Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Şubat '10

 
Kategori
Siyaset
 

Anormali içselleştirdiğimiz için normalleşme anormal geliyor

Anormali içselleştirdiğimiz için normalleşme anormal geliyor
 

Anormalliği normal bilenler Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı normalleşme sürecini anormal bir durum olarak görüyorlar. Neydi normalde “anormal” ama onlara göre “normal” olan şeyler? Şu: Bu ülkede bazı kurumların, kişilerin hikmetinden sual olunmaz, onlar eleştirilmez, hesap sorulamazdı. Bu ülkeyi görünüşte parlamento ve seçilmiş hükümetler, fiiliyatta ise perde gerisindeki ordu, bürokrasi, yargı, akademya, büyük patronlar ile bunların sözcüsü olan medya gibi iktidar odakları yönetirdi. Bu ülkede kanunlar vardı ama bunlar herkesi bağlamazdı. Kanunlar sadece güçsüz vatandaşları denetim altında tutmak içindi. Bu ülkede sırf birilerinin canı istedi, çıkarları birazcık tehlikeye düştü diye ordu darbe yapabilirdi.

Darbe ya da siyasete müdahale, mevsimlerin değişmesi kadar doğal ve olağan bir şeydi. Bu ülkede temelde iki sınıf vardı: “Dokunulmazlar” ve “dokunulabilir” olanlar. Dokunulabilir olanları açıklamama lüzum yok; çoğumuz o kesim içinde yer alıyoruz. Dokunulmazları da biliyoruz; yukarıda saydığım iktidar odaklarının temsilcilerine asla dokunulamazdı. Bunların suçları soruşturulmaz, bu kişiler hâkim karşısına çıkmaz, kimseye hesap vermezlerdi. Mesela, Susurluk Davası soruşturmasında hakkında bir sürü iddia bulunan emekli general Veli Küçük ifade vermeye bile tenezzül etmemiş, kimse de bu durumu yadırgamamıştı.

Medya bu anormal düzenin hem bizzat çok önemli bir oyuncusu hem de öteki oyuncuların sesi, sözcüsü, moderatörü durumundaydı. Medyanın esas işi okurlarını gerçeklerden haberdar etmek değil tam tersine onlardan gerçeği saklamaktı. Medya duruma göre bazen gerçeği alabildiğine çarpıtıp yansıtan bir sirk aynası, bazen de gerçeğin üzerini kapatan bir örtü işlevi üstleniyordu. Bu ülkede siyasi cinayetler işleniyor, dehşetengiz yolsuzluklar yapılıyor, bankalar hortumlanıyor, Doğu ve Güneydoğu bölgesinde kanlı bir savaş yıllardır devam ediyor ama medya bunlar hakkında araştırma, soruşturma, kamuoyunu aydınlatma görevi yapacağına adı geçen iktidar odaklarının reklam ve halkla ilişkiler departmanı gibi çalışıyordu.

Bu ülkede gazeteci gazeteci değil öncelikle devletin hizmetkârı, devlet ideolojisinin propagandacısıydı; aynı şekilde asker asker değil politikacı, akademisyenler biliminsanı değil asker, hukukçular hukukçu değil devleti korumakla görevli militanlardı. Bu ülkede bir halk yok sadece devlet vardı. Halk devlete hizmet için var olan bir araçtı. Her şey devlet içindi. Halk, orduya asker yetiştirmekle, devlete vergi vermekle yükümlü bir garsonlar, figüranlar yığınıydı.

Bu irrasyonel, verimsiz, yanlış ve kötü kurgulanmış sistemin bir şekilde yeniden yapılandırılarak normalleştirilmesi zorunluydu. Dünyanın orta yerindeki jeopolitik konumu, 72 milyonluk nüfusu, yüz milyarlarca dolarlık dış ticareti, yüz binlerce işadamı, tüccarı, farklı kültürlere farklı dillere sahip etnik toplulukları, meslek sahibi, okumuş yazmış milyonlarca yetişmiş insanıyla Türkiye bu çarpık yapıyla daha fazla yaşayamazdı. Aklı başında her insan kolayca anlayabilir ki epey tuhaf, hayatın olağan akışına aykırı, çok sorunlu ve aşırı derecede kırılgan bir normallikti bu… Ancak statüko güçleri ne bu çarpıklığı kabul etti ne de bir değişime izin verdi. Onların tek arzusu her şeyin olduğu gibi devam etmesiydi. Ne var ki, statükocular istedikleri kadar bunu olağan bir durum olarak yutturmaya çalışsınlar, istedikleri kadar zor kullansınlar bu düzeni sürdürebilmeleri mümkün değildi. Statüko, içine kapandığı surun bir gediğini kapatmayı başarabilse başka yerden üç delik birden açılıyordu. Somut örnek: Statükocular 28 Şubat sürecinde Refah Partili koalisyon hükümetini devirdiler ama ondan birkaç yıl sonra Refah Partisi’nin bir çeşit devamı olan AKP tek başına iktidara geldi.

Türkiye’nin 2007 yılında yaşadığı Cumhurbaşkanı seçimi anaforu bir kırılma noktasıydı. Müesses nizam, yasal olarak hiçbir engel bulunmadığı halde AKP’ye Cumhurbaşkanı seçtirmedi. Bir yandan hukuk dalavereleri bir yandan sokak eylemleriyle parlamentoyu kilitledi ve ülkeyi kargaşaya sürükledi. Ancak 22 Temmuz seçimlerinde halk bu dalaverelere karşı hak ettiği cevabı verdi. Aynı günlerde sonradan “Ergenekon operasyonu” adı konulacak olan operasyonlar dizisi başladı. Önceleri fazla kimsenin oralı olmadığı, ciddiye almadığı bu operasyonlar aslında bize müesses nizamın bir röntgen filmini verdi.

Ergenekon, bu düzenin gerçek yüzüydü. Yazının girişinde sıraladığım oligarşik yapı Ergenekon sayesinde iktidarını sürdürebiliyordu. Müesses nizamın bekası için birileri darbe planı hazırlıyor, birileri darbe ortamı yaratmaya çalışıyor, birileri cinayet işliyor, birileri o cinayeti başkalarının üzerine yıkıyor, birileri gerçek suçluları koruyor, birileri gerçeği saklıyor, birileri iç düşman yaratıyor, birileri halkı kışkırtıyordu. Bu ülkede zamlara, zulme, yolsuzluklara, işsizliğe tepki göstermeyen insanlar hayali bir şeriat tehlikesi korkusuyla sokağa dökülüyordu. Ergenekon operasyonlarında ele geçen dokümanlar, silahlar, CD’ler, darbe planları, telefon dinleme kayıtları bütün bunları bir belgesel film gerçekliğinde önümüze serdi.

Akabinde biraz da başka çare kalmadığından, dokunulmazlara dokunulmaya başladı. Operasyon dalgalarından birinde general Veli Küçük tutuklandığında kimse buna inanmak istemedi. Çoğumuz “korkarlar, hemen bırakırlar” diye bekledik ama öyle olmadı; Küçük tutuklanmakla kalmadı devamı geldi. Sonraki aylarda ondan çok daha yüksek rütbedekiler sorgulanmaya tutuklanmaya ve hâkim karşısına çıkarılmaya başladı. En muhalifimiz, en devrimcimiz bile aslında anormalliği o kadar normal kabul etmiş ve statükoyu içselleştirmiştik ki her yüksek rütbeli subay hakkında soruşturma açıldığında hepimiz “bu kadar da olmaz, falanca dokunulmazı, filanca generali de gözaltına alamazlar” dedik. Halbuki “normal” olan birilerinin dokunulmaz olması değil, kanun karşısında herkesin eşit olmasıydı. Bir işçi bir suç işlediğinde nasıl soruşturulabiliyorsa, aynı şekilde bir general, bir işadamı, bir rektör, bir parti lideri, bir gazeteci de yaptığının hesabını vermeliydi.

Ancak bu ülkede öylesine vahşi bir bilinç bulandırma mekanizması işliyordu ki bizlere bu basit gerçeği bile unutturdular. Koskoca profesörler, siyasetçiler, yazarlar, gazeteciler utanıp sıkılmadan “yahu falanca kişi nasıl gözaltına alınabilir” diye feryat ettiler. Anormal olanı normal kabul edip öyle yaşadık on yıllar boyu... Elin oğlunun 220 yıl önce hayata geçirdiği “eşitlik” ilkesi bize hâlâ lüks bir tüketim eşyası gibi geliyor. Bu ülkede solcuyum diye geçinen, geçmişte Ergenekon zihniyetinin kurbanı olmuş kişiler bile Ergenekon operasyonlarını hükümetin bir senaryosu gibi görebiliyor.

Özetle olması gereken şeyler oluyor; Türkiye normalleşiyor. Şu anda yaşadığımız bir normalleşme sancısıdır. Hayatı seksen - doksan yıl önce çizilmiş ve bir tek yeni fırça darbesi, en ufak bir rötuş gerektirmeyen pastel bir tablo gibi görenlerin bu normalleşmeyi içlerine sindirmeleri gerçekten çok zor. Hem inandıkları masalların büyüsü bozulduğu için maneviyatları sarsılıyor hem de imtiyazları ellerinden gittiği için maddi çıkarları zarar görüyor. Öfkeleri bu yüzden… Ama bu anormalliğin sürgit devam edemeyeceğini öğrenmek zorundalar.

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..