Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Nisan '11

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Anneden kızına miras-1

Mine kendi halinde, çalışkan, hanımefendi diye bilinen bir kadındı. Ailesi, komşuları, çocukları hep kendisisinden bekleneni yapan bu sakin kadın için iyi şeyler düşünür, hoş sözlerle onu tanımlarlardı. 

“Aaaa Mine’mi, çok misafirperverdir canım, çok da hamarat” gibi….Ya da “Çok eli açıktır, kendini düşünmez hep etrafındakiler için çabalar” cümlelerini onu övmek için kullanırlar, onun bu kişiliğinden memnuniyetlerini her fırsatta dile getirirlerdi. 

Mine 40’lı yaşlarına geldiğinde birdenbire hayatında beklemediği değişimler olmaya başladı. Onu çok sevip değer veren kocası aniden başka bir kadınla anılmaya başladı. İlk zamanlar inanmak istemedi, dedikodu ya da kıskananların gevezeliği diye geçiştirmek istedi. Ancak kocası sık sık eve geç gelmeye, iş seyahatlerine çıkmaya, ayın birkaç günü eve gelmemeye başlayınca inancı sarsıldı. 

Yoksa söylenenler doğru muydu, sevgili eşi ona ihanet mi ediyor, 20 yıllık örnek gösterilen evliliklerini heba mı ediyordu. Kuşkuyla adamın ceplerini karıştırmaya, telefonlarını incelemeye, mesajlarını kontrol etmeye başladı. Bir yandan bunları yapmak zorunda olduğu için utanıyor bir yandan da içindeki o derin korku ve güvensizlik duygusu onu harap ediyordu. 

Yıllardır bu güvende hissettiği ve her aşamasını bilinçli ve dikkatli bir şekilde inşa ettiği korunaklı aile yaşamı dokuz şiddetinde depremle sallanıyor, bütün değerleri oradan oraya savruluyor, duvarlar çatlıyor, korkunç bir uğultu kalbini ve kulaklarını parçalıyordu. Kör olmuştu adeta, her şey kontrolünden çıkmış, yaşam alanında ustalıkla idare ettiği kocası, çocukları yabancılaşmıştı. Artık hiçbiri onu dinlemiyor, süregelen alışkanlıklarını tekrarlamıyorlardı. 

Sabah özenle hazırladığı kahvaltı sofrasına kimse oturmak istemiyordu, yüz yüze gelmekten korkuyorlardı çünkü, konuşulması gereken bir şeyler vardı ama kimse bu acı veren tatsız konuları konuşmak istemiyor bu yükü taşımaktan kaçınıyorlardı. Düşüncelerinde böylesi bir değişim için en ufak bir olasılık mevcut değildi. Ruhları bunu kabullenmiyor, “kötü, ahlaksızca, çirkin ve kirletilmiş” hissediyorlardı. Bu onların başına gelmemeli, erdemli yaşamlarına zarar vermemeliydi. Saygın isimleri, gıpta edilen aile yapıları, toplum içindeki yerleri temellerinden oynuyor, sahip oldukları ve onları sonsuza kadar rahatlatan tüm alışkanlıkları ellerinden kayıyordu sanki. Bu tür olaylar ancak zayıf ve zavallı insanların başına gelebilirdi. Bu yeni durum aile bireylerinin her birini farklı roller üstlenmeye itti. 

Mine “mağdur ve namuslu” kadın olarak ağlayıp, kendine fazlasıyla acıyıp bir yandan da içindeki korkunun da dürtüklemesiyle bu durumu nasıl lehine çevirebileceğini hesaplıyor, tanıdığı herkese kendince haklılığını anlatıyor, çocuklarının yanında iç çekiyor ve ahh ediyordu. 

Kocası bir yandan yaşadığı ilişkinin onun direncine rağmen sürükleyen girdabına kapılmış bundan büyük bir haz duyuyor ve ne olursa olsun devam etmeye kararlı görünüyor. Bir yandan da karısı ve çocuklarıyla birlikte gitgide büyüyen öfke ve nefret dalgasını göğüslemeye durumu idare etmeye çalışıyordu. 47 yaşındaydı, Mine ve çocuklarıyla 20 yıldır yaşadığı süregelen hayat onda belli bir alışkanlık olmuş, bundan kolayca vazgeçmek, her şeyin tamamen değiştiği yeni bir düzene geçmek onu korkutuyordu. Ne yapmalıydı, diğer kadın onu bir mıknatıs gibi kendine çekiyor, heyecan ve sıra dışı cinselliğin rahatça yaşandığı bu ilişki onu tüm endişelerinden, iş kaygılarından, yaşlandığı fikrinden çekip çıkarıyordu. Diğer kadın onunla geçirdiği birkaç saati renklendiriyor, bu güne kadar hiç yaşamadığı, yalnız filmlerde gördüğü romantik ortamlar hazırlayarak, ona hiç farkında olmadığı keşfedilmemiş özelliklerini yaşatarak mutlu olmasını sağlıyordu. 

Öte taraftan da eşinin öfkesi ve yaralı hali onu korkutuyor, çocuklarının eve gelir gelmez odalarına kapanıp onunla yüz yüze gelmekten kaçınmaları, anneleriyle kapalı kapılar arkasında fısıldaşmaları, endişelerini çoğaltıyordu. 

Ne yapmalıydı, ayda birkaç gün yaşadığı ona özel ve oyun alanı saydığı ilişkisinden vazgeçip eski durağan ve bıktırıcı düzenine boyun mu eğmeli, yoksa her şeyi darmadağın edip heyecan ve tutkunun peşinden mi gitmeliydi. Ailesi ve şartlar onu seçim yapamaya zorluyor, azarlayan, kınayan bakışlardan, nasihat eden, eleştiren konuşmalardan kaçamıyordu. Bu yaşadıklarını o seçmemişti, hesaplamamış, planlamamış, hatta hiç aklından bile geçirmemişti. Öyleyse neden olmuştu bütün bunlar.. 

Mine annesini düşündü, o hayattayken ona olan düşkünlüğünü ve aralarındaki bağın ne kadar güçlü olduğunu hatırladı. Annesi çilekeş bir kadındı, eğitimsizdi, sessiz ve uysaldı. Bakışlarında ince bir keder, boyun eğme ve ancak Mine’nin anlayabildiği bir öfke olurdu. Bu öfkenin babasına olduğunu yalnız Mine bilirdi. Büyük ağabeyleri ve kız kardeşi annelerinin bu halini olağan karşılar onun hizmet eden, hafif ürkek ve kederli annelerinin bu hali olağan gelirdi. Mine evin en büyük kızı olarak annesiyle hayatın yükünü paylaşır, onun için üzülür ve babasına kin duyardı. 

Babası ise tam tersine mahallesinde parmakla gösterilen, yakışıklı, gür sesiyle her girdiği ortamda hemen fark edilen biriydi. Masmavi gözleri, heybetli bedeniyle alışılmadık bir görüntüsü vardı. Balkan göçmeniydi, Rumeli’den gelmişti büyük dedeleri ve Cumhuriyetin ilk yıllarında devletin onlara tahsis ettiği topraklara yerleşmiş yer-yurt sahibi olmuşlar, dört kuşak İstanbul’da doğup büyümüştü. Karısı ise Anadolu’dan gelmiş orta halli bir ailenin mazbut yetiştirilmiş, ev işleri ve mahalle yaşamından başka dünyası olmayan kendi halinde güzelce bir kızdı. Görücü usulü evlenmişler, peş peşe çocukları olmuş, kadın ev hayatı ve çocukların bakımı arasında yılların nasıl geçtiğini anlamamıştı. 

Kadınlık görevlerini uysalca yerine getirir, kocasının coşkulu ve güçlü enerjisi karşısında bocalardı. Görücü usulüyle evlenmesine rağmen kısa zamanda ona aşık olmuş, tutkuyla bağlanmıştı. Mahallenin ve ailesinin en yakışıklı erkeğiydi kocası. Bundan gizli bir gurur duyar, başka kadınların kocasına gösterdiği ilgi ve hayran bakışları onu rahatsız etmezdi. 

Kocasının kendisinin dışında başka kadınlarla da ilgilendiğini hissettiğinde ikinci oğluna hamileydi, büyük oğlu dört yaşına varmıştı neredeyse, ikinci çocuk da sevindirmişti evdekileri. Kayınvalidesi ve kayınpederi çok torun istiyordu, heybetli oğullarının soyundan bir sürü güzel çocuk olursa aileleri de büyür ve mala mülke sahip çıkardı ne de olsa. 

Ancak Mine’nin annesi mutlu değildi, mavi gözlüsü onunla eskisi gibi ilgili değildi. Ne büyüyen karnı, ne yayvanlaşan basenleriyle ilgileniyordu. Yatakta sırtını dönüp uyurken garip homurtular çıkarıyor, hatta sık sık sayıklıyordu artık. Sabah onun yüzüne bakmadan yataktan kalkıp odadan çıkıyor, kahvaltı sofrasında öylesine birkaç cümle edip, hevesle işine gitmek için acele ediyordu. Doğumdan sonra bazı geceler eve gelmemeye başlamıştı. Geldiğinde ise teni başka türlü kokar, gözleri bir garip yanıp sönerdi. Ondan başka kimsenin bilmediği, derin bir hazla rahatça koltuğa yayılır, etrafındakileri şöyle bir fark eder, ardından kendi haz dünyasının gizemine dönerdi. 

Mine doğduğunda ise oğlanlar biri sekiz diğeri dört yaşındaydı. Mine evde yeni bir telaş ve heyecan konusu oldu. Kızları olmuş, iki oğlandan sonra onun doğumu, konuşacak birçok konu, alınacak cicili bicili giysiler, kız çocuklarının ne kadar hayırlı olduğuna dair teselli sohbetleriyle ortalık canlanmıştı. Babası Mine’yle ilgilenir, eve geldiğinde kucağında tutar ve oğlanların sırnaşmalarına aldırmadan ona sevgisini gösterirdi. 

Yaşı ilerleyip de Mine annesinin evdeki sağ kolu olmaya başladığında, annesinin peşinden ayrılmaz, onun sessiz ve uysal boyun eğişini, anlam veremediğini kederini hissederdi. Annesi en iyi, en hamarat en güzel kadındı. Kimse onun gibi yemek yapamaz, örgü öremez, dikiş dikemezdi. Uzun parmaklarının değdiği her şey sihir değmişçesine değişir, güzelleşirdi. Herkes onu över, maharetlerini anlatırdı. Dört çocuğa misler gibi bakardı. Üstleri başları tertemiz, evleri çiçek gibiydi. Öyleyse neden kederli, neden hep ahh çekerdi. Mine içten içe onun üzgün oluşunun sebeninin babası olduğunu düşünmeye başladı. Ne zaman babası dışarıdan bir yerlerden gelse, ki bu genellikler geç saatlerde olurdu, annesinin yüzü asılır, içini çeker, farkında olmadan eşyaları alır ordan oraya koymaya başlardı. 

Evet, annesi babasına kızgındı, mutsuzluğu babadan geliyordu, öyle ki babasının onlardan gizli anneciğine eziyet ettiğini, belki de odalarındayken canını acıttığını, ona kötü sözler sarfettiğini kurmaya başladı. Mutlaka öyle olmalıydı. Yoksa neden o eve geldiğinde birden yüzü kararıp, elleri boş boş hareket etmeye başlasındı. Onunla gözgöze gelmemeye, yakın durmamaya özen gösterirdi. Evet, emindi artık, babası kötü biriydi, yoksa annesi ne diye ona böyle kızgın ve öfkeli olsundu. İçten içe babasına kin tutmaya başladı, bu nasıl olmuştu kendisi de anlamadı, annesiyle beraber babasına surat asmayı, iç çekmeyi, kederli bakmayı öğrendi Mine. Baba neşeyle kahkaha atsa, başka yere bakarlar, anlattıklarını üstten dinler, karşılık vermezlerdi. Adeta evde tarafları belli, sebebi belirsiz bir soğuk savaş başlamıştı. 

Ağabeylerine de eskisi kadar coşkulu davranamadığını, şakalarına sinirlendiğini gizlemiyordu artık. Erkekler onu endişelendiriyor, bir kadını mutsuz edecek yapıda oldukları duygusunu veriyordu. Komşu kızları şuh kahkahalarla erkek sohbetleri yaparken, o susuyor, “ben hiç evlenmeyeceğim, salaklar evlenir” diyordu. Annesinin “salak” sınıfına girmediğini, aslında çok akıllı bir kadın olduğu halde babasına katlandığını o biliyordu nasılsa. Ne yapsın ki annesi, dört çocukla, katlanmak zorundaydı. Ama o katlanmayacaktı, mutsuz olacağı bir erkeği hayatına sokmayacak, özgür ve istediğini yapan bir kız olarak hayatının sonuna kadar mutlu yaşayacaktı. 

DEVAM EDECEK... 

 

 

 
Toplam blog
: 40
: 423
Kayıt tarihi
: 14.04.11
 
 

Eğitimim, hayata dair hiç bir şey bilmediğimi anlamama yetecek kadar, Bilgi birikimim, bilgin..