızca bir el... Ama o bir tek kurşun bir ipekböceği saydamlığındaki Rose’un küçük, sevimli, zayıf bedenini delip geçmişti. Düşen küçük bedenin akacak kanı bile yoktu. Yalnızca göğsünde ve sırtında her biri avuç içi kadar, birer kan lekesi vardı. Bir de rüzgârın kanatlarındaki biri beyaz, diğerleri sarı defter sayfaları... Tarihin en yabanıl yanının en hazin tanıkları kampların karanlık ve kanlı çamuruna gömülüp gidecek gibi görünüyordu.

Amsterdam’daki West Kilisesi’nin kuzeyine doğru uzayan kanal boyunca dizilmiş evlerden biri de Hollanda mimarisinin güzel örneklerinden sayılan Anne Frank’ın ailesinin eviydi. Ön tarafındaki kanalda irili ufaklı balıkçı tekneleri, balıkçı teknelerinin üstüne konup kalkan cıvıltılı martılar; arka tarafındaysa dallarında kuşların ötüştüğü Japon Kirazı ve manolya ağaçlarının süslediği küçük, güzel bir bahçe. Anne’nin gençliği böyle bir ortamda geçecekti… Tüm afacanlığını yanına alıp martılarla kanat yarıştıracak, West Kilisesi’nde kanona katılacak, kanal kıyısındaki izbelerde ilk aşkıyla kaçamaklar yapacaktı... Kenti bir örümcek ağı gibi saran ve bir noktadan bakıldığında yedi, sekiz köprünün iç içe görülebildiği kanallarda tekne gezileri yapacak, üniversite okuyup toplumbilimci, belki de ressam olacaktı… Bilimin de, sanatın da ince ayrıntılarını ören zaman burada dondu, her şey büyük bir hızla fotoğraflaştı.

Bu ikinci fotoğrafın çekilmesinden yalnızca birkaç gün sonra meydana gelen o olaydan ve Rose’nin ölümünden sonra Anne yaşamla iletişimini kesti, ben de dahil bütün insanlara ve dünyaya küstü. Onu çok iyi tanıyordum, küsecek biri değildi. Bütün yaşamındaki en uzun küskünlüğü, öğretmeniyken bana olmuştu, o da yalnızca birkaç saat sürmüştü. Kamptan kampa sürüm sürüm süründürüldüğü, gençliğinin burnundan getirildiği ağır ihanet koşullarında bile kimseye küsmemişti. Yalnızca anlamış, yorumlamış, direnmiş ve hep gülümseyerek karşılamıştı her şeyi. Sanki gizemli bir gücü vardı. Nefreti yaratan duygu kılcalları, sinir kökleri kesilip alınmışçasına sabırlı ve hoşgörülüydü. Belki de yalnızca bu yapısı yüzünden, bir gün küsmek zorunda kaldığı için geri adım atamadı ve çekip gitti. O gitti ama  “Günlükler” adlı kitabı kaldı. Çünkü savaş sona erip kamplar kapatılınca, aileden geriye kalan tek kişi olan babası özgürlüğüne kavuştu ve bir süre sonra da kızının, Hitler’in insanlara yaptırdığı zulmü ve toplama kamplarını en iyi anlatan günlüklerini kitap olarak bastırdı.

Evinin her yanı ve o iki fotoğrafın arası  B. Sturm adlı yontucunun yaptığı Anne heykelleriyle süslenmişti. Bense bu evin ve bu öykünün birkaç saatlik konuğu, birkaç saatliğine de olsa Anne’nin ilk gençlik aşkı olmuştum.

Artık çekip gidebilirdim.

Tam çekip gidecekken o şiiri gördüm köşedeki bir camekânın içinde. “Pasaport” adlı şiiri. Bütün ömrüm boyunca içimi cızırdatacak bir acı duydum yüreğimde, omuzlarım çöktü.

Beklemediğim, anımsamadığımdı.

-Bu şiir, o şiir değil mi? diye sordum.

-Evet, dedi Sturm. “Unuttuğum için çok özür diliyorum, bu şiir o şiirdir işte. Rose’un Anne’ye getirdiği, ancak babasına ulaştıramadığı...”

-İyi de buraya nasıl gelmiş acaba, biliyor musunuz?

-Biliyorum. Rose’un vurulup düşmesiyle birlikte savrulan yaparaklardan sarı olanları SS komutanı toplarken, arka tarafında kalan beyaz yaprağı da erlerden biri alıp göstermeden cebine sokmuş.

-Olağanüstü bir şey!

-Evet, daha da olağanüstü bir şey var bu öyküde.

-Ne?

-Bir aşk!

-Nasıl yani?

-Bu çocuk Anne Frank’a âşıkmış dostum! Ama bunu Anne’ye söyleyememiş.

-Neden?

-Çünkü olası gelişmeler yüzünden hem kendisinin, hem de Anne’nin yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmiş. Ama onun her şeyini olanak bulabildiğince izlemiş, zaman zaman da belli etmeden yardımcı olmuş.

-Baba-kız arasındaki iletişimin ve bunda Rose’un işlevinin gizemli bir yanı olmalıydı zaten…

-Evet, haklısın. Bu şiirin buraya geliş öyküsü de öyle.

-Peki kim, kendisi mi getirdi onu buraya?

-Kendisi getirdi.

-Şimdi o buralarda mı yoksa?

-Buralarda.

-Ne yapıyor?

-O da tıpkı sen, ben gibi, her gün, en az bir kez bu evi ziyaret ediyor. Anne’yle konuşup özlem gideriyor. Ne de olsa üçümüzün adı da Sturm.

“Doğru, benim adım da Sturm’dur. Ben de ona aşığım. Ben gidecek olsam bile üçümüz de buradayız,”diye düşündüm. Belki tam da bu yüzden, bütün ömrüm boyunca kanımı yakacak alev biraz daha büyüdü yüreğimde, biraz daha çöktü omuzlarım.

*Yazarın DAMAR DERGİSİ’nde ve Penceremden sızan Işık: HAMBURGER YAZILAR  (Kültür. Bak./2001) adlı kitabında “Gülümseyen Hüzünlü Yüzü Amsterdam’ın” başlığıyla makale olarak yayınlandı. İlk kez öyküleştirildi.

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..